Книга Abay Yolu 2. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Muhtar Auezov. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Abay Yolu 2. Cilt
Abay Yolu 2. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Abay Yolu 2. Cilt

Bu yaptığı Abay’ı değil, özellikle kızı korumak içindi. Bu sözler havada kalacak olursa hiç ortada yokken sorun çıkabilir, Aygerim’in bahtını karartabilirdi. Üstelik o kayın ağabey ile yakınları duyacak olursa akrabalar arasında husumet te ortaya çıkabilirdi.

Velhasıl olaya halkın gözüyle bakan tedbirli Jiyrenşe böylesi ahvâlin tümünü Mamay obasına detaylı olarak iyice anlattı. “Mamay’ın dulunu azdırıp, Kunanbay’ın oğluna almak için halkın arasına husumet saldı” şeklinde bir söz çıkarsa ve buna rağmen Abay kızı almaz, iş hayırlı bir neticeye ulaşmaz, asılsız kötü haber boşu boşuna yayılırsa bu Jiyrenşe için de iyi olmazdı…

Böylece Jiyrenşe; bir taraftan Abay’ın Aygerim’i alması hususunu içtenlikle makul bularak dönerken, öte taraftan bu büyük sırrın tek bir uçkununun bile dışarı çıkmamasını ve suskun kalınmasını ustalıkla sağlamış olarak geri gelmişti.

Jiyrenşe ve Erbol’un Abay’la konuşmaları kısa oldu. Bu üç yiğit arasındaki karar sağlamca pekişti. Söz bu noktaya geldikten sonra Abay minnettarlığını hissettirerek Jiyrenşe’ye:

– Peki, öyleyse, bir iş yapınca tam olarak yap. Başkasına bırakacak bir işim olmasa da annem sözünü yabana atacağım bir kişi değil. Babam uzaklarda. Artık annemle de sen konuş, onun iznini de alıver, dedi…

Uljan Abay’ın bu talebini uygun bulmadı. Jiyrenşe’nin uzun uzun dile getirdiği sözleri büyük bir incinmeyle ve üzüntülü bakışla dinledikten sonra:

– Çerağım! Abay bunu yapacaksa, bu gizlilik içinde olacak iş değil, alenilik işi yahu! Bana niye birini gönderip dikkatlice bildirerek konuşuyor. Böyle yapacağına onu çağır, onu da al gel, üçümüz birlikte konuşalım, dedi.

Abay geldiğinde Uljan tereddüt etmedi:

– Abaycan, evladım, niyetini anladım. İlgilendiğin kişi kim? Onu da bu Jiyrenşe anlattı. Benden akıl sormuşsun. “Bu yaptığım iyi mi” diyorsun ya? “İyi” demiyorum. Sözüm kısa. Benim söyleyeceklerimin çoğunu kendi gözünle görerek büyüdün. Çok hanımdan biri ben olduğumda, o çok kadından doğan biri sen olarak büyüdün. Sırlaşır, dertleşirdik ya! Tatlı mıydı bana? Kolay mıydı sana? “Bizim gittiğimiz yoldan gitmesin” derken, bin defa düşündüğüm hususlardan birisi buydu. “Pişman olursun” diye korkuyorum. Öncesi ilginç görünmekle birlikte, kolaylıkla karar verilmekle birlikte, sonrası zehirdir bunun. Üzülürsün güzel evladım. İşte, diyeceğimi dedim. Fakat göreceğin mürüvvet de senin, tadacağın zehir de senin nasibin. Bu Jiyrenşe de ben de böyle kalırız. Beni endişelendiren tehlikeyi söyledim. Gerisini kendin bil! Kendin düşün, kendin karar ver, dedi.

Abay cevap vermedi. Annesiyle anlaşamadığı, karşı karşıya geldiği ilk olaydı bu. Söylerdi. Pek çok şey söylerdi. Fakat onun şimdiki sezgilerini anlaması değil, hissetmesi gerekliydi. O sezgilerini böylesi soğuk bir konuşma sonrasında aktaramazdı. Akıl hesabına vurarak konuşsa, işinin olmayacağını kendisi de anlıyordu. Annesi de bunu söylemişti.

