banner banner banner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şafak Sancısı

M. Avezov’un meşhur “Abay Jolı” adlı eserini Fransızcaya tercüme eden Louis Aragon’un, sizin eserlerinizi de dikkatle incelemesinin Muhan’ın vesilesiyle olduğu belli.

Bununla ilgili Kırgızistan Halk Yazarı Junay Mavlyanov’un hatıratından alıntı yapmadan geçemeyeceğim:

“Issıkgöl kenarında bulunan geniş yazlığının baş köşesinde Muhan, Sokrates’in alnına benzeyen geniş alnını ara sıra el ayasıyla sıvazlıyor, konuştukça konuşuyordu. Konu edebiyat ve sanata kaydığında, evvela Aytmatov’dan bahsetmeye başladı:

– “Şu anda Orta Asya ve Kazakistan’da, hatta tüm Sovyetler Birliği genelinde Cengiz ayarında bir sanatkar yoktur.”

“Ben Lenin ve Devlet Ödüllerini belirleme komitelerinin üyesiyim. Dolayısıyla çokları tarafından övülen bir çok eseri okudum. Şunu itiraf etmeliyim ki bunlardan hiç birisi “Cemile” ile rekabet edemiyor. Bu görüşümü SSCB’nin en önemli gazetelerinde de altını çizerek belirtmiştim. Belki de okumuşsunuzdur. Buna rağmen, kendi aramızdan, benim Fransız dostum Louis Aragon kadar Cengiz’in kıymetini anlayan, onu haketteği şekilde medheden ve onun eserleri hakkında geniş çaplı görüş bildiren kimse çıkmadı. Kırgız kardeşlerimizin yıllardır Kazaklarla Alatav ve Isıkgöl’ü paylaşmaları, ortak olarak sahiplenmeleri gibi, bundan sonra Cengiz’i de iki halkın ortak evladı sayarak, hep beraber onunla gurur duyarsak, kıskanmazsınız. Allah nazardan saklasın” deyip sözünü samimi dilekleriyle noktaladı Muhtar Ağa.

Bugünlerde Kırgız edebiyatının patriği olarak anılan saygıdeğer insan Tügelbay Sıdıkbekov Aksakal’ın “Dağ Arasında” adlı iki ciltlik romanı ile sizin “Cemile”niz aynı anda Lenin Ödülü yarışmasına sunulmuştu. Tabii karar anında hem ödül komitesinin üyesi hem de Tüken’in çok samimi arkadaşı olan M. Avezov’un ağzından çıkan bir tek cümlenin bile ne kadar büyük rolü olduğu belli. Adaletin ölçüleceği böyle önemli bir karar anında, Muhan’ın kılı kırk yararcasına adil davrandığını Tügelbay Sıdıkbekov’un kendisi anlatıyor. Diyor ki; “10 Nisan 1969. Ödül komitesinin toplantısında, yarışmaya katılanlar arasından oylamaya tabii tutulan birkaç eser seçildi. Dağ Arasında’ya sıra gelince, ben, kural gereği dışarı çıktım. Salon kapısı az açık kalmıştı. İçeriden “Geniş çaplı sosyal bir roman!” diyen Nikolay Semyonoviç Tihonov’un sesi duyuldu. Demek o, beni savunuyor. Arkasından Sergey Sergeyeviç Smirnovun; “Muhtar Omarhanoviç, siz bu romanı orijinalinden okudunuz. Dolayısıyla sizin kararınız oylamada ağır basacak” dedi, boğuk bir sesle.

Muhan buna karşılık, “Ben Cemile’yi tercih ediyorum” diye cevap verdi.

