Книга Çuvaş Kızı Salambi - читать онлайн бесплатно, автор Aleksandır Artemyev. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Çuvaş Kızı Salambi
Çuvaş Kızı Salambi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Çuvaş Kızı Salambi

Kulüpte az kişi vardı, henüz insanlar toplanmamıştı. Lena’nın hiçbir toplantıdan ve dersten geri kalmayan babası her zamanki gibi herkesten önce gelmiş, soba önünde gazeteye bakıyordu. Gençler arkadaki karanlık köşeye yerleşmiş, neye olduğu bilinmez kahkahalarla gülüyorlardı. Lena onların yanına varıp oturdu.

Taruş ile Maruş ikisi de aynı şekilde giyinmiş olarak geldiler. Beyaz yün yazma, beyaz keçe çizme, siyah hırka giyinmişlerdi. İkisinin de keyfi yerindeydi. Pavıl Şambulkin birşeyler anlatıp onları güldürüyordu. Lena gelince o konuşmayı kesti, kız seslice selam verip ellerini sıktı. Sessiz Vihtır hiçbir şey söylemeden elini tahta gibi uzattı.

“Lena senin bilmen gerekir. Salambi geliyor mu? Salanov onların evine girdi diyorlar. Kulübe ikisi de geliyor mu?” diye sordu Maruş çok gereksiz yere. Beyaz yazma bağladığı için onun kızıl yüzü tamamen kızıl görünüyordu. Dolgun vücudu kıpırdadıkça hırkasının karışıkları yarılacakmış gibi hissediliyordu. Yulaf demetini de böyle çok yapsan onun bağı da dayanamayacakmış gibi gelir.

“Gerçekten de bilmiyor musun Lena?” diye sordu genç Taruş.

Beyaz yazma bağladığından onun ak yüzü tamamen solgun görünüyordu. İnce belli vücudu çocukların bağladığı küçük arpa demetini andırıyordu.

“Sizin bilmediğiniz bir haber var mı köyde?” dedi Pavıl dürtükleyip. Onun dili hiç kimseye acımazdı.

Dostu kızlar ona gücenmiş olmalılar ki sessizleştiler. Vihtır bunu görünce birden gülüverdi.

Lena keyifsizce “Nereden bileyim ben? Belki de gelir.” dedi. Kızların Salambi hakkında konuşmayı açtıklarını anlayınca o birden telaşlandı.

Maruş ile Taruş sessizce oturdular ve ikisi aynı anda “Salambi” dediler. Sonra her ikisi de birbirlerine duralım demeden söyleyecekleri sözlerini söylemeden kaldılar.

“Söyleyin, neden durdunuz? Söyleyecek sözü söylemezsen ölmek için yazmış olsan bile üç gün can veremeden azap çekersin derler.” diye iğneledi Pavıl. “Birer birer konuşun, neden içtimadaki askerlerin selamlaması gibi aynı anda konuşuyorsunuz?”

“Salambi çocuğun adını kaydettirmek için hâlâ köy meclisine gelmemiş.” diye fısıldadı Taruş.

“Çocuğun babasını bilmeden oraya nasıl yazdıracaksın? Babasının adını bilmiyor diyorlar ya! Kırk tırnaklı kız ısırgan içinden bulmamış mı?” diye sertçe bir şekilde devam etti Maruş. Ancak Vihtır’ın ona kötü kötü baktığını fark etti ve sesini kesti, kalın dudaklarını yazmasının ucuyla kapattı.

Vihtır dayanamayarak “Boş değirmeni çevirme!” dedi. “Yabancı bir çocuğu evlatlık almış diyor annesi. Bir şey bilmeden konuşuyorsunuz.”

Lena Maruş’a kızarak “Geveze ağzı yazma örterek kapatamazsın.” diye düşündü, sonra pat diye söyledi “Babası size ne için gerek? Çocuğun annesi var ya!”

Bunları söyledi ve başka kızların yanına gitti.

Maruş hızlı hızlı konuşarak “Sen ancak işte… Lanet sarı kız!” dedi. “Eskiden kendisi Salambi’ye dayanamazdı, Valeriy’i kıskanırdı şimdi Salambi’nin yanında olmaya çalışıyor.”

