banner banner banner
Türkçeyle Yaşamak
Türkçeyle Yaşamak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçeyle Yaşamak

Nevşehir’den İzmir’e

– Ailenizin Nevşehir’den ikinci ayrılışı ne zaman olmuş?

– Ortalık düzelince tekrar babam ve ağabeyim İzmir’e gittiler. İzmir’deki işlerini açmak istediler. Karaburun, Urla, Turgutlu gibi yerlerde yine toptancı ticaretine başladılar. Bir sene sonra bizi istediler. 1928 yılı idi. Ben hatırlıyorum, küçük bir çocuktum; aşağı yukarı 6-7 yaşlarında bir çocuk. Yani ben o yaşa kadar Nevşehir’deydim. Neyse efendim, yola koyulduk ve Aksaray’dan otobüsle Konya’ya geçtik. Konya’dan da trene bindik, iki günlük bir yolculuktan sonra İzmir’e gittik. İlk defa treni gören bir çocuk için çok güzeldi tren yolculuğu. Ama trende aynı kompartımanda oturan bir hanımın dikkatsizliği yüzünden parmağım, şu orta parmağım trenin kapısına sıkıştı ve kopacak hâle geldi. İzmir’de 2-3 ay onun tedavisiyle uğraştık.

– İz kaldı mı Hocam elinizde?

– Pek değil. Belki şurada biraz bir iz var.

– İzmir’e geldiniz. Sonra?

– Evet, İzmir’e geldik. Üzerimde upuzun bir entari, aşağıya kadar. Basmadan bir pantolon. Nevşehir’de don diyorlar ona. Nevşehir bir Orta Anadolu ilçesi olduğu için orada uzun bir don giydirirlerdi bize. Üzerine de bluz falan gibi bir şey. Ben İzmir’e o kılıkla geldim. Hâlbuki İzmir modern bir yer, herkes kısacık elbiseler giyiyor, kısa kollu, kolsuz. İzmir’e gelince, tabii o kılık yadırgandı. Hemen çıkardım, attım. Yeni kumaşlar alındı. İki üç tane elbise diktirildi. Ben değişik giyinmeyi severdim. Kısa kollu olduğu için çok da sevinirdim. Nevşehir’de kısa kollu giyme imkânı yoktu. Ondan sonra kendime geldim, çünkü sokağa çıkmaya utanıyordum.

– İzmir’de nereye yerleştiniz, eviniz nasıldı?

– Babam ve ağabeyim bize Namazgâh’ta, Namazgâh Camisi’nin arka bahçesinin karşısında güzel bir ev kiralamışlar. Kirası da ucuz değildi. Sonradan eş dost dediler ki, “Bu kadar pahalı evde oturulur mu?” Aylığı yirmi lira. O zamana göre kıymetli bir para. Çünkü beş liraya evler vardı. Ben evi gördüm, şaşırdım. Ev çok güzel. Öyle bir ev tutmuş ki babam ve ağabeyim, Nevşehir’de öyle bir ev bulmamız mümkün değil. Her ne kadar evimiz yeni yapı idiyse de Nevşehir’deki ev ile kabil-i kıyas değildi. Şöyle merdivenden çıkıyorsunuz, yeşil demir kapıdan bahçeye giriyorsunuz. Yerler İtalyan parke taşları ile süslenmiş, ortada bahçe ve bir havuz… Havuzda fıskiyeler, kırmızı balıklar. Havuzun etrafında kerevetler ve çiçekler. Güller, karanfiller… Bir tarafında Osman Ağa suyu… Köşede, asmanın altında kanepe. Bahçede erik ağacı, kayısı ağacı falan… Yani çok süslü bir yer. Odalar da çok güzel. Ortada kışlık bir oda. Sonra mutfağa, mutfaktan da alt bahçeye geçiliyor. Ev sahibimiz İhsan Hanım teyze çok zarif bir İzmir hanımefendisi. Bir oğlu İstanbul’da yüksek ticaret lisesinde okuyor, iki kızı Mesude ile Nermin de kendi yanında. Eşi öldükten sonra kendisine gelir getirsin diye evini ikiye bölmüş, kiraya vermiş. Üst taraftaki iki katlı bölümde kendisi ve çocukları oturuyordu. Aşağı taraftaki üç oda, bize yani kiracıya aitti. Beş altı merdivenle bahçeye iniliyor. Biraz önce bahsettiğim ön bahçeye. Ondan sonra diğer kısımlara gidiliyor. İhsan Hanım teyzenin evine bizim evden bir merdivenle de çıkılıyordu. Ara kapıyı kapatmışlar; onların oturdukları ev, cumbalı idi. İhsan Hanım teyze dantel örme gibi el işleri yapardı. Öğretmenlikten emekli bir hanım. Hatta yıllar sonra üniversite tahsili yaptığım sıralarda İzmir’e gittiğimde – o zaman başka bir semtte oturuyorduk – benim geldiğimi işitmiş, hoş geldine gelmişti. O kadar tatlı bir hanımdı.

– Babanız İzmir’de hangi işle meşguldü?

– Babam İzmir’de de ticaretle uğraşıyordu, ağabeyimle birlikte. Büyük işleri vardı. Üç dört tane mağaza yan yanaydı İzmir’de ve daha sonra Urla’da. Üstlerinde de kocaman bir levha vardı, upuzun… Muhsinzade Yusuf Hüsnü ve Mahdumu, diye kocaman bir yazı levhası. Üzüm ticareti yaparlardı; incir, zeytin vs. de satarlardı; ayrıca bakkaliyeleri vardı, gündelik ihtiyaçları karşılamak için.

– Hocam, İzmir’de Nevşehir’e göre bambaşka bir hayat var. Bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

– İzmir’e geldiğim zaman gördüm ki Nevşehir’le İzmir arasında hayat şartları bakımından çok büyük bir fark var. Nevşehir’de geceleri her yer zindan gibi… Bir yere giderseniz fener kullanmanız lazım. Her ailenin bir feneri olurdu. O fenerle bir mahalleden bir mahalleye geçilirdi. Ama gündüzleri çok güzel olurdu. Yemyeşil her taraf. O kepez taşlarıyla yapılmış evler, kaleden aşağıya doğru Nevşehir’e bir canlılık veriyordu. Bir de Kadrah denilen bölgede çok güzel bahçeler vardı. Modern binalar yoktu, o günün şartlarıyla yapılmış binalar vardı. İzmir’de bizim oturduğumuz ev Namazgâh’ta bir caminin arka bahçe kapısının karşısına düşerdi. Sırayla cumbalı evler vardı. Her evde su akardı. Ama Nevşehir’deki evde su, musluk falan nerede? Ancak mahalle çeşmesinden testiyle su taşınırdı. Tabii bu büyük bir fark. O dönemde Nevşehir elektriği bile olmayan bir Orta Anadolu ilçesi. En büyük ilçelerden biri olmasına rağmen, daha elektrik bile bağlanmamıştı. İzmir’de geceleri sokaklar sabit havagazı fenerleri ile aydınlatılırdı. Akşam yaklaşırken ellerinde özel ince sopalar olan görevliler o fenerleri, bir yerlerine dokunarak açarlar; sabahları da yine bir yerlerine dokunarak fenerleri söndürürlerdi. Sonra, Nevşehir ile İzmir arasındaki kılık kıyafet farkları da önemlidir. Nevşehir’de genellikle yeni yetişen kız çocuklarına pantolon gibi don giydirirlerdi. Ben İzmir’e geldiğim zaman babam ve ağabeyim, hemen bu donları çıkarmamı istediler. Yeni yeni kumaşlar alındı, terziye gidildi, elbiseler yapıldı.

İlkokul Yıllarım ve Urla

– İlkokula nerede başladınız Hocam?

– Urla’da. Biz İzmir’de Namazgâh’taki evde dokuz on ay kaldık. Ama babamla ağabeyimin işleri Karaburun’da, Urla’da olduğu için ev ikiye bölünüyor, olmuyor. Hadi Urla’ya taşınalım dediler. Urla’ya taşındık. Ben ilkokula 1929 yılında Urla’da başladım. O zaman Urla’da üç ilkokul var, bizimki en büyük ilkokul, beş sınıflı. Diğer iki okul üçer sınıflı. Dördüncü sınıfa geçenler bize gelirlerdi. İlkokul birinci sınıfta Ahmet Bey diye bir hocamız vardı, çok efendi bir insandı; babamın da ahbabıydı. Okul müdürü Hilmi Bey de babamın arkadaşı, ahbabıydı. Okula kaydoldum ama sokağa o kadar bağlıydım ki… Sokakta kalmayı, çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Hiç unutmuyorum, birinci sınıfta kaytarıyorum, kaytarıyorum, sokağa gidiyorum, sokakta oynuyorum ve geç kalıyorum okula. Bunun üzerine, anneme, babama haber vermişler. Bu kız okula gelmiyor, geç geliyor, geç kaldım diye sokağa gidiyor, demişler. Bunun üzerine, bir gün babam çıktı geldi. Beni sokakta yakaladı, kulağımdan tuttu, eve getirdi. Anneme çabuk, dedi, önlüğünü giydir, saçını başını derle topla, çantasını ver, doğru okula gidecek. O kadar sinirli ki hiçbir şey söyleme imkânı yok. Neyse postane önünden Kapanönü’ne, oradan çarşının içinden geçerek gidiyoruz. Hiç konuşmadan gittik, gittik, gittik. Okulun önüne geldiğimiz zaman eline bir kâğıt kalem aldı, müdüre hitaben bir pusula yazdı. “Bunu müdürüne vereceksin, ondan sonra da hemen sınıfına gideceksin, bu son olsun, bir daha görmeyeyim.” dedi.

– Çok korktunuz tabii.

– Tabii korktum… Neyse elime aldım pusulayı, gittim. Fakat onu müdüre verdiğim zaman ne olacak, ne duruma düşeceğim diye o kadar titremişim, o kadar korkmuşum ki? Önce sınıfa gideyim, dedim. Sınıfa gittim, ikinci ders zili çalmış. Öğretmenimiz, çok olgun bir insandı. “Oo, yine geciktin sen.” dedi. Bütün sınıf kahkahayı bastı. O kahkaha bana çok dokundu. O oldu, bir daha geç kalmadım. O pusulayı da vermedim müdüre. Babam sorduğu zaman “Veremedim, çok çekindim.” dedim. Neyse bu bende öyle bir etki yaptı ki artık okula en erken gidenlerden biri oldum. Okulda üç dört kişi varsa beşincisi mutlaka bendim. Şuna kani oldum ki eğer bir aile çocuğunun durumuyla yakından ilgilenirse onun bir hatasını gördüğü zaman tedbirini alabilir. Önceden tedbir alırsa birçok yanlışlıkların, birçok üzüntü verici durumların önüne geçebilir.

– Çok doğru Hocam. Siz de yaptınız mı çocuklarınıza, takip ettiniz mi kendi çocuklarınızı?

– Onlar muntazam devam ederlerdi. Otomobille giderlerdi. Bizim komşumuz bir Zehra Hanım vardı, kolejde öğretmen. Onun bir oğlu, bir kızı, iki de benim oğlum vardı. Bir araba tuttuk, bir kişi daha belki vardı. İşte beş altı kişi alıyordu taksi. Onun için her gün gidiyorlardı muntazaman.

– Kaçamıyorlardı.

– Kaçamıyorlardı, kaytarma imkânı yoktu.

– Hocam, ilkokul öğretmeniniz Ahmet Bey’di. Biraz da öğretmenlerinizden söz eder misiniz?

– Ahmet Bey birinci sınıfta öğretmenimizdi. İkinci sınıfta Münevver Hanım diye sarı saçlı, çok güzel tatlı bir öğretmen geldi. Ahmet Bey’in bana karşı tutumu nedir, herhangi bir fikrim yoktu. Ama Münevver Hanım çok ilgilenirdi benimle. Bir gün bahçede gezerken, “Gel.” dedi, “Senin ceplerini sökeceğim.” Niye sökeceğini bilemedim. Hep elimi cebime sokuyordum, alışkanlık hâline gelmişti. Bu alışkanlığımın farkına vardığı için, bunu engellemek istedi ve ceplerimi söktü. “Tamam, bundan sonra elini sokacak bir yer yok.” dedi. Çok ilgilenirdi benimle.

– İlkokulda dersleriniz nasıldı?

– Bir gün okul toplantısı oluyor, durumumu öğrenmek için babam gitmiş, okula sormuş, nasıl diye. “Oo, çok iyi, çok memnunum.” demiş. Babam geldiği zaman sordum: “Öğretmenimle görüştünüz mü, ne dedi?”, “Senden çok memnun, iyi çalışıyormuşsun.” dedi. Bu benim üzerimde öyle bir yapıcı etki yaptı ki bundan sonra, ben daha çok dikkat etmeye ve daha çok çalışmaya başladım. Zaten çalışmayı seven bir insandım, fakat oyuna düşkünlüğüm yüzünden zaman zaman kaçtığım olurdu.

– Başka hocalarınız?

– Efendim, üç, dört ve beşinci sınıflarda benim hocam olan bir hanım vardı. Feriha Barlas. Fevkalade iyi öğreten biriydi. O mezun etti beni ilkokuldan. İstanbulluydu. Çok zarif, genç bir hanımdı. İzmir Kız Lisesinden mezundu. Sonra öğretmenlik sertifikası almış. İlk defa hocalığa başlamış. Bizim fakültedeki Profesör Mebrure Tosun’un arkadaşıymış. İki kardeşi vardı, elektrik fabrikası kurmuşlar, orada çalışıyorlardı. Babası da reji müdürlüğünden emekliydi. Benim babamın arkadaşıydı. Daha doğrusu babamın dükkânına gelir, otururlardı, sohbet ederlerdi. Bir gün babam okula gelmiş, Feriha Hanım’la konuşmuş, beni sormuş, nasıl bizim kızın durumu diye. Feriha Hanım, “Çok iyi, çok memnunum, kafalı ve çalışkan bir kız.” demiş. Babam, “Hocan senden çok memnun; çalışkanlığı sakın bozayım deme.” Bana ondan sonra bir güç geldi… Demek ki bir insanı teşvik edici sözler söylenirse bunun çok olumlu etkileri oluyor. Aman hocama mahçup olmayayım diye çok iyi çalışırdım, vazifeleri yapardım. Üç sene okuttu beni.

– Yıllar sonra hiç görüştünüz mü ilkokul öğretmenlerinizle?

– İzmir Kız Lisesine gittiğim zaman tatillerde ara sıra gelir, Feriha Öğretmenimi ziyaret ederdim, çok memnun olurdu.

– İlkokulla ilgili başka neler hatırlıyorsunuz Hocam?

– İlkokulu Urla’da bitirdim. Urla’da okul hayatı çok iyiydi. Müdürümden memnundum, hocamdan memnundum. Yalnız kötü bir huyum vardı; sınıfta arka sırada hep ayakta dururdum. Boyum uzundu ya, boy sırası yapıldığı zaman arkaya düşerdim. Enerjim çok fazlaydı herhâlde. Öğretmenim otur kızım derdi, otururdum, biraz sonra yine kalkardım.

– Anneniz mi babanız mı uzun boyluydu Hocam?

– Annem daha uzun boyluydu… Sonra, isterdim ki hep derse kalkayım. Çalışırdım, derse kalkmak isterdim. Bir de akşamları babam beni dinlerdi. Bugün ne öğrendiniz, hoca size ne öğretti diye sorar, ben de anlatırdım.

– Bu çok güzel bir yöntem Hocam.

– Evet, beni dinlerdi, anlat bana derdi. Ben babama anlatırdım. O anlatış, zannediyorum bende konuşma melekesinin düzelmesine, iyileşmesine, düzgün konuşmaya fırsat hazırladı.

– Anneniz ilgilenir miydi bu okul meselesiyle?

– Hiç ilgilenmezdi. Babam ilgilendiği için annem başka şeylerle uğraşırdı. Annem yalnız yedirsin, içirsin, giydirsin; o işlerle meşgul olurdu. Ama babam benim okul durumumla çok yakından ilgilenirdi.

– Hocam, sınav sistemi nasıldı ilkokulda, hatırlıyor musunuz?

– Hocalar teker teker çağırırlardı, sorular sorarlardı, cevap verirdik. Mezuniyette bir heyet olurdu. O heyet, teker teker alır içeriye, heyetteki hocalar soru sorarlardı. Zaten ben başarılı bir öğrenciydim ve bütün sınıfları birincilikle bitirdim. Yalnız hiç unutmuyorum, mezuniyet sınavları sırasında bana bir elbise dikiliyordu. Yeni elbisenin hevesiyle dersleri biraz ihmal etmiştim. Yine de başarılı oldum.

– Hocam, okumaya yeni yazı ile başladınız tabii.

– Evet… 1929’da ilkokula başladım. O zaman harf inkılabı yapılmıştı. 1934 yılında da birincilikle mezun oldum. Yeni yazıyı öğrendim. Yalnız, akşamüstleri biz okuldan çıktığımız zaman, halk gelirdi, hanımlı erkekli gruplar. Bizim öğretmenlerimiz onlara yeni yazıyı öğretirlerdi, ders verirlerdi. Millet Mektepleri açılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum. Benim ağabeyimin hanımı Şadiye yengem, o zaman Millet Mekteplerine gidiyordu. Yeni harfleri öğrenmeye çalışırdı.

– Hocam, hep el yazısı yazıyorsunuz. İlkokuldan gelen bir alışkanlığınız olmalı. Biraz da zor okunuyor yazınız. Mesela 8’lerinizi 9 diye okuyorum. İkisi birbirine çok benziyor.

– Ben eskiden beri böyle yazarım; doğru, biraz zor okunur yazım.

– İlkokul kıyafetiniz nasıldı?

– Siyah önlük, beyaz yaka takardık. Her pazartesi hoca gelirdi. Kontrol ederdi, yakamızı takıyor muyuz, dişlerimizi fırçalıyor muyuz, fırçalamıyor muyuz? Ellerimize, tırnaklarımıza, hatta bazen saçlarımıza bakarlardı. Acaba saçlarımızda bit var mı diye. Bazı öğrencilerde bit oluyor tabii. Her sene değilse bile iki senede bir önlük yapılırdı. O önlüğü tertemiz giyerdik. Lisede formamız lacivert etek, beyaz bluz ve siyah çoraptı.

– Sınıfınız kalabalık mıydı?

– Sınıfımız pek kalabalık sayılmazdı. Otuz beş kırk kişi. İki bölümdü okulumuz. Bir ve ikiler ön tarafta, üç, dört ve beşler arka taraftaki bölümde ders görürlerdi. Kapıdan girdiğimizde çiçeklerin bulunduğu geniş bir bahçe ve bir ana bina vardı. Ana binanın üst katı müdür odasıydı. Etrafında ve alt katta da sınıflar bulunurdu. Bir de arka tarafta bir bölüm vardı, arka bahçeden gidilirdi. Orada da üç sınıf vardı; üçüncü, dördüncü, beşinci sınıflar. Ben birinci sınıfla ikinci sınıfı, asıl binanın ikinci katında okudum. Daha sonra da ek binada…

– Erkek-kız karışık mıydı sınıflarınız Hocam?

– Bizim zamanımızda erkek-kız karışıktı. Koca koca çocuklar vardı. Demek ki zamanında mı gitmemişler, ne olmuş? Yahut boyları uzundu. Hatta annem, kızım derdi, erkek çocuklarla fazla arkadaşlık etmeyin, aman ha. Kim bilir nasıl bir şüpheye kapılıyordu? Bir defasında, teneffüsteydik. Hiç unutamıyorum, müthiş bir patlama oldu okulda. Dehşetli bir an yaşadık. O büyük çocuklardan biri, elindeki bir şeyi patlar mı, patlamaz mı diye sobaya atmış. O zamanlar soba ile ısınıyorduk. Sobaya atmasıyla birlikte öyle bir gürültü, öyle bir patlama oldu ki bütün sınıflara sirayet etti. Aşağı yukarı on beş yirmi gün başka bir yerde ders yapmak zorunda kaldık, okul onarılıncaya kadar. Bir de öğretmenimiz bazen bizi alırdı, arka kapıdan çıkarırdı; çam ağaçlarının bulunduğu geniş bir saha vardı, oraya gider, ders yapardık. Bize teneffüs yaptırırlardı, nefes aldırırlardı.