Peki ya yürekte yatan? Onu bütünüyle anlatarak sırrını dökerdi, ama annesine acıyordu. Bunun en büyük düğümü; bu anne babanın onun ihtiyarına bırakmadan, fikrini sorup cevabını almadan, kafese koyarak götürüp Dilda ile evlendirmeleriydi. Aşığı Toğjan’la ilgili bir cümle bile sormadan, bunun gençliğine acımadan ondan ayırmalarıydı… Fakat bugün bu hususları konuşup annesiyle çekişmeyecekti. Üstelik özellikle “kendisini zerre kadar suçlu görmeyen”, dikkatle bakarak “evladımı kendi düşünceme göre sadece vesayet altında yaşattım” şeklindeki hatasını fark etmeyen şefkatli annesine nasıl söyleyebilirdi içindekileri? Abay bu durumları hissettiği için özellikle ses çıkarmadan çıkıp gitti.

Fakat kararında tereddüt etmedi. Jiyrenşe Mamay boyu içine bir kez daha gitti. Bu defa on beş gün kadar kaldı, bütün hususları kendisi açığa çıkardı, mevzuyu bağlayıp geldi. Aygerim’in kayın tarafını da durdurdu, rızalarını aldı. En zorlu büyük düğüm bu şekilde çözülmüş oldu. Abay Bekey’e de Aygerim’i almak isteyen kayın ağabeyine de pek çok mal verecekti.

Kunanbay’ın büyük evinde Uljan’ın elindeki mal sürülerinin sahibi Ospan idi. O, Abay’dan hiçbir şey esirgemezdi. Aygerim için verilecek malı kolaylıkla bir araya getirtti, topluca yola çıkarıverdi. Jakıp, Jiyrenşe, Ospan ve Ğabithanlar Bekey obasına dünürcü gitti, dünürleri ile karşılıklı olarak verilen hediye kaftanları birbirine giydirişip döndüler. Az önce Ospan tarafından gönderildiği belirtilen mallar hem gelin takısı, hem de başlık olarak topluca gönderilmişti.

Bu şekilde birkaç gün ara verildikten sonra, nihayet Abay’ın kayınlarının obasına gideceği gün geldi. Abay Jiyrenşe’yi heyet başkanı yaptı. Yanlarına Erbol, Ospan ve Ğabithanları alarak damatları olmak için kız tarafına gitti…

YAYLADA

1

Engin yeşillik üzerinde yayılırcasına yerleşmiş olan kalabalık obanın sağ yakasında bütünüyle büyük ak kiyiz evler var. Bunlar, hayvanların durduğu barınaklardan, isten pisten, huzursuzluktan özellikle uzaklaşmış, kıyıda konmuş.

Obanın öteki kıyısı ile sağılacak hayvanların toplandığı orta kısımda bulunanların tamamı sade evler. Bu kıyıda yırtık ve eski püskü çardaklar, kara kurum bağlamış sezonluk ocak yerleri ile küçük çadırlar da var. Bu yaka, “bakıcı maraba” denen pek çok insanın yaşadığı yer. Koyuncu ihtiyarlar, kuzucu çocuklar, deveciler, sağıcılar ve yılkıcı seyisler de bu yakada bulunur…

Büyük obanın yoksul görünüşlü yakasında bulunan kızlı erkekli işsiz gençler, didikledikleri yünü iğle eğiren yaşlı kadınlar ve ihtiyar adamların tamamı şimdi obanın zengin görünüşlü bu yakasına kulak kabartıyordu. Hepsi meraklanıyor, öylesine yaklaşıp bir süre dinledikten sonra geri dönüyorlardı. Onların tamamını heveslendirerek kanlarını kaynatan şey; yüksek bir ses tonuyla tek başına söylenerek çığırılan türküydü. Tam öğle vaktinde, oba üstündeki bulutsuz gök semaya saplanırcasına yükselen hükmedici ve güzel bir sesle söylenen türkü…

Kenardaki evlerde yaşayan herkes daha önce uzaktan da olsa bu solisti işitmiş, dinlemeyi alışkanlık edinmiş gibiydi.

Şarkıdan türküden anlamayan küçücük torununu sırtlayan yaşlı bir nine de beli bükülmüş bir hâlde aceleyle dinlemeye gidiyordu.