“İşte böyle cır cır böceği herkese kızıp gezer.” diye fısıldadı Taruş. Yalnızken o Lena hakkında böyle konuşmazdı şimdi ise arkadaşının gönlüne göre böyle söyledi.

“Üzülmek mi bize ne ki? Öyle de olur böyle de.” dedi Maruş. Kendisi bu arada Vihtır’a şüpheyle baktı. Allahtan diğeri işitmedi. Kendisi arkadaşıyla satranç oynamaya başlamıştı artık ondan bir tek söz de almak mümkün olmazdı. Pavıl da kızların sözüne kulak asmaz, sürekli konuşur.

Kulübe herkesle birlikte Salambi ile Salanov da geldiler. Lena onlarla birden kapı önünde karşılaştı ve gülerek ikisiyle de tokalaştı.

“Selam, Mihaylova.” dedi ona Salanov. “Beni bekleyip yoruldunuz mu? Salambi’yle biraz fazla oturduk, konuşa konuşa sözün sonunu getiremedik.”

Orta boylu yuvarlak vücutlu delikanlı bembeyaz dişlerini göstererek güldü, kapkara gözleri parlayıverdi. Mat, esmer teni keyifle parladı.

Salanov Lena ile çok konuşamadı onun etrafını gençler çevirdi. Şambulkin onunla şakalaşmaya, konuşmaya başladı.

Ders çabuk başladı.

Semen Salanov ilçedeki her kolhozun büyük bir bahçesi olması gerektiği hakkında konuştu, çok güzel örnekler verdi. Konuşurken tamamen kara saçlarını düzeltiyor, kâğıda bakmadan sakin sesiyle konuşuyor, arada bir aklına bir şey geldiğinde “znaçit”3 diye ekliyordu.

Lena Salanov’u dikkatle dinlerken Salambi’yi de kontrol ediyordu.

Salambi ince siyah palto ile çiçek kırmızı yazmasıyla uzun saçaklı yazmasının uçlarını göğsü üzerine bırakmış, ellerini dizleri üzerine koymuş ve hareket etmeden konuşanın gözlerine bakıyor, sadece arkadaki sıradan kendi adının fısıltıyla konuşulduğunu duyunca kirpiklerini kısıyor ancak geriye dönüp bakmıyordu. O, kendi hakkında konuşulduğunu çok iyi seziyordu.

Kolhoz çalışanları Salanov’a soru sormak isteseler de herkesten çok Şambulkin ile Lena’nın babası daha çok soru sorup öğrenmekte daha da hevesliydiler.

Sonra parti teşkilatı sekreteri Borisov insanlara son günlerde kolhozda bahçe haftası hakkında konuştu ve herkesi bu işe gayretle katılmaya davet etti.

Sunum bittikten sonra Salanov Lena ile Salambi’nin yanına gitti. Çok fazla konuşmadı, “Eve gitmem gerek.” diyerek çabucak çıktı. Yaşlılar çıkınca sadece gençler kulüpte kaldılar. Vihtır bir yerlerden akordeonu çıkardı, hiç kimseye bakmadan dans melodisi çalmaya başladı. Gençler önce hareketlenmediler, ses çıkarmadılar.

“Yaşlıları hatırlayıp benim başlamam gerekiyor herhalde, benim ayaklarım hafifti.” dedi ve Pavıl dans pistine çıktı. Normal zamanda çok gürültülü olan Pavıl dans ederken hiç ses çıkarmazdı. Sanki delikanlı dans etmiyor da pamuk döşek gidiyor gibi, asker çizmelerinden ses çıkmıyor, uzun kaputunun eteği dalgalanıyordu sadece… Hafifçe uçar gibi dans eder Pavıl, rüzgâra karşı yürüyen biri gibi, eğik bükük dans eder, ellerini kadınca salıverir.