Aytmatov: Cemile yayınlanır yayınlanmaz Literaturnaya Gazeta’da [Edebi gazete (Ç.N.)] M. Avezov’un çok kısa bir makalesi basıldı. Az ama öz olan makalenin son derece iltifatla, itinayla yazıldığı belliydi. Bu, bir nevi büyük yazarın bana duasıydı. Aynı zamanda, üstadın karşısında kendi sorumluluğumu hissettiriyordu. M. Avezov’un, benim kendime olan güvenimi pekiştirmede büyük bir payı vardır. Arkasından SSCB genelinde dağıtılan bir gazetede “Botagöz-Bulak” adlı uzun hikâyem basıldığında da Muhan’dan; “Cengiz, eserini baştan sona okudum. Çok beğendim. Senin adına seviniyorum. İstikametinden yılma” diyen bir telgraf almıştım. Benim için kıymetli bir yadigar olan telgrafı daha halen arşivimde muhafaza ediyorum. Muhan’ı 1960’ların başında Bişkek’e geldiğinde evime davet etmiştim. Ünlü yazarın geleceğini duyunca anam Nagima çok heyecanlanmıştı. Evi silip-süpürüp, salonun baş köşesine minderlerini sermiş; sofrayı önceden hazırlayıp en değerli, en lezzetli yemekleri yapmıştı. Büyük oğlum Sancar o zaman daha çocuktu. Annem yemek telaşıyla mutfakta iken, oğlum sofraya konan kırmızı elmaları babaannesinden gizlice yemiş, kalanını da dışarıdaki komşu çocuklarına götürüyormuş ki suçüstü yakalanmış. Tam elmayı alacakken anam onu görmüş, paniğe kıpılmış. “Misafire ikram edeceğim elmadan eser bırakmamış şu çocuk. Hay Allah, ne yapacağım şimdi, ne yapacağım?” deyip çocuğu kulağından çektiği gibi salondan çıkardığı anda eve Muhan girmiş. Annem ile torununun yaptıklarına katıla katıla gülen üstad: “Ne olursunuz, benim hatırıma bir kere kızmayınız çocuğa” deyip yaramaza arka çıkmış. O zaman, Kırgızların meşhur “Manasçısı” Sayakbay Karalayev ile kapı komşusuyduk. O günün akşamı, sofra başında, dostlukları ta eskilere kadar dayanan iki büyüğün tatlı sohbetinin şahidi olma şansını elde etmiştim. Misafirler hava almak için dışarı çıktıkları zaman anam en küçük torunu Askar’ı, Muhan’ın oturduğu koltuğa ikide bir yatırıp kaldırıyordu. Anamın bu yaptığı da yazarın dikkatinden kaçmamıştı. “Adettir bu. Bebişimin gelecekte sizin gibi saygın bir insan olmasını ümid ediyorum” demişti annem. Muhan ise, kafasını sallayarak memnuniyetini belirtmişti.

Şahanov: Muhan’ın, Sayakbay Karalayev’i kendi arabasıyla Almatı’ya götürüp Kazak Devlet Üniversitesi öğrencileriyle özel bir program düzenleyerek, toplananlara; “Kırgız ile Kazaklarda mohikanların en sonuncusu, bu gördüğünüz şahsiyettir. Doya doya görün, dinleyin” deyip Manas’ı söyletmesi, neredeyse bir tarihçedir.

Yazarın, hayatının son yıllarında Issık Göl’deki yazlığına sık sık gelerek, Manas hakkında -Sayakbay ile Böltirik pehlivanın da katılımını sağlayarak- hacimli, epik bir roman yazmak için kaynak toplamaya başladığını çoğu kimse bilmiyor. Fakat yazarın bu güzel projeyi gerçekleştirmeye ömrü vefa etmedi. Kaderin hükmüne boyun eğmekten başka çare mi var?

Geçtiğimiz yıllarda -ben o zaman “Jalın” dergisinin editörü idim- Louis Aragon’un evlatlığı Jan Rista misafirim olmuştu. Alatav’ı gezerken sohbet sırasında Jan Rista, Louis Aragon’un sizi 20. yüzyılın paha biçilmez şahsiyeti olarak tanımlayıp değer verdiğini sık sık tekrarlamıştı. Çok uzun olan iyilik yoluna ilk adımınızı attığınızda, sizi destekleyen iki üstadınıza karşı vefa borcunuzu siz de ödemeye çalışıyorsunuz. Louis Aragon’un vefatının ardından onunla ilgili makale yazmakla kalmadığınızı, merhumun anısına Paris’e gidip saygı duruşuna iştirak ettiğinizi biliyoruz. Bir zamanlar siyasetin boz bulanık gündemine konu olan, ideolojik yönünden gerici eser olarak addedilen M. Avezov’un Kıylı Zaman (Bulanık Devir) adlı romanını okuyucuya tekrar kavuşturmada ne kadar alın teri döktüğünüzü de herkes bilir. Roman Novıy Mir (Yeni Dünya) dergisinde yayınladıktan sonra sarfettiğiniz emekten dolayı tüm Kazak halkı size karşı minnet duymuş, vefakarlığınızı alkışlamışlardı. Toplumda nice insanlar var ki, dostlukları köprüyü geçinceye kadar sürer. Kıymet bilmezlik sizin için asla söz konusu olamaz. Siz her zaman tevazu ile zirvede olan bir ahlakı temsil ediyorsunuz.

