Halmalo diz çöktü. Zambak çiçekli nişanı titreyerek aldı ve dudaklarına götürürken korkarak duraksadı.
“Öpebilir miyim?”
“Evet. Haçı öptüğün gibi öpebilirsin.”
Halmalo zambak çiçeğini öptü.
“Ayağa kalk.” dedi yaşlı adam.
Halmalo denileni yaptı ve nişanı göğsüne yerleştirdi.
“Sana söyleyeceklerimi iyi dinle. İşte emrin: ‘Ayaklanın! Acımak yok.’ “Saint-Aubin ormanı kıyısında işareti üç defa vereceksin. Üçüncüden sonra yerden bir adamın çıktığını göreceksin.”
“Ağaçların altındaki deliği bilirim.”
“Bu adam, Planchenault. Bazıları ona Coeur-de-Roi10 der. Nişanını bu adama göstereceksin. O ne anlama geldiğini bilir. Sonra bir yolunu bulup Astillé ormanına gideceksin. Orada Mousqueton adında bir topal göreceksin. Hiç kimseye acıması yoktur onun. Ona kendisini sevdiğimi ve bölgedeki adamları ayaklandırması gerektiğini söyle. Buradan da Ploërmel’e bir kilometre mesafedeki Coues-bon ormanına gideceksin. Baykuş sesini çıkardıktan sonra, delikten bir adam çıkacaktır. İsmi Thuault, Ploërmel kâhyası. Bu adam daha önce Anayasa Meclisine üyeydi ama şu an kralcı tarafta. Onu, mülteci Guer Markisi’ne ait olan Couesbon kalesini güçlendirmeye yönlendireceksin. Geçitler, orta büyüklükte ormanlar, engebeli toprak, iyi bir yer. Thuault yetenekli ve dürüst bir adamdır. Oradan SaintGuen-les-Toits’e gidecek ve gerçek lider olarak gördüğüm Jean Chouan ile konuşacaksın. Ardından Saint-Martin adlı Guitter’i görecek ve Ville-Anglose ormanına gideceksin. Ona, Argentan Jakobenlerinin başı olan Courmesnil’e göz kulak olmasını söyleyeceksin. Courmesnil, Goupil de Préfeln’ın damadıdır. Bütün bunları aklında iyi tut. Hiçbir şeyi yazmıyorum çünkü yazılı bir şeylerin olması işimize gelmez. La Rouarie bir liste yaptı ve her şey mahvoldu. Oradan, Miélette’in yaşadığı Rougefeu Ormanı’na gideceksin. O uzun bir sırık yardımıyla vadilerin üzerinden atlayabilir.”
“Ona sıçrayan sırık derler.”
“Nasıl kullanılacağını biliyor musun?”
“Tabii. Hem ben bir Breton köylüsü değil miyim? Sıçrayan sırık bizim dostumuzdur. Kollarımızı büyütür, bacaklarımızı uzatır.”
“Yani düşmanı küçültür ve yolu kısaltır. Mükemmel bir alet.”
“Bir keresinde, sıçrayan sırığımla kılıçlarla donanmış üç haraççı adamı aştım.”
“Bu ne zaman oldu?”
“On yıl önce.”
“Kral’ın emrinde miydi?”
“Tabii.”
“Kime karşı?”
“Gerçekten bilmiyorum. Ben bir tuz kaçakçısıydım.”
“Çok iyi.”
“Vergi toplayıcılarına karşı mücadele deniyordu. Vergi toplayıcıları da Kral’ın emrinde mi?”
“Evet ve hayır. Ama bunu anlamana gerek yok.”
“Lorduma lüzumsuz bir soru sorduğum için affını istiyorum.”
“Devam edelim. Tourgue’u biliyor musunuz?”
“Biliyor muyum ne demek! Oradan geldim ben.”
“Nasıl yani?”
“Ben Parigné’den geliyorum.”
“Doğru, Tourgue Parigné sınırında.”
“Tourgue’u bilmez miyim! Oradaki büyük yuvarlak kale lortlarımın ailesine aittir. Eski binayı yeni taraftan büyük bir demir kapı ayırır. Bu kapıyı bir top bile ezemez. Yeni binada ünlü Saint- Barthélémy kitabı sergilenir. İnsanlar sadece meraktan görmek için gelirler. Çimler kurbağalarla doludur. Çocukken o kurbağalarla oynardım. Ve yer altı geçidi de aynı şekilde. Belki de bunu bilen tek kişi benim.”