O dans edip tamamladı ve kızları sırasıyla dans ettirmeye başladı. Sıra Maruş’a gelince kızlar arasına saklanmaya başladı. Pavıl onu zorla çekmeye çalıştı. Maruş’u zorla çekmek için epeyce ekmek yemiş olmak gerekir. İki üç delikanlı zorla çıkardı onu. Maruş her zaman böyle yapmayı sever. Ama dans etmeye başlayınca da durduramazsın. O birkaç defa kızların arasına kaçmaya çalıştı, yine de onu dans pistine çıkardılar. Hepsi birden alkışlamaya, tezahürata başladı.

Suskun Vihtır akordeonunu eskisinden daha da güçlü çalarak “Dans et artık! Ne o misafir kız gibi duruyorsun?” dedi.

Maruş sevdiğine doğru öfkeyle bakarak “Ben bu melodiyle dans etmeyi bilmiyorum, Çuvaş havası çal!” dedi.

Vihtır birden endişelendi. Topu topu iki hava çalabiliyordu o, yol havası ve Rusça dans havası. Bu nedenle de hiçbir şey demeden akordeonunu bankın üzerine koydu. Şikâyetlenerek “Dans etmeyi bilmeyene her zaman hava beğendiremezsin.” dedi.

Pavıl Kolya’yı çağırdı ve akordeonu onun eline tutuşturdu. Diğeri ürkek ürkek gülerek akordeonu çalmaya başladı.

Maruş ağır araba gibi yavaşça hareket etti, sonra arzuyla varıp türlü türlü dönmeye başladı. Gücü nereden buluyorsa yarım saat dans etti, durmayı da bilmedi. Yemez diyenin yedi börek yemesi gibi… Akordeoncu akordeonu yavaş yavaş tekleyerek çalıyordu, gençler de gizlice gülmeye dalga geçmeye başladılar. Vihtır da sıkılmaya başladı, Maruş ise böyle yıldırım çarpmış gibi enerjik bir şekilde, gülmeden, heyecanlanmadan bir büyük iş yapar gibi gayretle hiç kimseye bakmadan dans ediyordu. Kızın ayaklarının altında parkeler gıcırdıyordu sadece. Gençler alkışlamaya başlayınca o zaman dans etmeye doyamadan durdu.

Maruş gülerek alkışlayan Lena’ya keyifsizce bakarak “Sen ancak öf be…” diye düşündü.

Sırası gelince Lena da dans etmeye çıktı. O işte olduğu gibi düzenli, erkek gibi sertçe dans ediyor, botunun ökçesiyle sekiz defa vuruyordu. Dansı bitireceği zaman birden heyecanlandı. Onun ardından Salambi’yi çıkarmalı. “Dans et dans etmiyor musun? O neden kaldı ki bir dans etmek için mi? Onun gençlerle dans edip eğlenmesi normal mi?” diye düşündü kız. Bu sadece sebepsiz bir şüpheydi. Lena Salambi’nin önüne gelip ayaklarını vurdu.

Haykıran gençler sustular, hepsi alkışı kesti, gülmedi. Kolya akordeonunu gayretle eskisinden daha iyi çalmaya başladı. Lena bunu hemen fark etti ve genç akordeoncuya doğru dikkatle baktı. Diğeri ise Salambi dans pistine çıkınca böğürtlen gibi kızarıverdi, yüzünde gamzeler belirmeye başladı, gözleri yıldız gibi parlıyordu. “Ne kadar çok Salambi’yi, zavallı!” diye düşündü Lena fark etmeden. Eskiden Salambi dans ederken kıskanırdı o, bu gece ise çekinerek Salambi için üzülerek oturdu. Lena gençlere doğru baktı, hepsi sessiz, şaşırmış gibi duruyorlardı Salambi için.

“Ay bak bakalım, Kolya Salambi’ye yiyecekmiş gibi bakıyor.” dedi fısıltıyla.

O anda Lena utandı, sıkıldı sanki ona birileri temiz olmayan su serpmişti. Salambi dans edip bitirdi ve Maruş’un önünde durdu, Maruş ise ondan korkmuş gibi Taruş’un ardına saklandı. Maruş ise kalktı ve arkadaşının elinden tutup onu kapıya doğru geçirdi. Onu hiç kimse durdurmadı.

Salambi bir süre dans pistinde şaşkınlıkla kaldı. Belki de o anda yerin dibine girmeye de razıydı. İşte şimdi sağ gözünün kirpiklerini sildi ve dans pistinden indi.

