banner banner banner
Türkçeyle Yaşamak
Türkçeyle Yaşamak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçeyle Yaşamak

– İlgi çekici bir uygulama.

– Ciğerlerimizi kontrol ediyorlardı. Böyle mezura ile burayı (göğsünü göstererek) ölçerler, geniş nefes al, bol nefes al, falan diye nefes aldırırlardı. Biz de almaya çalışırdık.

– İlkokulda hangi derslerde başarılıydınız veya hangi dersleri severdiniz?

– Dördüncü ve beşinci sınıfta matematiğe Müdür Bey geldi, Hilmi Bey… Orta yaşlı biriydi. Çok iyi öğretirdi; kendisi de iyi bir insandı. Ben çok severdim onu, dersinde de çok başarılıydım. Bizden bir yıl önce benim kız arkadaşım Mehpare’nin bir ablası varmış, Hatice. O da çok çalışkanmış. Hilmi Bey, dalgınlıkla hep beni Hatice diye çağırırdı. Hocam, ben Hatice değilim, Zeynep’im derdim. Affedersin, der, sonra yine “Gel Hatice, sen gel.” derdi. Arkadaşlar yapamayınca beni çağırırdı. Matematiği çok severdim, ama bütün dersleri severdim. Tarih, coğrafya, Türkçe… Hepsini severdim; hepsinden de aldığım notlar çok iyiydi.

– Sanat derslerine ilginiz nasıldı Hocam? Resme, müziğe ilginiz oldu mu?

– Müziği severdim ama fazla başarılı olamazdım o tür derslerde.

– Resimde?

– Anlatayım. Hiç unutmuyorum, bir ara bağda idik. Bağımız vardı, bağ tutmuştuk daha doğrusu. Bağda kitap okurken canım sıkıldı. Oturdum, bir resim çizdim. Öyle güzel olmuş ki öğretmen gördüğü zaman, “Bu resmi sen mi yaptın?” dedi. “Ben yaptım Hocam, kitaptan baka baka yaptım.” dedim. “Bravo!” dedi. Yani resme karşı ilgim vardı. Müziği de severdim ama fazla meşgul olmadım. Cumhuriyet Bayramı’nda bana şiir okuturlardı, meydanlarda falan. Daha ziyade öteki derslerle haşır neşir olurdum. Birincilikle bitirdim ilkokulu.

– Halk oyunlarıyla aranız nasıldı?

– Şekerim, Urla’da dördüncü, beşinci sınıflarda bir arkadaşım vardı, aynı mahallede otururduk. Zaman zaman harmandalı oynardık. Erkek arkadaşım çok güzel oynardı. Bize söylendiğine göre oyunun hikâyesinde öldürülen kişi onun babasıymış. Arkadaşımda böyle bir eksiklik ve çekingenlik vardı, adını da unuttum şimdi. Ama biz arkadaşımızın babası diye oyunu severdik. İlkokuldayken oynardım, ortaokuldayken unutmaya başladım.

– Hocam, ilkokul arkadaşlarınızla daha sonra haberleştiniz mi veya bugün mesela benim ilkokul arkadaşım diyebileceğiniz kimseler var mı?

– İlkokulda belediye reisinin bir kızı vardı, Pervin. O da İzmir Kız Lisesine gelmişti, oradan mezun oldu. Hatta biz Ankara’ya gelirken beraberdik. Galiba onun alanı tabiat bilgileri, biyoloji idi. O alandan girdi Gazi Eğitim Enstitüsü sınavına. Ben de Türk Dili ve Edebiyatından girmiştim. İlkokuldaki diğer arkadaşların birçoğu ilkokuldan sonra okumadılar. Urla’da ortaokul yok, lise yok. Dışarıya, ilçe dışına gönderme imkânı da yok. Ben ilkokulu bitirdiğim zaman, ortaokula gitmeyi çok istedim. Annem istemiyor, ağabeyim istemiyor. Babam “Okursun kızım, hiç merak etme, seni okuturum.” dedi ve biz Urla’dan İzmir’e geldik. İzmir’de bir oda tuttuk. Daha doğrusu, bir evin bir odasını.

– Urla nasıl bir yerdi Hocam?

– Urla, İzmir’in çok yakın bir ilçesi olarak günün şartlarına göre medenî bir şehirdi. Urla’nın ılık bir havası vardı. Burada Yunan işgalinden sonra çok büyük hadiseler olmuş. Yangın yerleri almış, yürümüş. Birinci Dünya Savaşından sonra özellikle İstiklal Savaşında çok tahribata uğradığı için Urla’nın yarısına yakını yangında yıkılıp dökülmüş durumda idi. Daha önce İzmir ve çevresinde Yunanlılar varmış. Onlar Batı Anadolu’dan giderken her tarafı yakıp yıkmışlar. Bu bakımdan yangın yeri çoktu. Bizim oturduğumuz mahallenin karşı taraftaki kesimi tamamen yangın yeri durumundaydı. Hatta birçok kimse, o yangın yerlerine gömülü paralar bulurlarmış. Ayrıca Yunanlıların vaktiyle gömdükleri, sonra gelir alırız diye gömdükleri altınlar ele geçmiş diye söylenirdi, ama bilmiyoruz ne dereceye kadar doğruydu. Tabii o yıllarda, radyo yok, televizyon yok, bir şey yok. Meraklı olanlar ud dersi alırlardı. Bir hanım vardı, Musevîlikten dönme. Bir Türk’le evlenmiş. Adı Esma Hanım. Çok zarif, güzel bir hanımdı. Bizim ev sahibimizin kızı Canan abla -on sekiz, yirmi, yirmi iki yaşlarında- bu Esma Hanım’dan hep ud dersi alırdı. Bize bazen ud çalardı. Akşamları aileler toplanırlar, sohbet ederlerdi. Akşamları aile toplantılarında bazen çocuklara masallar anlatılırdı. Bir de hanımlar akşamüstleri kapının önünde otururlardı, masallar, hikâyeler, kader tutmalar (Şose kenarında bu otomobil geçerse ne olacak, şu geçerse ne olacak gibi…) vesaire… Zamanlarını değerlendirmek için herkes eline dantelini alır, nakışını alır otururdu.

– Siz de yaptınız mı hiç el işi; nakış, örgü falan?

– Ördüm, kazak ördüm. Ama evde yengem vardı, daha çok onlar örüp bana veriyorlardı, giydiriyorlardı. Daha sonra da yapmadım böyle işler.

– Belli yaşlarda böyle şeylere hevesleniyoruz ama bir müddet sonra o heves gidiyor Hocam.

– Öyle, yani bir de zamanın gereği olan bazı şeyler var. Bakıyorsunuz bir zaman moda olmuş, üzerine düşüyor, yapıyorsunuz. Aradan zaman geçtikten sonra tavsıyor, heves kaçıyor, ondan sonra da yapılmıyor. Başka şeyler geçiyor onun yerine. El işini daha çok annem yapardı. Annem bir dantele başladı Urla’da, hiç unutmuyorum, neymiş ben evlendiğim zaman oda takımı hazır olacakmış. Bir buçuk karış genişliğinde oda takımı danteli… Sanırım iki buçuk üç yılda tamamlandı.

– Çeyizinize de mutlaka koymuştur anneniz.

– Maalesef bana kısmet olmadı yaptıkları. Ağabeyimin küçük kızı Nigâr’a verildi. Çünkü ben istemiyordum öyle sedirli falan evleri. Selanik’te Atatürk’ün evini gezmeye gittiğimde oradaki dantelleri görüp pişman oldum. Atatürk’ün evinde ne güzel halı yastıklar, danteller vardı. Onları gördüm ve dedim ki hiç kıymet bilmiyoruz. Bizim evimizde de olacaktı ama ben sediri ne yapayım, koltuk alırım, istemem, dedim. Bunun üzerine -o sırada yeğenim evleniyordu- yeğenime çeyiz olarak veririz, dedik. Sonra İstanbul’a yeğenim Nigâr’ın evine gittiğim zaman gördüm, öyle güzel olmuş ki oda. Nigâr, “Bak hala, sana yapıldı, bana kısmet oldu.” dedi. Misafir odasına koymuş yastıkları, süslemiş. Bayağı imrendim oraya gittiğimde. Keşke vermeseydim, diyecek hâle geldim. Annem hazırlarken ben gülerdim, ne yapacağım bunları diye.

– Şimdi onlar çok değerli ama.

– Eskiler çok değerli. Zamanı geçti, modası geçti diye bırakıyoruz. Hâlbuki güzel yapıldığı zaman her şey hoş olur. Annem üç sene uğraştı onu yapmak için. Daha sonraki yıllarda benim evleneceğime yakın, yatak takımına, yastıkların etrafına falan dikmek için küçük danteller ördü. Hatta yaz tatillerinde ben de ördüm, hâlâ onlardan bir kısmı duruyor. Nişanlandıktan sonra da ördüm. Efendim, şimdi artık geçti modası. Her şey zamanında gerek, biliyor musunuz?

– Onları da mı dağıttınız?

– Onları ablama verdik. Ablam içinden seçmiş beğendiklerini; beğenmedikleri kalmış. Ben de bir kısmını Ankara’ya getirdim. Evlendiğim zaman misafir odasındaki koltukların üzerine örtü yapmıştım. Evlendiğimde artık öyle sedir medir yoktu. Koltuklar ve üstlerinde de annemin sandığından aldığım çevreler vardı. Kocaman bir bohçanın içinde bir sürü çevre…

– Hocam, Urla’da insanlar neyle geçimlerini sağlarlardı?

– Urla’da çoğu kimsenin bağı vardı. Yazın herkes bağa gider, bir tek fert bulunmazdı. İlçenin içi bomboş olurdu. Yalnız memur aileleri, on-on beş memur ailesi kalırdı. Ticaretle uğraşan dükkân sahipleri, esnaflar olurdu. Sessizlikte bütün her yerde cırcır böceklerinin sesi duyulurdu.

– Urla’da bağınız var mıydı?

– Bağımız vardı ama biz oranın yerlisi olmadığımız için bağı kira ile tutmuştuk. Biz de yazın bağa giderdik.

– Bağ uzak mıydı Hocam?

– Biraz uzaktı. Arabalarla, eşeklerle, atlarla falan gidilirdi bağa. Herkesin durumuna göre. Fakat bağlar şenlikti. Sanki bütün Urla halkı bağa göçmüş gibi olurdu. Orada çardak yaparlardı mersin dallarından. Bizim de iki çardağımız vardı. Birisinde annem, babam, ben yatardık, diğerinde de ağabeyimle yengem yatardı. Ayrıca bir de bağ damımız vardı, taştan yapılmış. Bağlar şenlikli olurdu. Canlı, hareketli. Akşamları domuz gelmesin diye bütün bağ sahipleri ellerine bir çomak alırlar, bir de teneke alırlar, boyuna teneke çalarlardı. Çünkü gece domuzlar bağları harap ederdi. Üzümlerin olmasından sonra domuza karşı bağları, teneke çalarak korurdu mal sahipleri. Akşamları bütün insanların ellerinden sopa ve teneke eksik olmazdı.

– Hocam, topladığınız üzümü ne yapardınız?

– Zamanı geldiğinde kuruturduk. Benim babam ticaretle uğraştığı için bütün oradaki bağcılara üzerine üzüm sermek için özel hazırlanmış gri renkte kalın kâğıtlar verirdi. Ayrıca birtakım kimyevî maddeler ve ilaçlar da satardı. Üzümler ilaçların katıldığı sulardan geçirilerek ve o kalın kâğıtlara serilerek kurutulurdu. Üzüm de Nevşehir’de falan olduğu gibi hemen koparılıp kurutulmak üzere serilmezdi. Onun bir usulü vardı. Potasyumla, kükürtle birtakım ilaçlar yapılır, ona bandırılır, o şekilde kurutulurdu. Efendim, babam tüccar olarak onları toptan sattığı için bilirdik. Kükürt, potasyum vs. bağcılara verilirdi. Bağlara iyi bakılmazsa floksera hastalığına tutuluyor, bağlar da hiç mahsul vermez duruma geliyordu.

– Hocam pekmez yapar mıydınız?

– Hayır, Urla’da kimse pekmez yapmaz. O, Nevşehir’de yapılırdı; Nevşehir’de yerleşmiş bir âdetti.

– Babanızın bağcılara ilaç vs. sattığını söylediniz. İşleri iyi miydi babanızın?

– Evet, ticaretle uğraşırdı babam. Önceleri işleri iyiydi. Çiftçiler, bağcılar babamdan ilaçları alırlardı krediyle. Babam ve ağabeyim çiftçiye kredi açıyor, veresiye veriyor, mevsim sonunda mahsulü aldıktan sonra paralarını alıyorlardı. Babam bu yüzden bir defasında da iflas etti. 1932-34 senelerindeydi herhâlde… Bağlara floksera hastalığı geldi ve bütün bağları kastı kavurdu. Bir yıl hiç mahsul vermedi. Sonra altmış yetmiş bağcıya kredi açtı babamla ağabeyim. Mahsul olmayınca o sene paralarını alamadılar. İkinci sene de çivi çiviyi söker kabilinden, dediler ki biz şimdi kredi vermezsek çiftçi çok kötü durumlara düşer. Böylece ikinci sene de kredi açtılar, ikinci sene de hiç mahsul olmadı. Babam çok büyük zarar gördü. İnanır mısın o kadar müşkül durumda kaldılar ki… Alacaklarını peyderpey aldılar. Bir kısmından çok az aldılar, bir kısmından hiç alamadılar. Üç beş bağcıya değil, altmış yetmiş bağcıya kredi açınca çok büyük sıkıntı oluyor. Ve ondan sonra iş değiştirmek zorunda kaldı babamla ağabeyim. Biz Urla’dan İzmir’e taşınınca İzmir’de başka bir işe başladılar. Kesekâğıdı imalathanesi açtılar; bakkallara, manavlara, bütün ticaretle uğraşanlara kesekâğıdı sattılar. Öylece kendilerini kurtarabildiler. Ben de İzmir’de devam ettim, tahsile. Önce annemle ben gitmiştim. Bu iflas olayından sonra babamlar da geldiler. Başka bir ev tuttuk, daha büyük bir ev tuttuk.

– Urla’yla ilgili başka hatırladıklarınız var mı Hocam?

– Urla’nın sosyal durumuyla ilgili şunları da söyleyebilirim. Benim zamanımda Urla’da ve İzmir’de, Rumeli’den, özellikle Kavala’dan gelen göçmenler vardı. Onlar mağazalarda çalışırdı. Daha çok kadınlar… Mağazalar, bildiğimiz alışveriş yapılan yerler değil. Üzüm, incir ve tütün işleyen küçük fabrikalar. Mesela Aliotti mağazası vardı, çok meşhur. Galiba Aliottiler Yahudiydiler. Bu mağazalarda yüksek ve 40-50 metre uzunluğunda tezgâhlar ve kenarlarında kadınların oturacağı yerler vardı. Tezgâha paçallarla üzümleri getirip döküyorlardı.

– Paçal ne demek?

– Büyük çuval… Kadınlar tezgâha dökülen üzümlerin bozuklarını ayıklayıp kasalara dolduruyorlardı. Ağaçtan yapılmış dikdörtgen şeklindeki 5-6 kiloluk küçük kasalara… Biz İzmir’de sabahleyin grup hâlinde okula giderken kadınların toplu hâlde o mağazalara gittiklerini görürdük. Kadınlar, sabah yedi-yedi buçuktan akşam beşe kadar çalışırlardı. Haftada üç-beş lira kazanırlar, geçimlerini sağlarlardı.

– Denize gider miydiniz Hocam, yüzmeye?

– İzmir’de değil ama Urla’da giderdik. Çünkü İzmir’de yalnız Kordonboyu’nda deniz vardı, orada da yüzme imkânı yoktu. Urla’da yazın denize giderdik. O zaman ilkokuldaydım. Evden çarşaf götürürdük, birer direk dikilirdi. Direklerin üzerine çarşaf gerilir, altına da ufak kilim milim bir şeyler serilir, orada oturulurdu. Yemeğimizi evden getirir, orada yerdik. Yalnız Urla İskelesi’nin kumu çok güzeldi, denizi çok güzeldi, çok rahat denize girilirdi. Onun için daha çok oraya giderdik.

– Çocukluğunuzda Urla’da sokakta ne oyunları oynardınız Hocam?

– Sokakta, çizgi oynardık. Yere çizerdik, hane hane ayırırdık. Ondan sonra taşla oynardık. Bana kızardı annem, ayakkabıları eskitiyorum diye. Rugan ayakkabıyı çok severdim, hep rugan ayakkabı alınırdı. Fakat taşları ayağımla itiyorum ortasından. O rugan ayakkabılar ucundan, önünden zedeleniyor. Annem onu görünce deli olurdu. “Ne bu kepazelik kızım, dikkat etsene, ne biçim olmuş ayakkabın?” derdi. Rugandan başka da ayakkabı giymezdim. Parlak, gösterişli ayakkabılardı.

– Hocam, ben de çok severdim çocukluğumda rugan ayakkabıyı. Her bayram rugan ayakkabı aldırırdım. Çocuklar parlak, pırıltılı, gösterişli giyecekleri seviyor.

– Hiç unutmuyorum, bir bayramdı. Urla’ya ilk geldiğimiz zaman… Bana bayramlık öteberi almışlar. Bir elbise diktirdiler terziye. Çorap, ayakkabı, kurdele vesaire. Saçım da uzundu, uzun olduğu için örülüyordu ve ucuna kurdele bağlıyordum. Ama istiyordum ki herkes gibi benim saçım da kısa olsun. Annem, babam uzun saçı sevdikleri için bir türlü kestirmezlerdi. Benim de hiç hoşuma gitmezdi. Ta lise son sınıfa kadar devam etti bu uzun saç problemi.

– Ne zaman kestirdiniz saçlarınızı?

– Lise son sınıfta. İlkokulda saçlarım uzun, yanaklarım pembe pembeydi. Bana al yanaklı, elma yanaklı kız derlerdi, adım öyleydi. Hatta bir defasında, hiç unutmuyorum, okula gidiyorum, giyimli kuşamlı bir bey, “Bir dakika kızım.” dedi. “Efendim.” dedim. Cebinden bir mendil çıkardı, diline sürdü. Sonra da yanağıma sürdü. Şaşırdım, “Ne oluyor?” dedim. “Yok bir şey kızım, maşallah, Allah bağışlasın.” dedi. Boya mı sandı, nedir? Bu kadar renkli yanak olmaz diye düşündü herhâlde.

– Hocam, çocukluk resimleriniz var mı?

– Benim çocukluk resimlerim yok, çünkü Nevşehir’de ben çocukken resim çektirme âdeti yoktu. Daha sonraki, bilhassa İzmir’e gittiğimiz dönemlere ait resimlerimiz vardı, fakat bizim evimiz bir yangın geçirdi, o yangında resimlerimiz de maalesef yandı.