O nine, üzerini örten tülbendini özürlüleşmeye başlayan yaşlı kulağının ardına sıyırdı. Daha sonra başını yukarı doğru yükselterek kulağını havadaki sese dayadı. Parlak güneşten kamaşan yaşlı gözlerini sönükleştirerek, ihtiyar yüzündeki pek çok kırışığı derinleştirip kıvrım kıvrım kıvrımlaştırarak geldi. Dişsiz damağını sallayarak:

– Ya Hu! Dallı budaklı olasın türkücü beyim! Bizim gönlümüzü hoş edersin, senin gönlünü de Allah bahtiyar etsin, diye dua etti. Onun bu gidişinden hoşlanmayan Kaliyka, hayvan barınağından kızarak seslendi:

– He-e, he-e! İhtiyar hoppa, sen geride kalma! Sana söylüyor ya, mahrum kalasıca! Beni öldüreceksin, bu ne zevk sefa ya, dedi.

İhtiyar kadın istihza kokusu alsa da durmadı, yanına kendisi gibi ihtiyarlamış bir başka kadını kattıktan sonra Kaliyka’ya:

– E-e, sen de alay etmeden duramazsın ya! Öyle gözün dikili kal hayvanların başında, dedi ve yoluna devam etti. Oba büyüklerinin oturduğu ak kiyiz evlerin yanından geçti. Yöneldiği yer, ötede münferiden kurulmuş olan dört kiyiz evdi…

Bu obada konuk olan şanlı şöhretli türkücü son birkaç gündür gündüzleri bir yerlere gidip geziyor, akşamları geri dönüyordu. Üstelik tüm oba halkı “yarın evine dönecek” şeklindeki haberi işitmişti. Obadaki pek çok insan özellikle bugün söylenen şu son türküleri işitmek için hevesleniyordu. Fakat kıyıdaki gösterişsiz evler de yaşayanlar, mal bakıcıları, hizmetçi ve uşaklar bu türküleri dinlemek için ne kadar arzu duysalar da gayret etseler de dinlemeye gidemiyor, pişmanlıkla yakınış içinde kalıyorlardı.

Ayğız’ın evinin yanındaki kara evde irkit hazırlayan kadınlar sitem ediyordu. Bunlardan biri kara benizli kuru kemikli taze gelin Bayan, diğeri ise orak burunlu ve ak tenli Esbike idi. İkisinin de cılız olan yüzlerinde erken düşmüş pek çok kırışıklıkları vardı. Nice zamandır yıkanmadığı üstlerindeki kirden belli olan elbiseleri de aynı şekilde eskimişti ve yırtıktı.

Yaşıtı Esbike ile dert ortağı olan Bayan, bu obada uzun yıllardan beri koyun güden Kaşke’nin eşiydi. Esbike kara kurum bağlamış aşevinin ortasına kurulan taykazanı10 doldurmuş kurut pişiriyordu. Bayan ise seher vaktinden beri dinlenmeden bir ileri bir geri itip çektiği büyük yayıkla pişmiş sütün yağını çıkarıyor, irkit hazırlıyordu.

Kendilerinin türkü dinlemeye gidemeyişinden duyduğu pişmanlığı büyük bir hayal gibi dile getiren Bayan:

– Oyun eğlence bize mi kalmış! Ayğız hanım baybişe ile Kaliyka’dan izin istemiş de; onlar, “o ikisi çıt çıkarmadan irkit hazırlayıp, kurut kaynatsın” demişler, dedi.

Esbike kırışık solgun yüzüyle sitemkâr kabağını kaldırdı, ağır azap altında ezilerek yaşadıkları vaziyetlerine değindi:

– Bize kim türkü dinlettirecek? Kaliyka mı, Ayğız mı? Sığırları sağarız, koyunları sağarız, yayık yayarız, yağını çıkarır irkit hazırlarız, kurut kaynatırız, irimşik11 hazırlarız, bunlardan vaktimiz kalsa üstümüzü başımızı yırtık pırtık bir şeylerle örtüp tezek yaparız.

– “Ölmediğimize şükredelim” desene efendim. Herkes yattıktan sonra gittiğim, bütün gün hiç görmediğim evimi derleyip toparlamaya da fırsatım yok. Eşikten geçer geçmez yıkılıp düşüyorum, şu dağlar gibi kaskatı kıvrılıyorum.