Dans pistine tekrar Pavıl çıktı, o oldukça eğlenceli ve komik bir şekilde dans etmeye başladı, ancak Lena onun tarafına dönüp bakmadı bile.

Salambi biraz oturduktan sonra gençlerin Şambulkin’in komik dansına gülmeye başlamalarıyla insan sesinden rahatsız olup kapıya doğru yürüdü, bunu sadece Lena ve Kolya fark etti.

Salambi çıkarken Kolya akordeon çalmayı bıraktı.

Pavıl “Ne o? dedi. “Sen içtimadaki asker gibi, sırada mı uyuyorsun?… Yorulduysan Vihtır’a ver, yaşlıları anarak çalın bir defa.”

Sıkılıp oturan Vihtır bildiği tek dans melodisini hevesle çalmaya başladı sonra her zamanki gibi akordeonun düğmelerine iki parmağıyla basıp hiçbir şeyi değiştirmeden sıkı bir şekilde aynı düzende çalmaya devam etti.

Lena dans müziğinin bitmesini beklemeden eve döndü. Elbiselerini değiştirip çabucak buzağıların yanına gitmesi gerekiyordu. Gece yarısı gelmiş olmasına rağmen evdekiler uyumamışlardı. Babası Salanov’un sunumunu överek anlatıyordu. Onun âdetiydi. Böyle toplantılardan kimin ne anlattığını eve döner dönmez hemen karısına anlatırdı. Kızının soğuk bir şekilde geldiğini fark etmedi o. Sadece kızın annesi fark etti, ancak hiçbir şey söylemedi… Yarın sorup öğrenir nasılsa. İşte, kız büyütmenin derdini tasasını analar bilir, ya bu kız çocuklarının anaları olmasaydı halleri ne olurdu…

Diğer gün bahçe haftası çok güzel başladı. Kolhoz çalışanlarıyla birlikte okul çocukları da inek çiftliğine çok uzak olmayan bir yerde eski kolhoz bahçesinde gayretle çalıştılar, savaş yıllarında soğuğun vurduğu elma ağaçlarının yerine yenilerini diktiler.

Salambi kimsenin talebini beklemeden bahçe bakımı için geldi.

Severek yapılan iş herkesi değiştirir, keyfini yerine getirir. Salambi’ye de bugün diğer günlerden daha güzel geldi. Lena buzağıların yanından biraz olsun ayrıldığında onun yanında olmaya çalıştı. İkisi birbirlerine alıştılar, her zamankinden daha iyi anlaştılar. Akşam bahçeden dönerken Lena Salambi’yi yanına davet etti. Yol çatında ayrılacakları zaman o kahırlı gülüşüyle gülüp anlatmaya başladı.

“İyi insanlar bizim köylülerimiz Lena! Bütün insanlar aynı demiyorum, gerçekten de okulumu bitirseydim çalışmak için köyüme gelirdim.”

Lena bir şey diyemedi, Salambi’nin köylüleriyle mutlu oluşu onu da sevindirdi. Akşamleyin çiftlikteki işleri hızlı bir şekilde düzene soktu toparladı, Taruş’u kendi yerine bıraktı. “Ben sanırım çabucak gelemem.” diyerek evine koştu. Evinde hızlı hızlı bir şeyler yedi, giyindi Salambi’nin yanına gitti.

Annesi “Köyde çok geçe kalma, neler duyacağız daha sizden. Günah üstündeki elbiseden de yakın.” dedi.

Babası bir şey demedi, giden kızına gözlükleriyle baktı ve gazetesini okumaya devam etti.

Lena varana kadar Salambi küçük Valerik’i yıkamış ve uyuması için yatırmıştı, kendisi de başını yıkamaya başlamıştı.

Annesi bugün biraz dinçleşmiş gibiydi, şimdi ise ocağın yanında horlaya horlaya uyuyordu.

Salambi başını yıkadı, evi toparladı, sonra saçlarını taramak için aynanın karşısına geçti. Kapının çalındığını duyunca büyük bir yazma örtüp ot ambarına doğru koştu.

“Oy, