banner banner banner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şafak Sancısı


    Cengiz AYTMATOV

“Hiç de kolay değildir bu tartışma.
Birlik yolu, tüm zamanlar ister güç.
Anlamamak hiç bir zaman suç değil,
anlamaya çalışmamak büyük suç”.

    Muhtar ŞAHANOV

Aytmatov: Çok rüya görüyorum. Ne hikmetse, gözlerimi yumdum mu rüyalar âlemine hapsoluyorum. Rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Sabahleyin bazen sevinerek, bazen da üzülerek uyanıyorum. Bir zamanlar acı tatlı günleri paylaştığım, ufuklarda yıldız misali parlayan değerli şahsiyetlerin rüyamda gördüğüm zaman seviniyorum. Bazen, direkt yakınlığım olmasa da gıyabında çok iyi tanıdığım büyükleri görüyorum. Hayatta hiç kimseye söylemediğim sırlarımı rüyamda onlarla paylaşıyorum. Gizleyecek ne var, bu durumumdan tedirgin olup birkaç kere doktora da gittim. Uzmanlar her şeyimin normal olduğunu, korkulacak hiç bir hususun olmadığını söylediler. Ama ben daha halen uykuya dalar dalmaz kendimi çeşitli olayların, çağrışımların içinde buluyorum…

Şahanov: Şike, ben doktor değilim, ama bence bu durumunuzla ilgili kafanızı yormanıza hiç gerek yok. Bildiğim kadarıyla bu hayal dünyanızın genişliği, belli bir şeyin tesiri altında kalmaktan kaynaklanan halet-i ruhiyenizdir.

Buradan kendi teşhisimle biraz da gözünüzü korkutayım. Eğer rüya görmez olsanız, şu anda yakalandığınız seviyede bir yazar olmaktan çıkabilirsiniz.

Gökyüzünden yıldızın kaymasına şahit oluyoruz ya zaman zaman. Kayan yıldızın en son saçtığı ışık, yere milyonlarca sene sonra ancak ulaşırmış. Bu dünyada yaşayan bazı insanlar da fani hayata elveda dedikten sonra o yıldızlar gibi insanların zihninde parlar, ışık verir. Çoktan aramızdan ayrılarak mekanlarını değiştiren yıldız şahsiyetlerin sizin rüyalarınıza girmesi, mana âleminin gözle görünmeyen ışınları vasıtasıyla gerçekleşiyor olabilir. Belki de olar hayattayken sonuna kadar götüremedikleri mühim işleri sizin tamamlamanızı, hayatın inişli yokuşlu yollarında kaçırdıkları bazı hayal-ideallerini sizin gerçekleştirmenizi istiyorlar. Onun için, rüyalarınıza girerek bu isteklerini iletiyor olabilirler.

Aytmatov: Şaka yaptığını anlıyorum. Fakat senin bu şakanda gerçek payı da yok değil. “İlyada” ile “Odisse”nin yazarı Homeros hakkında Yunun düşünürü Platon (Eflatun), “Bu şair tüm Ellada’yı eğitti” demiş. Ulu şahsiyetler bütün bir ülkenin, halkın muallimleridir.

Onların çabaları olmasaydı, kim bilir bugün bizim kaderimiz ne istikamette olurdu?

İşte böyle büyüklerden ilk tanıdığım, Kazak halkının ulu evlatlarından, bütün dünyaca ünlü yazar Muhtar Avezov idi. O zamanlar ben, Bişkek’teki Skryabin adlı Ziraat Üniversitesinde öğrenci idim. “Manas” Destanının kavga konusu olduğu yıllar… “Manas”ın geniş kapsamlı, Kırgızların tarihini millî değerlerini, kahramanlığını içeren değerli bir eser olduğu herkes tarafından kabul ediliyordu. Buna rağmen, mesele sosyalist realizm bakımından incelenmeye başladığında, kimseden çıt ses çıkmıyordu. Sebep, o devrin ideolojisi için zenginleri kötüleyen, fakirlerin aşağı seviyeli hayatını, hatta üstün sınıf insanlara karşı başkaldırmalarını kaleme alan eserlerin lazım olmasıydı. Maalesef adı geçen destanın başkahramanı Manas, zengin Jakıp’ın tek çocuğuydu ve aynı zamanda Han (ülke yöneticisi) unvanını taşıyordu. Bazı araştırmacılar (buna Kırgızlar da, Ruslar da dahil) han kelimesinden bile ürktüler. Neticede, Manas Destanına zengin- feodal (derebeyi) devrini, hanlık idare sistemini geri getirmeyi amaçlayan, avamın görüşlerine aykırı, gerici eser” denildi. Destanı bu yönüyle ele alan makaleler medyada açıkça yayınlanmaya başladı. Bu hareketler değerli destanın trajedik kaderinin ilk basamakları idi. Tabii bu arada Manası’ı koruyup kollayan birkaç makale de basıldı. Fakat onu önemseyen kimse olmadı.

Millî değerlerine sahip çıkmayı kutsal bir görev olarak bilenler, iki arada bir derede kalmıştı. Böyle bir dönemde SSCB İlimler Akademisi Kırgız Şubesi binasında “Manas” Destanı konusunda konferans olacağını ve destanın kaderinin bu toplantıda belirleneceğini duyduk. Hemen dersten sonra arkadaşlarımızla birlikte oraya gittik. Yanılmıyorsam, 1952 yılının sonbaharı idi. Biz geldiğimizde binaya girmek şöyle dursun, yaklaşmak bile mümkün değildi. Çok kalabalıktı. İçeride yer yoktu, dışarıda kalanlar “Manasımızdan etmesinler” dercesine yerlerinde duramıyorlardı; ortalık kaynıyordu.

Ben de kalabalığa karıştım. Ama yerinde duramadım. Önümdekileri ite kaka konferans salonunun kapısına kadar gittim ve kapı aralığından içeriyi süzdüm. Boynumu ileriye uzattığımda en öndeki 10-15 kişilik toplantı heyeti gözüme çarptı. Tam ortada Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri İshak Razzakov, onun sağ tarafında da alnı bembeyaz parlayan M. Avezov oturuyordu. Muhan ile (M. Avezov) yüz yüze görüşmesem de eserleriyle birlikte basılan resimlerini daha önce görmüştüm. Etrafını aydınlatıyor gibi görünen M. Avezov’un nurlu simasından bir süre gözlerimi ayıramadım. O, sırayla kürsüye çıkarak destanı hiç bir işe yaramayan, lüzumsuz olarak tanımlayanların konuşmalarını dikkatle dinliyor, ara sıra önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu.

– “Manas, partimizin bugünkü siyasetine tamamen ters düşen eser… Daha doğrusu, Pan-Türkizmin kalıntısı”, diyen tebliğcilerden biri A. Borovkov da destanı baştan sona kötülerken, salondakiler kıpırdanıyorlardı. Her ne kadar konuşulanların doğru olmadığını bilseler de, toplananlar, itirazlarını açıkça belirtmekten acizdiler. Kapı arkasından ikide bir kızgın sesler duyuluyordu. Toplananların “Manas” her halde tamamen elimizden gitti, diye kara kara düşünmeye başladığı bir anda kürsüye yavaş adımlarla M. Avezov çıktı;

– “Manas zenginleri, üst sınıf insanları öven mısraları içerebilir. Fakat bu eser, bütün bir halkın millî değerlerinin, kahramanlığının, manevi zenginliği ile derin kültürünün saf şiir diliyle ezbere söylenerek nesilden nesle aktarıla gelen muhterem bir tarihi değil mi? Bunu böyle kabul ediyorsak, Kırgız halkının hayatından ‘Manası’ uzaklaştırmakla, bu milletin dilini kökünden kesmiş olmayacak mıyız? Toplum olarak, vur diyeni öldür anlayan bu tür abartıcılıktan ne zaman kurtulacağız?” deyip biraz durakladı. Sonra az önce konuşma yapan Borovkov’a yüzünü çevirdi O da ne yapacağını şaşırmış, boynu bükülmüş bir vaziyette aşağı eğilmişti.

Muhan’ın geniş görüşlülüğü, eski ve yeni dünya edebiyatı tarihini çok iyi bilmesi, tam delil ve geniş felsefeye dayanan belagatlı konuşması, Kırgız milletinin manevi değerlerine karşı büyük saygısı ve aşırı güveni salonda yepyeni bir havanın oluşmasını sağladı. Gerçeği söylemek gerekirse, “Manas” Destanının “kara listenin” haricinde kalması M. Avezov’un yukarıdaki tarihî konuşması sayesinde oldu. Onun, gönüllere hitap eden savunma mahiyetindeki konuşmasını dikkatle dinleyen İshak Razzakov da memnuniyetini kafasını sallamakla belirtiyordu. “Manas’ın” paha biçilmez değerde olduğunu bilmesine rağmen sert siyasetin çemberinden çıkamadığı, onun her halinden belliydi. Meşhur destanı açıkça savunduğu için, Taşım Bayjiyev gibi aksiyoner insanların daha önce hapis cezası alması, tehlikenin ne denli feci olduğunu gösteriyordu zaten… Konferans sona erdiği anda dışarıdan “Müjde! Müjde! Manas’ı kurtardık! Muhtar nerede? Seni doğuran anneye ve tüm Kazak halkına canımız kurban! Aksarbas! Aksarbas! [Müjdeli haberi duyururken kullanılan bir tabir (Ç. N.)]” sesleri yükseldi. Sevinçten ağlayanlar, ağlayıp sevinenler; ortalık kaynıyordu.

Şahanov: O yıllarda, zengin derebeyilerini medhettiği bahanesiyle Kazakların nice kıssa, destan ve halk edebiyatının güzel örnekleri kara listeye alınıp arşivlere gömüldü. Bazıları yok edildi. Burada bir şey aklıma geldi. M. Avezov’un olur olmaz bahaneyle suçsuz yere iki yıl hapiste oturup, hürriyetine yeni kavuştuğu sıralarda, -güvenliğin gözetimi altında bulunan- ona duyduğuma göre Devlet Güvenlik Komitesinden tanımadığı bir kadın telefon açmış ve “Ne yapıp yapıp bugün buraları terkediniz. Biraz çabuk olmazsanız iş işten geçmiş olacak. sizi tutuklama kararı hazırlanıyor” demiş. Muhan (bu haberi alır almaz) o günün akşamı Moskova’ya uçmuş. Moskovalı dostlarının yardımıyla tahkikattan kurtulmuş. M.G.U.’ya (Moskova Devlet Üniversitesi) profesör olarak alınmış. Bütün bunlardan sonra diyorum ki, böyle karma karışıklığın ortasında hayatını tehlikeye atarak “Manas”a sahip çıkmaya çalışması, bir kahramanlık örneği değil de nedir?

Aytmatov: Ev-e-e-t… Yukarıda sözünü ettiğim “Manas” konferansını kapı aralığından dinledim dedim ya. 30 sene sonra “Manas” Destanının ilk baskısına editör olarak Mukaddime yazacağımı, dünya çapında düzenlenecek toplantılarda onunla ilgili konuşma yapacağımı o zaman aklımın ucundan bile geçirememiştim…

Büyük üstad M. Avezov ile ikinci defa görüşmem çok ilginçtir. Moskova M. Gorkiy Dünya Edebiyatı Enstitüsü Yüksek Edebi Kursunda öğrenciydim. Mihail Dudintsev’in “Ni Hlebom Edinım” romanı yeni yayınlanmıştı, Edebiyat ortamında bu eserle ilgili şoklar yaşanıyordu. Kimisi romanı övmeye kelime bulamıyor, diğer bir taraf da, tam tersine, eserin çok kötü olduğunu söylüyordu. Kamuoyundaki bu tartışmayı durdurmak ve belli bir karara bağlamak amacıyla Merkez Edebiyatçılar Evi’nin küçük salonunda bir toplantı ilan edildi. Ben erkenden gelip bir yere oturdum. Protokole edebiyatın (ve diğer alanların) en ileri gelenleri yerleştiler. Salon o kadar doluydu ki, bazıları pencere önüne, bazı kimseler de yere gazete sererek oturmuşlardı. Edebi tartışmanın biteceği yoktu. Söz ustaları peşi sıra kürsüye çıkıyor, fikir mücadelesi yapıyorlardı. Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilemiyorum, bir ara kapı tarafına bakmıştım. Kalabalığın içinde M. Avezov’un hasret olduğum yüzünü gördüm. Biraz geç gelmiş olacak… Protokoldekiler Muhanı görmemişler veya görseler bile o kalabalıkta içeriye geçmek imkansızdı. Onu öyle ayakta görünce yerimde rahat edemedim. Anlaşılan ne içeri girebiliyor ne de dışarı çıkabiliyor. Derken ara verildi. Salon çok havasızdı. Hava almak için millet dışarıya koyulduğu zaman, ben de itişe kakışa Muhan’a yetiştim.

İki elimle elini sıkarak selamlaştım ve hemen:

– “Muhtar Ağa, size yer var. Benimle gelir misiniz?” deyip kendi yerime kadar götürdüm.

Muhan, gösterdiğim yere yerleştikten sonra bana biraz şaşkınlıkla bakarak:

– “Oğlum, kimsin sen? Nerelisin?” diye sordu.

– “Kırgızistanlıyım. Burada Edebiyat Enstitüsünde okuyorum,” dedim.

– “Ha, demek öyle! Şimdi her şeyi anladım. Sağ olasın yavrum. Bahtın açılsın,” deyip bana merhamet dolu bakışlarını uzattı.

Benim için bundan daha güzel bir dua olamazdı.

Sen kendin hiç görüştün mü Avezov ile? O vefat ettiği zaman yaşın küçük olsa gerek ama…

Şahanov: Vefatından bir kaç ay önce, Şımkent Kurşun Fabrikası Kültür Sarayında “Abay Yolu” romanı hakkında iki günlük okuyucular konferansı düzenlenmişti. Konferansa, Muhan, Almatı’dan özellikle gelip iştirak etmişti. Vilayetimizde herkesçe tanınan, Mamıtbek Kaldıbayev isimli şair bir arkadaşım var idi. O, “Abay Yolu” konferansına benim için davetiye göndermiş. Dünyaca ünlü yazarı o zaman ilk defa gördüm. Konuşmasından tut, oturması, kalkması, hatta memnuniyetini izah ederken parmağıyla burnuna dokunarak “Pali, pali!” (“Vah, vah” anlamında kullanılan tabir) diyerek gülümsemesi, herşeyi ve herşeyi benim gibi gençlerin çok ilgisini çekmişti. Maviye çalan gri renkli bir ceket giymişti. Kitaplarında gördüğüm resimlerine kıyasla biraz zayıf, yüzü solgun görünmüştü. O sıralar “Albay Jolı” sonraki “Ösken Örken” adlı yeni eserini yazıyormuş. Belki de ondan çok dalgın idi…

Konferans bitince yazarın imzasını almak için sıraya girdik. O kalabalıkta, ilerleye ilerleye yazarın yanına ben de yaklaştım. O zamanlar “Albay Jolı” ile “Enlik-Kebek” eserinin bazı bölümlerini ezbere biliyordum. Bildiklerimi yazarın önünde söylemek isteyip kendimi zorlamama rağmen cesaretimi toplayamadım. Bir yandan da utandım. Diğer taraftan benden sonra sıraya dizilenler acele ediyorlardı.

– “Adın ne, oğlum?” dedi Muhan eline verdiğim kalınca roman kitabının ilk sayfasını açarken Muhtar.

“Babam sizin kitabınızı okuyunca, size saygısından dolayı bana bu ismi vermiştir demek istedim. Fakat yine cesaret edemedim

Yazar, yüzüme sevgiyle baktı. Kafasını salladı ve yazmaya başladı. “Bala Muhtar’a ata ( Muhtar’dan. En içten sevgilerimle…” deyip imzaladı. Yazısı biraz kötüymüş. Böylece bu büyük sanatkarla ilk ve son defa görüşmüştüm.

Ben Şımkent Pedagoji Enstitüsünde öğrenciyken Adil Ermekov adında bir yaşlı hocamız vardı. İlginç bir şey, bu hocamız M. Avezov’un “Albay Jolı” romanını ezbere söylüyordu. Hani Sayakbay Karalayev var ya, onu hatırlatan fenomenin bir parçasıydı sanki. Sizin “Samanyolunuz”daki birçok monologları da ezbere biliyordu. Öğrencisi olduğum için benimle de gurur duyuyor olmalıydı ki benim delikanlı çağımda yazdığım bir kaç şiirimi de özenle okuyordu. O hocamızın kendi ağzından duyduğum bir vakayı anlatayım.

M. Avezov, hayatının son yıllarında yeni bir roman yazmak amacıyla güney Kazakistan’a sık sık gelirmiş. Adil Ermekov bir görüşme esnasında Muhan’dan duyduğunu şöyle aktarıyor:

Kanış Satbayev [Kazak Jeoloji ilminde büyük başarıları elde etmiş bir âlim (Ç.N.)] ile M. Avezov Leningrad’ta öğrenciyken bir çingeneye fal baktırmışlar. Çingene Kanış Satbayev’in avucuna bakarak:

– “Çok zorlu zahmetler çekeceksin. Hepsinin üstesinden gelecek, meşhur bir âlim olacaksın,” der.

M. Avezov’un avuçlarına bakınca bir süre sessiz kalır. Biraz düşündükten sonra;

– “Sen de büyük bir adam olacaksın. Tüm dünya tanıyacak seni. Fakat çok ağır ve girift yollardan geçeceksin. Birkaç kere hayati tehlike atlatacaksın. Külfetli devrelerin sonunda itibarın yükselecek. Üç defa evleneceksin. Ecelin de bıçak olacak,” der. Ağzının içine bakarcasına konuşmasını dinleyenlere M. Avezov;

– “Hayatımın çok zahmetli ve tehlikeli geçtiği doğru. Ortalığın karıştığı o devirde ‘vatan haini’ iftirasıyla idam edilebilirdim. Tesadüf eseri kurtuldum. Meşhur olacağıma dair yorumu da -yarı yarıya dahi olsa- gerçekleşti. Çok büyük birisi olmasam da insanlar tarafından az çok biliniyorum… Üç evlilik meselesi de aynen oldu. Ecelimin bıçaktan olacağını söylemesi son zamanlarda biraz korku salıyor içime. Akşam geç saatlerde dışarı çıkmamaya, yalnız kalmamaya dikkat etmeye başladım,” demiş.

Şike, M. Avezov’un Kremlin Hastanesinde ameliyat olurken hayata elveda dediğini herkes biliyor. Yani rahmetlinin eceli yine bıçaktan olmuş.

Aytmatov: Ah, şu kader! Muhan ile en son 1961 yılında, hastaneye yatmadan az önce, Moskova Otelinde karşılaşmıştım. Kendisini o anda çok sevinçli gördüm. Memleketten getirdiği Kazı, Kartayı [KartAytmatov: Haşlanmış at işkembesi. Kazak sofrasının en meşhur soğuk yemeklerinden olup kıymetli misafirlere ikram edilir (Ç. N.)] iştahla yiyip, çay içmiştik. Baba oğul gibi samimi muhabbete dalmış, gece saat 01:00’a kadar oturmuştuk.

“Kuntsevo hastanesine yatacağım. Doktorlar Polip diyorlar. İyi huylu tümör imiş.

Gücüm kuvvetim yerindeyken bir an önce kurtulayım diye düşündüm” demişti. Kıymetli üstadı son defa gördüğümün, elinden ikramını bir daha tadamayacağımın, sesini son defa duymakta olduğumun farkında değildim o zaman. Ertesi gün -aklımda hiç bir şey yok- ben Fvunze’ye gittim…

Şahanov: Muhan’ın meşhur Fransız yazarı Louis Aragon’un, Moskova’ya geldiğinde özel ziyafet verdiğini duymuş muydunuz?

Hayır duymadım. Ancak ikisinin çok samimi arkadaş olduklarını biliyordum.

Şahanov: Muhan dış görünüşü itibarı ile iri-yarı, çekici bir yapıya sahipti. Louis Aragon hürmetine tertiplenen ziyafete Dinmuhammed Konayev ile Kanış Satbayev de katılmışlar. Allah rahmet eylesin, milletimizin gönlünde ebediyete kadar yaşayacak olan bu iki büyük şahsiyet de uzun boylu, geniş gövdeliydiler, hem pek yakışıklıydılar. Onların yanında uzun boylu cüsseli bir delikanlı da varmış. Dördünün de bir erkeğe has vücut yapısına sahip olmaları ve ferasetli görüşleri Louis Aragon’un dikkatini çekmiş;

– “Kazakların hepsi sizler gibi iri yarı mı oluyor?” diye hayretini gizleyemeyerek sormuş.

– “Evet, evet, bizim insanımız hep uzun boylu olur. En kısası benim”, diye cevap vermiş Muhan şakayla. Louis Aragon söylenenlere inanmış tabii. Çok hayret etmiş. Tam o sırada odaya ülkemizin ideoloji yöneticisi -adını söylemeye lüzum görmüyorum- millî sanat değerlerimize yararından çok zararı dokunan kısa boylu birisi girmiş.

– “Ama bu istisna,” demiş, Muhan, lafın altında kalmadan.