“Hangi yer altı geçidi? Neden bahsettiğini bilmiyorum.”
“Bu geçit, Tourgue’un kuşatıldığı zamanlardaydı. İçerideki insanlar, ormana açılan bir yer altı geçidinden kaçabilirdi.”
“Jupellière ve Hunaudaye şatolarında, Champéon kulesinde bu türden yer altı geçitleri olduğunu biliyorum. Ama Tourgue’da buna benzer bir şey yok.”
“Ama gerçekten var, Monsenyör. Sizin bahsettiğiniz geçitleri bilmiyorum, sadece Tourgue’daki olanı biliyorum, o da mahalleye ait olduğum için. Ayrıca, bunu bilen tek kişi benim. Bu geçit Rohan’ın savaşlarında kullanıldığı için yasaktı. Babam bu sırra vâkıftı. Bana, o gösterdi. Hem gizli girişi hem de çıkışı biliyorum. Ormanda isem kuleye girebilirim ve eğer kuledeysem görünmeden ormana geçebilirim. Böylece düşmanlar içeri girdiğinde kimseyi bulamaz. Bu Tourgue’un geçidi işte. Orayı gayet iyi bilirim.”
Yaşlı adam bir an sessiz kaldı.
“Yanılıyor olmalısın. Böyle bir sır olsaydı onu bilmiş olmam gerekirdi.”
“Monsenyör, bundan eminim. Orada dönen bir taş var.”
“Ah, evet! Siz köylüler dönen, şarkı söyleyen, su içmek için ayaklanıp komşu dereye giden taşlara inanırsınız. Peri masalları bunlar!”
“Ama taşı kendim çevirdim…”
“Evet, tıpkı diğerlerinin şarkı söylediğini duyduğunda olduğu gibi. Bak arkadaşım, Tourgue, Bastille hapishanesinden farksızdır. Güvenli ve güçlüdür, sıkı bir savunma altındadır. Ama bir yer altı geçidine umut bağlamış biri, Bastille’den kaçmaya çalışan bir aptal gibidir.”
“Ama Monsenyör…”
Yaşlı adam omuz silkti.
“Bize daha da vakit kaybettirme, işimizi konuşalım.”
Bu otoriter ses Halmalo’nun üstelemesini engellemişti.
Yaşlı adam devam etti.
“Devam edelim, dinle. Rougefeu’den, Montchevrier ormanına gideceksin. Orada On iki’nin lideri Bénédicité’yi bulacaksın. O da bir diğer iyi adam. İnsanları vururken Bénédicite duasını okur. Savaşta duygusallığa yer yok. Montchevrier’den gideceğin yer…”
Yaşlı adam aniden durdu.
“Para meselesini unutmuştum.”
Cebinden çıkardığı cüzdan ve bir cep defterini Halmalo’ya uzattı.
“Bu cep defterinde kâğıt para hâlinde üç bin frank var. Banknotlar elbette sahte ama gerçek olanların da değeri sahteden farklı değil. Bu cüzdanda da yaklaşık yüz louis d’or bulacaksın. Elimde ne varsa sana veriyorum çünkü burada hiçbir şeye ihtiyacım yok. Üzerimde para bulunmaması daha iyi hem. Neyse, devam ediyorum. Montchevrier’den, Antrain’e gideceksin. Orada Frotté ile buluşacaksınız. Antrain’den Jupellière’ye gideceksin. Orada da Rochecotte’yi göreceksin. Jupellière’den Noirieux’a. Orası da Abbé Baudoin’i bulacağın yer. Tüm bunları ezberleyebilecek misin?”
“Pater Noster’imi 11ezberlediğim gibi hem de.”
“Saint-Brice-en-Cogle’da Dubois-Guy’ı; müstahkem bir kasaba olan Morannes’da da Turpin’i göreceksin. Ve Talmont Prensi’ni de Gonthier Şatosu’nda.”
“Bir prens benimle konuşur mu?”
“Ben şu an seninle konuşmuyor muyum?”
Halmalo şapkasını çıkardı.
“Madam’ın işlediği zambak çiçeğini göstermen yeterli, herkes seni buyur edecek emin ol. Dağcıların olduğu yerlere gitmek durumunda olduğunu unutma. Kılık değiştirerek kendini gizleyeceksin. Bu kolay iş. Çünkü cumhuriyetçiler o kadar aptal ki mavi bir ceket, üç köşeli bir şapka ve kokart ile istediğin her yere gidebilirsin. Alaylar ve üniformalar yok orada. Alaylara bir sayı dahi vermiyorlar. Her erkek, istediği paçavrayı giyme özgürlüğüne sahip. Saint-Mhervé’ye gideceksin. Grand-Pierre adındaki Gaulier’i göreceksiniz. Parné’nin karargâhına gideceksin. Orada bütün erkekler yağızdır. Tüfeklerine çakıl koyarlar ve daha fazla ses çıkarmak için iki kat barut kullanırlar. İyi iş çıkarırlar. Ama onlara şunu iyi söyle: “Öldüreceksiniz, öldüreceksiniz ve öldüreceksiniz.” Vache-Noire kampına gideceksin. Vache-Noire’dan, l’Avoine kampına, ardından Vert kampına. Orası Charnie ormanının ortasında bir yükseltidir. Devamında da Fourmis’e. Hautdu-Pré olarak da bilinen Grand-Bordage’a gideceksin. Orada, Que-laines Mahallesi’nde, dul bir kadın yaşar. Kızı İngiliz Treton ile evlenmiştir. Ormanda saklanan Épineux-le-Chevreuil, Sillé-le-Guillaume, Guillaume, Parannes olmak üzere tüm adamları ziyaret edeceksin. Ahbaplık edecek, onları yukarı ve aşağı Maine sınırlarına göndereceksin. Vaisges semtinde Jean Treton’u, Bignon’da Sans-Regret’i, Bonchamps’ta Chambord’u, Maisoncelles’te Corbin kardeşleri göreceksin. Ve Saint-Jean-sur-Evre’de Petit-Sans-Peur’u göreceksin, o Bourdoiseau denen kişidir. Bunu yaptıktan ve ‘Ayaklanın!’ ‘Acımak yok!’ sloganlarını söyledikten sonra, nerede olursan ol Kraliyet ve Katolik büyük ordusuna katılacaksın. D’Elbée, de Lescure, de la Rochejaquelein ve onlar gibi hâlâ yaşıyor olabilecek liderleri göreceksin. Onlara komutanımın nişanını göstereceksin. Ne anlama geldiğini onlar bilirler. Sen basit bir denizcisin ama Cathelineau da bir takım arkadaşından başka bir şey değil. Onlara benden şu mesajı ilet: Büyük ve küçük olmak üzere iki savaşa katılma zamanı. Büyük olanın kuru gürültüsü vardır ama küçük olan işimize yarar. Vendée oldukça iyi ama Chouannerie beterin de beteri. Ve bir iç savaşta beter olan güçlü taraftır. Bir savaşın başarısı, neden olduğu kötülüğün miktarıyla değerlendirilir.”
Susmuştu.
“Halmalo, sana tüm bunları söylüyorum, kelimeleri anlayamıyorsun ama algıların keskin. Meseleleri de kendin anlamlandırabilirsin. O kayığı idare ettiğini gördüğümden beri sana güvenim tam. Geometri hakkında hiçbir bilgin olmadan yaptığın deniz manevraları muhteşemdi. Bir kayığa yön verebilen bir ayaklanmaya da kılavuzluk edebilir. Denizi idare ediş biçimine bakılırsa talimatlarımı da aynı şekilde iyi uygulayacağından eminim. Tekrarlıyorum: Benim ağzımdan çıkan her şeyi, her kelimeyi hatırlayabildiğin kadarıyla şeflere anlat. Onlara, kavradığın her şeyi doğru aktaracağına eminim. Ormanda bir savaşı, meydan savaşına tercih ederim. Yüz bin köylüyü Mavi askerler ve Carnot’un toplarına maruz bırakmaya hiç niyetim yok. Bir ay içinde ormanda gizlenmiş beş yüz keskin nişancının olmasını bekliyorum. Cumhuriyet ordusu benim avım. Kaçak avlanma da bir savaş yöntemidir. Çalılıklar da benim stratejim! Muhtemelen bunu da anlayamazsın ama önemi yok. Neyse, sana dediğimi iyi belle: Acımak yok! Her tarafta tuzak var! Normal Vendean Savaşı’ndan çok Chouannerie gibi olacak bu savaş. İngilizlerin bizim tarafımızda olduğunu da söyle. İki ateş arasında cumhuriyeti yakalayalım. Avrupa bize yardım ediyor. Devrimi durduralım. Krallar, bir taht savaşı veriyor, biz de halkımız ve bölgemiz için savaş vereceğiz. Bunların hepsini söyleyeceksin. Anladın mı beni?”
“Evet. Her yeri ateşe vermek, her şeyi kılıçtan geçirmek lazım.”
“İşte bu ve sonra…”
“Acımak yok.”
“Hiç kimseye.”
“Her yere gideceğim.”
“Ve her zaman tetikte ol. Çünkü bu bölgelerde çok kolay bir şekilde ölebilirsin.”
“Ölümden korkmuyorum. İlk adımını atan kişi son kez ayakkabılarını giymiş olabilir.”
“Sen cesur bir adamsın.”
“Peki ya bana sizin adınız sorulursa?”
“Henüz bilinmesi gerekmiyor. Bunu bilmediğini söyleyeceksin ve doğrusu da bu zaten.”
“Sizi tekrar nerede göreceğim?”
“Gittiğim yerde.”
“Nerede olduğunuzu nasıl bileceğim?”
“Herkes bunu bilecek. Sekiz gün geçmeden beni duyacaksın. İbretlik şeyler yapacağım; Kral’ın ve dinin intikamını alacağım. Şunu gayet iyi bileceksin ki, herkesin konuştuğu adam ben olacağım.”
“Anlıyorum.”
“Hiçbir şeyi unutma.”
“Bundan emin olabilirsiniz.”
“Şimdi git Tanrı yardımcın olsun! Hadi!”
“Bana verdiğiniz bütün emirleri yerine getireceğim. Gideceğim, konuşacağım, itaat edeceğim ve emredeceğim.”
“Güzel.”
“Ve eğer başarırsam…”
“Seni bir Saint-Louis şövalyesi yapacağım.”
“Tıpkı kardeşimi yaptığınız gibi. Eğer başaramazsam da beni kurşuna dizdirirsiniz.”
“Kardeşine yaptığım gibi.”
“Peki, Monsenyör.”
Yaşlı adam başını eğdi. Kasvetli düşüncelere dalmış gibiydi. Gözlerini yerden kaldırdığında artık yalnızdı. Halmalo, ufukta kaybolan siyah bir lekeden ibaretti.
Güneş daha yeni batmıştı; deniz martıları ve başlıklı martılar okyanustan yurtlarına doğru göç ediyorlardı. Hava, geceden beri devam eden o meşhur kasvet ile doluydu. Ağaç kurbağaları vırakladı, yalıçapkını havuzlardan ıslık çalarak uçtu, martılar ve kargalar her zaman yaptıkları gibi akşam gürültülerini sürdürdü, sahil kuşları birbirlerine seslendi. Gel gör ki ortalıkta bir insan sesi duyulmuyordu. Mutlak bir yalnızlıktı bu. Ne koyda bir yelken görünüyordu ne de tarlalarda bir köylü; göz alabildiğince kasvetli bir genişlik uzanıyordu boydan boya. Kumdaki uzun deve dikenleri titredi. Soluk alacalı gökyüzü tüm kıyıya kurşuni bir ışık saçıyordu ve uzaktan görünen karanlık düzlükteki göletler, yere düz serilmiş kalay tabakalarına benziyordu. Denizden usulca bir rüzgâr esiyordu.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
TELLMARCH
I
KUM TEPESİNİN ÜSTÜNDE
Yaşlı adam Halmalo gözden kaybolana kadar bekledi. Sonra denizci kabanına sıkıca sarılarak yavaş yürümeye başladı. Düşüncelere dalmıştı. Huisnes’in yönündeydi. Halmalo ise Beauvoir tarafına doğru gitmişti.
Saint-Michel Dağı muazzam bir üçgen gibi yükseliyordu. Arkasında ise katedral tacı, biri yuvarlak diğeri kare olmak üzere iki büyük doğu kulesiyle zırha benzeyen kale görkemli bir şekilde duruyordu. Köyün ve kilisenin yükünü sırtlamış ve dağın yükünü hafifletmişti sanki. Cheops piramidi çölde nasıl bir sınır işaretiyse Saint Michel Dağı da deniz için bir işarettir.
Saint-Michel Dağı’ndaki kumlar çok çabuk hareket eder ve bir anda kum tepeleri oluşuverir. O sıralar Huisnes ve Ardevon arasında çok yüksek bir kum tepesi vardı, şimdilerde çoktan yok olmuştur. Ekinoksal fırtına ile hizalanan bu kum tepesi oldukça eskiydi ve zirvesinde bir kilometre taşı vardı. Bu taş on ikinci yüzyılda, Canterburyli Saint Thomas’ın suikastçılarına karşı Avranches’te düzenlenen konseyin anısına dikilmişti. En tepesine çıkan birisi çepeçevre tüm yöreyi görebilir ve gideceği pusulayı belirleyebilirdi.
Yaşlı adam adımlarını bu kum tepesine yöneltti ve yukarı tırmandı.
Zirveye ulaştığında, yön gösteren dört taştan birinin üzerine oturdu. Anıta yaslanarak ayağının dibinde coğrafi bir harita gibi uzanan araziyi incelemeye başladı. Bir zamanlar aşina olduğu bu yörede bir rota arıyor gibiydi. Alaca karanlıkla örtülü bu geniş manzarada, ufkun soluk gökyüzüne karşı karanlık çizgisinden başka hiçbir şey açıkça görülmüyordu.
On bir mezra ve köyün kümelenmiş çatıları görünüyordu. Sahilin tüm çan kuleleri birkaç mil ötede, ihtiyaç anında denizcilere işaret görevi yapabilecek şekilde yüksekte duruyorlardı.
Yaşlı adam birkaç dakika sonra bu loş ışıkta aradığını bulmuş gibiydi. Görüş alanında, vadi ile orman arasında kısmen görülebilen ağaçlardan, duvarlardan ve çatılardan oluşan bir resim vardı. Bu bir çiftlikti. Kendi kendine “İşte orası!” der gibi memnuniyet ifadesiyle başını salladı. Parmağıyla çitlerin ve tarlaların arasındaki bir rotanın ana hatlarını izlemeye başladı. Zaman zaman, çiftliğin ana çatısının üzerinde hareket eden şekilsiz ve ne olduğu belli olmayan bir nesneye dikkatle bakıyordu. Bunun ne olabileceği hususunda kendiyle tartışıyor gibiydi. Hava karanlık olduğu için şekil renksiz ve bulanık görünüyordu. Rüzgâr gülü değildi çünkü salınıyordu. Ama bu bir bayrak da olamazdı.
Kendini yorgun hissetti. Taşın üzerine oturup dinlendiği iyi olmuştu. Yorgun insanlar, dinlenecekleri bir fırsat bulduğunda mayışır gibi olur. İşte o da bu hisse teslim olmak üzereydi. Akşamın erken saatleri, huzurlu bir vakittir. Ortalığı bir sakinlik kaplar. Kendini bu dinginliğe teslim etmiş, anın zevkini çıkarıyordu. Gözlerini dikmiş ve dinliyordu. Neyi mi? Mükemmel bir sükûneti. Duygusuz görünen insanlar bile biraz melankoli taşır içinde. Birdenbire aşağıdan geçenlerin sesleri duyuldu. Bu sessizlik sükûneti bölmemiş, aksine huzuru artırmıştı. Kadınlara ve çocuklara aitti bu sesler. Karanlığın içinde beklenmedik bir anda duyulan neşeli bir çan sesi gibiydi. Çalılık yüzünden seslerin sahibi kişiler tam olarak görülmese de insanların kum tepesinin eteğinden geçerek ovaya ve ormana doğru yürüdükleri belliydi. Düşüncelere dalmış yaşlı adam sesleri çok net bir şekilde duyuyordu. O kadar yakındılar ki yaşlı adam konuşulan her bir kelimeyi yakalıyordu.
Bir kadın sesi şöyle diyordu:
“Acele et Flécharde. Bu taraftan mı?”
“Hayır. Şuradan.”
Biri yüksek ve tiz sesle konuşurken, ötekinin sesi kısık ve ürkekti. İki ses arasındaki diyalog devam ediyordu:
“Şimdi bizim oturduğumuz çiftliğin adı neydi?”
“Herbe-en-Pail.”
“Hâlâ oraya çok uzakta mıyız?”
“On beş dakikalık yolumuz var.”
“Hadi acele edelim de bari çorbaya yetişelim.”
“Evet, geç kaldık.”
“Koşmamız lazım ama senin çocuklar çok yoruldu. Sadece iki kadıncağızız, üç veledi taşıyamayız. Hem Flécharde sen zaten birini taşıyorsun, kurşun gibi de ağır bir yavru. Bu küçük oburu sütten kestin ama kucakta taşıyorsun hâlâ. Kötü alışmış buna, artık yürümeli. Ama ne yapalım, çorbalar da buz gibi olacak, ne talihsizlik!”
“Ah, bana verdiğiniz ayakkabılar ne kadar iyi oldu! Sanki benim için yapılmışlar.”
“Çıplak ayak gezmekten iyidir.”
“Hadi ama René-Jean.”
“Hep onun yüzünden geç kaldık. Her tanıştığımız küçük köylü kızı ile durup sohbet etmese olmazdı sanki. Şimdiden erkek olmuş gibi.”
“Daha beş yaşına bile gelmedi.”
“Söyle bize, René-Jean. Neden köydeki o kızla konuştun bakalım?”
Bir çocuk sesi, bir erkek çocuğuna ait bir ses yanıtladı:
“Çünkü ben onu tanıyorum.”
“Hadi canım. Tanıyorsun demek.” dedi kadın.
“Evet, daha bu sabah oyunlar oynadık.” dedi oğlan.
“Söylemesem olmaz!” diye bağırdı kadın. “Buraya geleli daha üç gün oldu ama bu bacak kadar çocuk şimdiden sevgili buldu!”
Ve sesler giderek zayıfladı. En sonunda da sesler duyulmaz oldu.
II
AURES HABET, ET NON AUDIET 12
Yaşlı adam kıpırdamadan duruyordu. Düşünmekten ziyade hülyalara dalmıştı. Barış, güven, huzur ve yalnızlık ile sarılmıştı etrafı. Gece karanlığı ormanın üstüne düşmüştü. Aşağıdaki vadiye ise tam olarak karanlık çökmemişti. Kum tepesi ise hâlâ aydınlıktı. Ay, batıda yükseliyordu ve yıldızlar soluk mavi gökyüzüne birer iğne gibi ilişmişti. Her ne kadar derin düşüncelere dalmış olsa da yaşlı adam kendini doğanın tarifsiz huzuruna bırakıvermişti. Şafağın ışıkları ile kendi umutları da yükseliyordu sanki. Bu umudu iç savaşa karşı bir umut olarak da düşünebiliriz. Bir an için denizin acımasızlığından kaçıp bütün tehlikeleri gerisinde bırakmış gibi hissetti kendini. Adını bilen kimse yoktu, yalnızdı. Ardında hiçbir iz bırakamadan düşmanı atlatmıştı. Deniz hiçbir izi saklayamaz. Her şey denizle kaybolur, gözden kaçırılır, hatta en ufak bir şüphe bile silinir gider. Kelimelerle tarif edilemeyecek bir sakinlikti adamın hissettiği. Neredeyse uyuyakalacaktı.
Yeri göğü kaplamış bu derin sessizlikte ince bir çekicilik vardı. Öyle ki içten ve dıştan bir sürü sıkıntıyla kuşatılmış bu adamı bile yumuşatmıştı.
Denizden esen rüzgâr dışında bir ses duyulmuyordu. Ama bu ses de uzun bir süre devam ederse kulak alışır ve onu ses olarak algılamamaya başlar.
Adam birden ayağa kalktı.
Bir şey dikkatini çekmişti. Ufuktaki bir şeye gözlerini dikmişti.
Baktığı yer vadinin öteki ucunda, Cormeray tarafındaki çan kulesiydi. Çan kulesinde tuhaf bir şeyler oluyordu.
Kulenin karanlık silueti gökyüzünde apaçık belli oluyordu. Kule tepelerin üzerinde uzanıyordu. Ve kulenin arasında çan için yapılmış dört tarafı açık, kare bir kafes vardı. Breton çan kulelerinin modasına göre yapılmıştı. Şimdi bu kafes düzenli bir şekilde bir açılıp bir kapanıyordu. Bir an için tamamen beyaz görünüyordu ve bir sonraki an simsiyah. Ardındaki gökyüzü bir görünüp bir kayboluyordu. Bir çekicin düzenli aralıklarla örse vurması gibi sürüp gidiyordu bu düzen.
Cormeray’daki bu çan kulesi, yaşlı adama iki kilometre kadar uzaktaydı. Sağ tarafta ufka karşı dümdüz yükselen diğer bir çan kulesi Baguer-Pican’a doğru baktı. O çan kulesinin kafesi de Cormeray’ın çan kulesi gibi açılıp kapanıyordu. Sol tarafa, Tanis’in çan kulesine doğru baktı. Tanis’in kafesi de Baguer-Pican’ınki gibi açılıp kapandı. Ufukta birbiri ardına bütün çan kulelerini inceledi. Sağ tarafta Courtils, Précey, Crollon ve Croix-Avranchin çan kuleleri vardı. Solunda ise Raz-sur-Couesnon, Mordray ve Pas vardı. Önündeki ise Pontorson çan kulesi idi. Hepsinin kafesi dönüşümlü olarak kararıp aydınlanıyordu.
Bu ne anlama geliyordu?
Bu, tüm çanların çaldığı anlamına geliyordu. Işığın bu kadar hızlı değiştiğine bakılırsa birileri onları şiddetle çalıyordu.
Neden peki? Tehlike çanıydı bunlar, şüphesiz. Bütün çan kulelerinden, her cemaatten ve her köyden çılgınca çalıyorlardı ama seslerini duyuramıyorlardı.
Bunun nedeni, çanların oldukça uzak olmasındandı. Ayrıca ters yönden esen rüzgâr, sesleri kıyıdan ufkun ötesine taşıyamazdı. Çılgın çalan çanlara rağmen değişmeyen sessizlik oldukça ürperticiydi.
Yaşlı adam baktı ve dinledi.
Yardım çığlıklarını duyamıyordu ama görebiliyordu. Yardım istendiğini görmek oldukça garip bir duyguydu.
Bu öfke kime karşıydı?
Bu tehlike çanları kimin için çalıyordu?
III
BÜYÜK HARF KULLANMANIN FAYDALARI
Birileri hiç şüphesiz kapana kısılmıştı.
Kim olabilirdi ki?
Çelik gibi adam ürperdi.
Kendisi için çalıyor olamazdı. Geldiğinden kimsenin haberi yoktu. Temsilcilerin öğrenmiş olması imkânsızdı çünkü karaya yeni ayak basmıştı. Hem korvetin mürettebatla beraber battığından da emindi. Adını da Boisberthelot ve Vieuville dışında bilen yoktu zaten.
Çanlar acımasız oyununa devam ediyordu. Yaşlı adam mekanik bir şekilde hareketleri sayıyordu. Kendini güvende hissetmek ve dehşete kapılmak arasındaki ince çizgide, oradan oraya dolanıyordu düşünceleri. Hem bu tehlike çanlarının birçok sebebi olabilirdi. En sonunda kendine şunları tekrarladı, “Uzatmamak lazım. Kimse benim buraya geldiğimi bilmiyor, adımı bilen de yok.”
Birkaç dakikadır başının üstünde ve arkasında bir ses duyuyordu. Bu daha çok titreyen bir yaprağın hışırtısı gibiydi. İlk başlarda önemsememişti ama bu ses ısrarla devam edince arkasını dönüp kolaçan etti. Bu gerçekten de bir yapraktı ama kâğıt yaprağı. Rüzgâr, başının üzerindeki kilometre taşına yapıştırılan büyük bir afişi sökmeye uğraşıyordu. Afiş duvara yapıştıralı çok zaman geçmiş olamazdı çünkü henüz kurumamıştı. Bu yüzden rüzgârın kurbanı olmuş ve bir kenarı duvardan sökülmüştü.
Yaşlı adam bunu fark etmemişti çünkü kum tepesine diğer taraftan tırmanmıştı.
Oturduğu taşın üzerine çıktı ve afişin sökülmüş köşesini eliyle tuttu. Gökyüzü durgundu. Haziran aylarında alaca karanlık oldukça uzun sürerdi. Kum tepesinin etekleri karanlığa gömülse de tepesi hâlâ aydınlıktı. Gözü afişte büyük harflerle yazılan kısma takıldı ve yazılanları okumak için yeteri kadar ışık vardı. Okuduğu şey şuydu:
BİR VE BÖLÜNMEZ FRANSIZ CUMHURİYETİ
Biz, halkın temsilcisi ve Cherbourg kıyısındaki ordunun komutanı Prieur de la Marne olarak şunu bildiriyoruz:
Kendisine Breton prensi diyen, Lantenac’ın Markisi ve Fontenay Vikontu, Granville sahilinde gizlice karaya çıkan adam kanun kaçağı ilan edilmiştir. Başına bir ödül konulmuştur. Onu ölü ya da diri yakalayan, altmış bin frank alacaktır. Bu meblağ kâğıt para olarak değil altın olarak ödenecektir. Cherbourg sahil güvenlik ordusundan bir tabur, eski Lantenac Markisi’nin yakalanması için derhâl gönderilecektir. Mahalle sakinlerine gerekli yardımı vermeleri emredilmiştir.
Haziran 1793’te Granville Belediye Binasında yayımlanmıştır.İmza: PRIEUR DE LA MARNE.Bu ismin altında, küçük harflerle yazılmış başka bir imza daha vardı ama azalan ışık nedeniyle tam olarak seçilemiyordu. Yaşlı adam şapkasını gözlerinin üzerine kadar indirdi. Kabanını da çenesine kadar çekerek aceleyle kum tepesinden aşağı indi. Duruma bakılırsa bu ışıl ışıl zirvede oyalanmak güvenli sayılmazdı.
Belki de orada zaten çok uzun süre durmuştu. Her yer kararmışken, kum tepesinin zirvesi görünür durumda kalan tek noktaydı.
İnmeye devam ediyordu. Kendini karanlıkta bulduğunda hızını yavaşlattı. İzini sürdüğü çiftlik yoluna girmişti. Belli ki bu yönde güvende olduğuna inanıyordu. Ortalık ıpıssızdı, yoldan geçen kimsecikler yoktu. Bir çalı yığınının arkasında durarak kabanını çıkardı. Tüylü tarafı içeriye gelecek şekilde yeleğini ters yüz etti. Kabanını bir ip yardımıyla bağlayıp sırtlandı ve yolculuğuna devam etti.
Parlak bir mehtap vardı.
İki yolun çatallandığı bir yol ağzına ulaştı. Taştan eski bir haç kaidesi üzerinde beyaz bir kare görünüyordu. Şüphesiz bu, son okuduğu afiş gibi bir afişti. Oraya yaklaşırken bir ses duydu.
“Nereye gidiyorsunuz?”
Dönüp baktığında, kendisi gibi bir adam gördü. Uzun boylu, ak saçlı ve kendisinin yaşlarındaydı. Üzerindeki giysileri de onunkiler gibi eskimişti. Neredeyse aynaya bakıyor sanacaktı.
Adam uzun bir asaya yaslanmış olarak duruyordu.
“Size nereye gittiğinizi soruyorum.” diye tekrarladı.
Kibirli bir soğukkanlılıkla “İlk önce bana nerede olduğumu söyleyin.” dedi yaşlı adam.
Diğer adam cevap verdi:
“Tanis senyörlüğündesiniz. Ben buraların dilencisiyim ve siz de lortsunuz.”
“Ben mi?”
“Evet, siz. Monsenyör Lantenac Markisi.”
IV
CAIMAND
Lantenac Markisi, artık ismi açığa çıkmıştı, usulca cevapladı:
“Evet. Beni ele verebilirsiniz artık.”