“Yabancı bir ülkeye sefere çıktığımda daima beraberimde götürdüğüm iki millî cevherim var. Onlar, “Manas” ve Muhtar Avezov.

“Siz Kazak mısınız yoksa Kırgız mı?” diye soranlara bu iki millî hazineden bahsediyorum. “Bu ikisi, benim halkımın sembolleridir” demekle de yukarıdaki görüşümü vurgulamaktasınız.

Aytmatov: Bu sadece insanlığın gerektirdiği bir ölçüdür, yani insana insanca cevap verme çabasıdır. Yoksa, adları geçen iki şahsın da bana yaptıkları iyiliklerin yüzde birini bile ödeyememişimdir.

Şahanov: Ben Kazakistan’ın Kırgızistan Büyükelçisi olarak atanıp Bişkek’e geldiğimde, bir şeye çok üzüldüm.

Aytmatov: Nedir seni üzen?

Şahanov: Ünlü Manasçı Sayakbay Karalayev ile görüşemediğime üzüldüm. Rejisörlüğü ülke genelinde herkesçe bilinen T. Ökeyev, B. Şamşiyev ve M. Ubukayev gibi yönetmenlerin yaptığı belgeselden, Sayakbay Karalayev Manas’ını birçok kere seyrettim. Destanı söylerken, olayların gelişmesine göre ozanın ses tonunun değişmesi, dinleyeni hayrette bırakan ozanlık kabiliyeti beni de çok etkilemişti. Sayakbay’ın sesindeki akılcılık o kadar büyülemişti ki beni, gönlümdeki coşkuyu dizginleyemeyerek ağlamıştım. Sonradan, hanımım Kanşayım’ı, genç yaşta vefat eden şair arkadaşım Jolon Mamıtov’un eşi Mendi ile çocukları Aygerim ve Azamat’ı da yanımıza alarak meşhur Manasçı’nın mezarını ziyaret etmiştik.

20. yüzyılın ender rastlanan şahsiyeti Sayakbay Karalayev hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?

Aytmatov: Birkaç yıl önce Seken ile birlikte Şu ilçesine gitmiştim. Bir anda tüm ilçe halkı Karalayev’in geldiğinden haberdar olmuş. Millet uzak yaylalardan, dağ köylerinden hatta çitliklerden; kimisi arabayla, kimisi traktörle, kimisi de yaya akın etmeye başladı. Karalayev’ın jırlarına hasret kalanlar o kadar çoktu ki, merkez kolhoz kulübü tıklım tıklım doldu. Gelenlerin yarısından çoğunun dışarıda kaldığını görünce, S. Karalayev, Manas’ı dışarıda, açık havada, milletin ortasında söylemeye karar verdi. Sayakbay kulüp binası önündeki merdivene, toplanalar da yere oturdular. Bazıları da at üstünde, kamyonlara çıkarak dinlediler. Ozan durmadan söylüyor, ağzından jır değil sanki bal akıtıyordu. Biraz sonra ufuktan yavaşça ilerleyen bulut tam tepemize geldiğinde, sağanak yağmaya başladı. Karalayev yağmurla yarışırcasına jırlamaya devam etti. Ben üstümdeki yeni takım elbisemin kirlenmesini düşünerek telaşa kapılmış olmalıyım ki, biraz çıkıntılı olan kulüp çatısının altına sığınmışım. Baktım ki, benden başka kimse yerinden kımıldamıyor. Utancımdan tekrar geri döndüm. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam ıslanmaya ve üstlerine başlarına çamurun bulaşmasına aldırış bile etmeyen halk, Manasçı destanı bitirene kadar kıpırdamadan dinledi…

Bu anlattığımdan bir kaç sene önce vuku bulan ilginç bir olayı da arz edeyim burada. Sene 1959 idi. Moskova’dan yeni mezun olup memlekete dönmüştüm. Ülke Parti Okulu dinleyicileri Kırgız’ların Sayakbay Karalayev ve Karamolda Orozov gibi meşhur isimleriyle özel bir görüşme programı düzenlediler. Parti Okulu dinleyicileri arasında, Kırgızlardan başka Rus, Alman vs. bir çok milletten insan vardı. Manasçıların ve atışmacı şairlerin çoğu Rusça bilmezdi. Ben tercüman tayin edildim. Program devam ediyordu. Sıra Sayakbay’a gelince, onu soru yağmuruna tuttular.

– “Manas’ı, söylemeye kaç yaşında başladınız?”

– “İlk öğretmeniniz kimdi?”

– “İnsan hafızasında bunca uzun destanı nasıl tutabilir?”…

Suallerin ardı arkası kesilmiyordu.

“Çocuktum. Bir gün koyun otlatırken, bir kavak ağacının altında uyuya kalmışım. İkindi vaktinde at toynaklarının sesinden sıçrayarak uyandım. Yarı uyanık halde, at üstünde iri yarı birisinin bana doğru koşarak gelmekte olduğunu müşahede ettim. Adamın elindeki mızrak güneş ışınlarıyla parlıyordu. Bindiği at da o kadar gösterişliydi ki; küheylandı adeta. Yanıma geldiğinde, atının dizginlerini çekerek durdurdu:

– “Ey oğul, hayrola nedir bu yatışın?”

– “Uyuyakalmışım.”

– “Senin ağzına kutsi bir görev verilecektir. Bundan sonra Manas’ı söyleyeceksin. Hadi, aç bakayım ağzını!”

Ağzımı açmamla adamın ağzıma idrarını yapması bir oldu. Ağzım köpürüyordu, neredeyse boğulacaktım… Gelen kişi, kaşla göz arasında kayboldu. Gelen kimdi? Cin miydi, melek miydi yoksa Hızır mı, bilemem. Bildiğim tek şey, o andan itibaren ben Manas’ı jırlamaya başladım…”

Karalayev durmadan konuşuyor, ben de kelimesi kelimesine çeviriyordum. Olay anlattığım noktaya geldiğinde nasıl tercüme edeceğimi bilemedim, çok zorlandım. Olduğu gibi aktarsam ayıp olur diye düşündüm. Çünkü salonda kadın dinleyiciler de çoğunluktaydı. Bir de, başka milletten olanlar ervahin [Kazak ve Kırgızlarda ölenlerin ruhuna aşırı saygı gösterilir. Bunlardan yardım, destek umma inancı mevcuttur. (Ç.N.)] Hızır’ın ne olduğunu anlayamazlardı. Çaresiz kalınca yukarıdaki olayın püf noktasını “Ağzıma tükürüverdi” diye tercüme ettim. Bu ifadenin bile dinleyicileri aşırı etkilediğinin farkındaydım.

Aradan uzun seneler geçti. Bunları hiç kimseye anlatmamıştım. Bunları yakın zamanda, Belçika’da yapılan bir programda, Karalayevle ilgili yukarıdaki olayı olduğu gibi anlattım.

Bir Fransız yazarı hayretlerini gizleyemeyerek; “Bu güne kadar neden bunu açıklamadınız? En çekici noktası da bu değil mi?” dedi bana.

Şahanov: Dünya halkları folklorunda nice aşk ve kahramanlık destanları, kıssalar ve hikâyeler mevcuttur. Ama onların hiç birisi hacmi bakımından Manas Destanıyla kıyaslanamaz. Meşhur Homeros’un İlyadası ile Odise’sini üst üste koyduğunda bile, Manas, aşağı yukarı 20 misli hacimli. Hindistanlıların gurur kaynağı olan Mahabharata da Kırgız destanından 2.5 misli küçüktür. İşte bu muhteşem destanı Kırgız’ın tahsilsiz, okuma yazma bilmeyen, meşhur jırcıları (ozanları) altı ay boyunca söyleyip bitiremezmiş. Hafızanın harikuladeliği karşısında şaşmamak mümkün değil. Bu kadar bilgiyi insan beyni nasıl kaldırabilir? Her devrin Manasçıları –jırçıları- destanı hafızalarına kaydetmişlerdir ve nesilden nesle miras olarak aktaragelmişlerdir. Kırgızların, dünyadaki feraset sahibi milletlerin arasında önde gelenlerden sayılması, işte bu geleneksel hafıza sayesinde gerçekleşti. Ne yazık ki bazı devirlerin manasçılarının adı tarih sayfalarında kalmamıştır. Bunun sebebi, onların her birinin Ulu Destanı gelecek nesle emanet etmeyi kendilerine kutsal bir borç olarak bilmeleri olabilir. Son asrın bilinen en güçlü Manasçılarının sayısı 40’ı aşıyor. Onlardan biri, deha şahsiyet diyebileceğimiz Sağımbay Orazbakov. Zamanının zirve jırcısı sayılan S. Orazbakov 1930’da, 63 yaşında, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. O hayattayken, 180 bin mısralık destan halk edebiyatına sahip çıkmak isteyen birkaç kişi tarafından yazıya geçirilmiştir. O zamanlar günümüzde olduğu gibi ses kaydedecek teknoloji yoktu. Jırcı yavaş yavaş başlayıp gittikçe manaya, muhtevaya inerek yarışmaya katılan at gibi tam hızını alacağı sırada onu durdurup, söylediklerini yazana kadar bekletmek, ozana hakaret gibi görülmüştür. Sağımbay öyle öfkeleniyormuş ki bu duruma, kendini zor frenliyormuş.

Burada, destanın günümüze kadar ulaşmasında büyük katkıda bulunan Balık ile Keldibek, Toğolok Moldo ile Moldobasan, Jüsip Mamay ile Seydene gibi vefakar insanlara gelecek nesil adına teşekkür etmek borcumuzdur, görevimizdir. Bunlardan Kırgız Edebiyatının zirve şahsiyeti Toğolok Moldo (1860-1972) Manas’ı jırlamakla yetinmemiş, aynı zamanda bizzat yazıya geçirmiştir. Kendi ismi Bayımbet imiş. Fakat hemşehrileri genç yaşta okuma yazma öğrendiğinden dolayı “Moldo” [Moldo: Molla, hoca demektir. (Ç.N.)]; tombiş tipine bakarak “Toğolok” [Yuvarlak manasında(Ç.N.)] ismini takmışlar. Ölümüne kadar Toğolok Moldo olarak bilinmiş, edebiyatta da bu ismi ile zikredilegelmiştir.

Şair-ozanın memleketi Narın vilayeti, Akdala kazası, Kurt-ka köyünden Bermet Jüsüpjanova adında bir kadın, geçenlerde beni ziyaret ederek Toğolok Moldo’nun Arap harfleriyle, okunaklı bir şekilde, kendi eliyle yazdığı el yazması eserini bana takdim etti. Müstesna şahsiyetin değerli mirasını elime alıp baktığımda, kendisi söylediği Manas nüshası olduğunu hemen anladım.

– “Bu eseri Millî İlimler Akademisine götürseydiniz,” dediğimde, misafirim;

– “Bir zamanlar, Şokan Valihanov ile Muhtar Avezov gibi, Kazak halkının namuslu evlatlarının Manas bilimine çok büyük hizmetleri olmuştu. Bu kıymetli eseri, o büyüklerimize ve size karşı hürmetimin ifadesi olarak kabul etmenizi istiyorum. Bundan sonra kime verecekseniz, nereye götürecekseniz, o sizin bileceğiniz bir iştir. Ben güvenilir ele emanet etmekle üzerimdeki yükten kurtuldum,” demişti.

Yakında bu emaneti Kırgız Millî İlimler Akademisine götürmeyi düşünüyorum.

Aytmatov: Muha, bu da Kırgız halkının size itimat ettiğini ve sizi kendilerinden bir parça olarak kabullendiklerini gösteriyor. Aslında, halk edebiyatının nice cevherlerinin daha tamamen toplanmadığı da acı bir gerçektir.