Bayan’ın hâlini iyi bilen Esbike de dert yandı:

– Bir “halat eğir”, bir “koşum eğir” deyip, iki ayağını bir pabuca sokarlar. Daha dün bana “biçare cariye, sen niye kasılıyorsun” demesin mi, vallahi kemiğime işledi. “Şanırak deveye binip12 gelen cariye sen değil misin? Senin kocan başı bağlı kulum Başibek değil mi” dediğinde, başıma değnekle vurulmuş gibi oldum. Beni böyle cariye, o biçare Başibek’i de kul edince atar tanım atmaz, görecek günüm doğmaz oldu. Daha ne diyeyim, diyen Esbike kazanın altındaki kor ateşi maşayla karıştırırken dudağını büzüştürerek ağlamaya başladı. İçin için ağlayarak konuşmasını sürdürdü:

– Ayaklarıma kara sular indirerek yaşasam da gidecek yerim, kuracak düzenim yok. Kızım Sakış “anneciğim türküleri dinleyeyim, ben gidebilir miyim” diyerek o kadar pervane oldu ki… Nihayet ona “gidersen git küntayım13” derken şöyle bir baktım da yetişkin kız olmuş yahu. Eşikten atlatıp insan içine çıkaracak hâli yok. Üstü başı benim üstümden de kötü, it dalamış gibi yırtık pırtık, diyen Esbike gözyaşlarını durduramıyordu.

Pişmiş süt dolu yayığı ileri geri sallayan Bayan, “Kaliyka ile Ayğızlar duymasın” der gibi Esbike’ye doğru ürkerek eğildi ve fısıltıyla konuştu. Dert ortağının elemlerini depreştirdi:

– Tan yeri birazcık ağarır ağarmaz, daha çalıkuşları bile ötüşmeden kalkıyoruz. Baybişeler yatıncaya kadar, ak evlerin tünlükleri kapanıncaya kadar bir lahza diz kırıp oturmadan çalışıyoruz, herkesten sonra yatıyoruz. “Herkes yatsa da enekem14 yatmaz” dediği biziz yahu. Yaz olsun kış olsun bitkin bir durumda yaşadığımıza bakmaksızın Ayğız’ın bana “sürtük cariye” diye lakap taktığını da biliyorsun ya! “Türkü” diyorsun, türkü bizim neyimize, dedi…

İki dertli başlarındaki ağır emek, verimsiz meşakkat hâlini dile getirerek feryat ediyordu. Kunanbay’ın büyük obasındaki hayvan bakıcısı kadınların sağım işleri ile yemek hazırlama faaliyetlerini yöneten katı yürekli kuması Ayğız’ın bunların başına musallat ettiği meşguliyet azabıyla sızlanıyorlardı…

Bu kara evin bitişiğindeki üç kanatlı yırtık çadırda, tam da o anda, uzaktan şakıyan türkü sesini işiten Esbike’nin kızı Sakış yırtık bir teğelti üzerine oturmuş, kırk pare olan eski elbisesinin dizine yama yapıyor, sesini çıkarmadan öfkeyle ağlıyordu. Kıvırcık saçlı kaygılı başını iki dizine eğmiş, kendi bahtsızlığına kederlenerek yanıyordu. Pek fazla beklentisi de yoktu. Hiç değilse şu yaşlı nine İyistey gibi türkü söylenen eve gitse, eşiğin önünde otursa, kimseyi rahatsız etmeden izlese, gizli saklı gözetleyerek ev ahalisini bir görüp dinlese yeterliydi. Fakat akşam Kaliyka gelmiş ve “Ayğız söyledi” diyerek sert bir biçimde yasaklamıştı:

– “Cariye Esbike ile kul Başibek’in açlıktan nefesi kokan kızı kötü devenin teğeltisi gibi sarkan dilenci kıyafetiyle ak evlere yaklaşmasın. Türkü neyine, evinden çıkmasın” dedi, deyip gitmişti…

Türkü nağmeleri oba üstünde süzülüyordu. Fakat onu yakından dinleyemeyen, uzaktan arzulayan ve hayalini kuranlar sadece Bayan ve Esbikegil değildi. Çitlerin baş tarafında sabahtan gece yarısına kadar kısrak sağan Bürkitbay da her kısrağı sağmaya başlarken yanındaki yardımcısı genç delikanlı Baymağambet’e ağır ağır sitemlerini döküyor, üzüntülerini dile getiriyordu. “Yabancı birileri işitmesin” der gibi göz ucuyla etrafı kolaçan ederek, usulca ve yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu. Çatık sarı kaşlı, keskin bakışlı, mavi gözlü genç delikanlı Baymağambet yaşlı Bürkitbay’ın elemlerini alabildiğine dikkatle dinliyordu.

Bürkitbay:

– Türkü söylüyor! Sabah akşam türkü söylüyor… Yaz boyunca konuk olan “o türkücünün yüzünü Bürkitbay bir kere olsun gördü mü” diye sorsana! Yok, yok, yok! Görecek fırsatım hani! Tan atar atmaz getirilip bağlanan elli kısrağı günde on kere15 sağıyorum. Bütün günüm kısrağıyla beraber çit başına bağlanan urganlı aygır gibi çitlerin arasında geçiyor. “Uljan’ın obası kımızsız kalmasın!” “Ayğız’ın sabası dolu olsun!” “Konuk evindeki iki saba ağzına kadar dolu dursun!” “Kaliyka’nın evi kımızsız kalmasın” diye diye kuruttular beni. Kendin de görüyorsun ya, karanlık çökünceye kadar bu obanın kısrakları çözülmüyor. Kısrakları çözüp serbest bırakınca da soyunmaya takatim yok, eve gider gitmez yıkılıyorum, diyordu.

Uzaktan yeni bir türküye başlandığını yarım yamalak duyan Bürkitbay sağımı bırakıyor, helkisini kaldırıyor, sonraki kısrağa doğru yürüyordu. Baymağambet ise sütten kesilmeyen kulunların birini götürüp bağlıyor, diğerini çözüp getirerek sağımı biten anasını emzirtiyor, bu arada sesi hayal meyal uzaktan gelen türküyü dinliyordu. Sonrasında ise tekrar; kısrağın kasığına giren, iki elini çabuk çabuk açıp yumarak meme uçlarını çekiştirirken kendi ağır kederlerini anlatmaya devam eden solgun yüzlü yaşlı Bürkitbay’ın dertlerini dinliyordu.

Bürkitbay:

– Yirmi yıl! Var gücümle çalıştığım yirmi yıl boyunca kısrak sağdım. Semiren kim? Bürkitbay olsa ya! Ayğız’la Kaliyka bir kâse kımız verecek olsa “boğazında kalsın” diyerek teke gibi çakar da zehrini de beraber yutturur ha! Bir de “son lokman olsun, sağdığından içsen olmaz mı? Daha sağarken kısrak sütünü bitirip tüketiyorsun” diye kahkahayla gülmezler mi? Ya ben! İki dizim su içinde, urlu gibi şişti. Bu sağımdan muzdarip olan iki elim ise koyun ayağı gibi, yel durmuşçasına devamlı sızlıyor. Gece yattığımda elim ayağım sancıdığında sabahı zor ediyorum, dedi…

Baymağambet Bürkitbay’ın her günkü sağıcı yardımcısı olmasa da onun elinin ayağının hastalıklarını biliyordu. Kendisi bazen şefkatli ve merhametli bir tavırla Bürkitbay’a akıl vermek, yardım etmek isterdi:

– Bıraksana, terk etsene bu kahrolası sağımı! Başka bir iş yapsan olmaz mı Büke, derdi.

Böyle anlarda Bürkitbay gülmek istese de gülemez, elemli yüzüne birazcık olsun keyif gelmez, sadece acı bir alaycılıkla dudaklarını bükerek tebessüm ederdi:

– Oy, biçare çocuk! “Terk etmem” mi diyorum? Fakat nereye gideyim, ne iş yapayım? Çocuklarım Beysembay ile Ağay henüz çok küçük. Böyle ayağı sakat, malûl bir adam olarak başka ne işe yararım, diye cevap verirdi…

Güzel şakınan türkülerin güneşli günde süzülen sesi hâlâ gelmeye devam ediyordu. Bazen kesilir gibi olsa da çok uzamadan tekrar başlıyor; kıyıdaki kara evler tarafına, çitlerin başına, bulak kıyısına kadar şakıyarak ulaşıyor ve nice canı türlü türlü duygulara sürüklüyordu: Birden kedere boğuyor, aniden gözyaşı döktürüyor, peşinden canlanan ağır hayallerle “ah” ettiriyordu…

Nehir kıyısındaki aksak taya binen kalkık burunlu cılız çocuk Baysügir de türkü söylendiğini duyunca obanın yakınına kadar gelmiş ve durduğu yerde tayının boynuna yapışarak dinlemeye koyulmuştu. Baysügir, bu zengin obanın ta en kenardaki dört kanatlı, eski keçeli, gösterişsiz evinde yaşayan kuzucusuydu. O, bu obanın eskiden beri maiyetindeki yoksul komşusu olan, şimdi bel fıtığı sebebiyle yattığı yer yatağında günden güne sararıp solan, kızböceği gibi sağa sola dönmeden kaskatı uzanan yaşlı ve kimsesiz Baytorı’nın oğluydu. Merak ve telaş içinde kuzularla ilgilenen çocuğun boğazından bütün gün bir lokma geçmemiş olsa bile türkü dinlerken açlığını unutmuş gibi tayının üstüne yatmış ve uzun süre dinlemişti. Obaya gelip, attan inip, eve yaklaşarak dinleyemezdi. Koyunlar obadaydı. Boyunlarından birbirine bağlanmış olan koyunların arasında helkisini kaldırıp belini bükerek yürüyen, sıcak güneşin altında başı kavrularak sağım yapan yaşlı annesini arada sırada görüyordu.

Obaya gelse kuzular meleşmeye başlardı. Böyle olursa, başına gelmeyen bela kalmazdı. Bu yaz iki defa dikkat etmeyip kuzuları melettiğinde Maybasar’dan işittiği küfür ile yediği dayaklar da aklındaydı. Şimdi kalabalık kuzu sürüsü Barlıbay nehrinin kıyısında sükûnetle yatıyor gibiydi. “Meleşmezler” diye güvenen çocuk tayıyla çitlerin başına kadar yaklaşmış, türkü dinlemeye koyulmuştu. Yorgunluk ve yalnızlık bezginliği çeken küçük çocuk kendi kendisini unutmuşa benziyordu. Uyku ile uyanıklık arasında meçhule dalmış, uzun süre öylece kalakalmıştı. Türkü sesinden başka her türlü sesi aklından çıkarıp atmış gibiydi. O, bu hâlde dururken bağırarak arkasından gelen öfkeli ve sert bir ses duydu. Yüğrük ve semiz bir atla dörtnala, bağırarak ve heybet göstererek gelen yine Maybasar idi:

– Babanın… ! Başı türküde kalasıca, senin gibi sümsüğe de mi lazım türkü! Gözünü oyarım, diyerek ve uzun değnekli kamçısını havada döndürerek geliyordu. Korkusundan aklı başından uçan çocuk, can havliyle arkaya doğru irkilince düşeyazdı. Birden başını kaldırıp etrafa bakınca Maybasar’ın hiddetinin sebebini de görmüştü. Az önceki bir vakitte su kıyısında serilip yatan kalabalık kuzu sürüsü şimdi nehir gibi akarak ve yüksek sesle meleşerek obaya doğru geliyordu. Kuzularının sesini duyan birbirine bağlı koyunlar da meleşmeye başlamıştı.

Zehir saçarak gelen Maybasar “o kuzulara bakmadın, melettin” diye Baysügir’i kamçılamaya başladı. Acımadan vurduğu kamçı Baysügir’in sırtını kılıçla dilmiş gibi sızlatınca, zaten korkmuş olan çocuğun feryadı ile gözyaşı birlikte çıktı:

– Ağabey, ay! Ağabey, öldürecek misin, derken yuvarlanarak düştü tayından. Maybasar atının önüne kattığı çocuğu bir taraftan dövüyor, diğer taraftan bağırarak kızıyor, yedi sülalesinden kimseyi geride bırakmadan hakaretler ediyordu…

Kunanbay hacca gittiğinden beri bu obanın ev içindeki işleriyle ilgili yönetimi sert ve kibirli Ayğız’a, dışındaki işleriyle ilgili yönetimi ise her işe “göz kulak olan” Maybasar’a geçmişti. Maybasar, “hayvan bakıcıları ile hizmetçiler Kunanbay’ın yokluğunda gevşemesin, tembellik etmesin” diye, son yıllarda bu obanın yılkıcılarını, koyuncularını, devecilerini, kısrakçılarını ve hatta kuzucularına kadar tüm çalışanlarını her göçüş konuşta korkutuyor, canından bezdiriyordu. Küçük Baysügir bile bu yaz üçüncü kez Maybasar’ın bu hünerine muhatap oluyordu…

Kuzular meleşiyordu. Çocuğu ve atını çınlata çınlata kamçılayarak döven Maybasar devamlı bağırıyordu. Baysügir’in obada koyun sağan yaşlı annesi dövülmekte olan oğluna acıyarak can havliyle ayağa fırlamış, elindeki helkiyle birlikte seğirterek onlara doğru geliyordu. Evde yatmakta olan Baytorı da Maybasar’ın evladını yine dövdüğünü işitip rahatsız olmuş, ama yerinden kalkamamıştı:

– Muradına ermeyesin Maybasar! Küçücük evladımı yine zırlattın! Kan emici Maybasar, diye dertlenmişti.

Baytorı, biraz önce kuzuların vakitsizce meleştiğini duyunca çocuğunu düşünmüştü. “Uykusunu alamadan gitti. Uykuya mı daldı, yoksa tayından mı düştü” diye vehme kapılmıştı. Karısının da “Maybasar yine dövüyor efendim oğlanı. Küçücük çocuğumu atın önüne katışına bak hele! Biçare, zavallı biçare” diyerek koşturduğunu duyabiliyordu.

Koyunlar, ak evlerden uzakta, bu obanın gösterişsiz evlerinin de ilerisinde, Baytorı’nın evine yakın yerdeki barınaklarında sağılıyordu. “Ak evler bağrış çığrıştan uzak olsun” diyen Ayğız ve Kaliyka koyunları hizmetçi komşuların evleri civarında çatılan çitler arasında sağdırıyordu.

Yatalak olan Baytorı, kendi hastalığı sebebiyle de beddua etti:

– Ey, Öskenbay evladı! Bu rezil hastalığa senin yılkılarının ardında karlara belenip buzlara yaslanarak yaşarken kapılmadım mı? Çiy düştüğünde, kara kış gecelerinde boz kırağı kaşı gözü bürüdüğünde “ağılın önünde koyunlarını bekleyeceğim” diye yakalanmadım mı? Nesepsiz Maybasar! Zehrinle beni bitirdin, şimdi küçücük evladıma mı yettin? Tohumumun tohumuna ulaştı ya senin cehennemin! Hüda, Hüda değil! Sen oldun yahu beni kıldan ince kılıçtan keskin sıratına alan fani Hüda, kulağı kesik Hüda! Varacak yerin olmasın Maybasar! Cehennem ateşine attın bir daha, dedi… Çenesi titredi, yüzü ekşidi. Sırtüstü yatar vaziyette gözlerini kapatıp başını yumrukladı, sessizce ağladıkça ağladı…

Ayğız ve Kaliyka’nın kızgınlığına aldırmadan türkü dinlemeye giden yaşlı İyis, bu sırada konuk evlerine yaklaşmıştı.

Bu evler bütün obadan ayrıydı. Ayrıcalıklı hürmet gösterilerek ağırlanacak konuklar için kurulmuş evlere benziyordu. Dört ev arasında da germeler çatılmıştı. Altı kanatlı ve nakışlı kiyiz evi ortaya alarak kurulan bir grup evin tamamının yanında yığılı eyer takımları vardı. Bu eyer takımlarının teğeltilerine ve kısımlarına bakıldığında, alışılmış erkek eyer takımlarından ziyade kadınların bindiği türden eyer takımlarının daha fazla olduğu anlaşılıyordu. Yanları parlak gümüşlerle, nice türlü akik taşlarla bezenen kadın eyerleri çok gibiydi. Germelere bağlı duran atlara bakıldığında ise bu evlerde bulunan konukların şimdi değil, daha önceden geldiği görülüyordu.

Bu evlerin yanında ve çevresinde dolaşan kişi sayısı azdı. Sadece ateşleri yanmakta olan tandırların üstüne pek çok kazan asan ve büyük sarı semaverleri tütüterek kaynatan kadınlar görünüyordu. Yırtık elbiseli iki üç tezekçi, kazancı…

Konuksever dört evin üçü boştu. Bütün konuklar ortadaki evde toplanmıştı… Kalabalık kitleyi başına toplayan türküler daha hâlâ söyleniyor, ırgalanarak dalgalanıyordu.

Tandırların başındaki aşçılara yaklaşan İyis, semavere çalı çırpı koymakta olan kızıl saçlı kadına:

– Yeni gelen genç gelin türkü söyledi mi, diye sordu. Kadın başını çevirmeden:

– He, söyledi. Hiç durur mu dersin? Söyletmeden bırakmazlar ki, dedi. İyis imrense de şaşkınlıkla konuştu:

– Şu baybişeler bundan hoşlanmıyorlarmış ya. “Türkü söylemesin, şımarıklık etmesin” diye yasak koymuşlar diyorlardı ya…

– Onlar “söyleme” dese de, buradakiler “söyle” diyor. Onun tercihine bırakmıyor.

– Söylese keşke, kurban olayım, diyen İyis’i, onunla beraber gelen diğer nine de destekledi:

– Onun sesini bir kez daha işitsek keşke! Kendisi de ipek gibi yumuşacık mizaçlı yahu, dedi. Konuşmaya katılan diğer hizmetçi kadınlar da:

– Hepsi bir yana, bakıcı marabalar için iyi olmadı mı? “Siz, biz” diyerek aramıza giriyor, sıcaklık saçıyor, dediler ve yeni gelin hakkında güzel sözler söylediler… Yeni gelinin hizmetçisi, deminki kızıl saçlı kadın Zıliyka idi. O da bu ifadelerden haz duyarak sanki bir sırrı dile getirircesine fiskosla konuştu:

– Mizacı o kadar yumuşak, o kadar güzel ki! Ama şu evdekiler “sınırı aşmasın, evine baksın” diye kızıyorlar, dedi. Bunun üzerine diğer kadınlar damak çekerek:

– Daha gelmeden mi?

– İleride kuma olacak ya!Söyleyenler Ayğız’la Kaliyka’dır!

– Vay güzel gelin vay, dediler. Zıliyka zevkten kahkaha atarak güldü:

– Fakat burada onlara pabuç bırakan kimse yok… “Söyle, şakı!.. Üstünlük taslayanlar yanına yaklaşırsa görürler günlerini!.. Çekinme” diyerek gece gündüz tekrar tekrar türkü söylettiriyorlar, dedi. Konuk evlerinin yanına kadar gelen kadınlar evin içinden gelen yeni bir türkü sesiyle o yana dikkat kesildiler ve kapısına doğru yürüdüler.

Bu hizmetçi komşuların sözünü ettiği “genç gelin”, “türkücü gelin” Aygerim idi.

Pek çok konuğun toplandığı otağ da onun eviydi.

Abay bundan üç ay önce Aygerim’i nikâhına alarak buraya getirmişti. Başında süslü şapkası olan genç gelin, şimdi Abay’ın yanında oturuyor, konukları için türkü söylüyordu.

Bu ikilinin bu defaki konukları da farklıcaydı. Bunların tamamı havalı kızlarla gelinler ve yakışıklı delikanlılardı. Abay’ın yönettiği bu faaliyet obanın diğer faaliyetlerinden çok farklıya benziyordu. Somurtkan, katı ve kodaman obanın gidişatını türküyle, oyunla, eğlenceyle bozan bir topluluktu bu. Onun için Maybasar, Ayğız ve Kaliykalar bu topluluğu çıban gibi görüyordu. Uzaktan itham ediyorlar, ıraktan alay ediyorlardı. Bu evlere gelmek isteyen oba ahalisine kızıyor, azarlıyor, yaklaştırmıyorlardı.