Şahanov: Jırcılar arasında, akıncı hükmünde olanı Sayakbay Karalayev olduğunu belirtmiştik. Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in “Kırgızların Mikelanjelosu” dediği T. Sadıkov’a, Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev adına “Parasat Nişanı” takdim etmiştim. Asya’da ve ülkelerde de otoriter olan heykeltıraş Turğınbay Sadıkov, Sayakbay heykelini nasıl yaptığını bana şöyle anlatmıştı:

Manas’ın dev heykelinin iki yanına, onu destan diliyle hayat-dar eden sanatkarların heykellerini yapayım dedim. Proje gereği, 1970’lerde Mohikan’ların sonuncusu sayılan Sayakbay aksakalla çok görüştüm. “Taştan insan çıkarmak” hiç de kolay değil, hele yapacağınız heykelin Sayakbay jırcınınki olduğunu düşünün. Sayakbay aksakal ile bahçeyi gezdim. Evinde oturdum, sohbet ettim. Onun taşı dile getirecek bir ânını yakalamak epey yoruldum.

Normal hayatta orta boylu, uysal görünümlü, pek sessiz bir adamdı. Sayakbay Aksakal. Onu bu suretle heykele geçirmenin hiç bir manası yoktu. Doğrusu ne yapacağımı şaşırdım.

Sayakbay Ağa, “Manastan bir parça söyler misiniz?” dedim zorda kalınca.

Kudrete bak, Manasçı gözümün önünde değişiverdi. Az önceki uysal görünümden eser kalmadı. Jırlamaya başladı, söyledikçe coştu, coştukça bakışlarında sanki şimşekler çakıyor, omuzlarını silkerek, iki eliyle değişik hareketler yapıyordu. Manas’ın Konırbay ile savaşını jırlarken o kadar hızlı hareketler yaptı ki, adeta fırtına kopmuş da, hortuma yakalanmış gibi hissettim kendimi. Manasçının yüzüne baktığımda onun bu dünyadan sıyrıldığını, destan kahramanlarıyla bütünleştiğini farkettim. Önümde oturanı jırcı olarak değil de kâh Bakay ihtiyar, kâh Sırğak ile Almambet ve daha sonra Şuak ile Er Kökşe olarak görüyordum. Jırın akışına göre, Sayakbay aksakal farkında olmadan göz yaşlarını döküyor, sırıl sıklam terliyordu. Gökte aradığımı yerde bulmuştum. Hemen heykelin taslağını çizdim. Sevincime diyecek yoktu.

Kırgız’ın dağları ile bozkırını bağrına basmak istercesine kucağını açarak iki kolunu havaya kaldıran Sayakbay’ın ilhamlı ânının taş sureti, Bişkek’teki Toktağul Satılganov Devlet Filarmoni binası önünde meşhur destanın ölümsüzlüğünü haykırırcasına dikilmiş.

Evet, Şike, Kazak ve Kırgızlar’dan çıkan dehalar saymakla bitmez. Şifahi edebiyatımızın meşhur temsilcilerinden Jambıl Jabayev onlardan biri. Kırgızlar ile Kazaklar’ın ortak şairi olarak bilinen Jambıl, hayatının son dokuz yılında Kazaklarda daha önce hiç görülmedik bir itibar kazanarak “20. Yüzyılın Homeros’u” adını almıştı.

Aytmatov: Haklısın. Jambıl Halk arasındaki yeri itibarı ile de, yaşadığı devrin kültürel ortamında da eşine ender rastlanan insanlardandı.

Şahanov: 1938 yılında, Gürcülerin büyük şairlerinden Şota Rustaveli’nin Kaplan Postuna Bürünen Bahadür Destanının 750. yıldönümü kutlanıyor. Programda Kazakistan’ı Jambıl idaresindeki edebiyatçı ve sanatçılardan oluşan bir heyet temsil ediyor. Jambıl’ın yanında ünlü şair ve bestekâr, kendinden birkaç yaş küçük olduğu için kardeşi gibi gördüğü Kenen Azirbayev de bulunuyor. O seferde, 92 yaşındaki Jambıl, güzel bir Gürcü kızını görür görmez ona aşık oluyor. Gönül ferman dinler mi hiç? Kaşlarını oynatarak salına salına yürüyen genç kızın cazibesine kapılan ihtiyarın içi kan ağlıyor.

Aytmatov: Hay Allah desene!

Şahanov: Bir şiirimde bu olayı konu almıştım. Müsadenizle okuyayım: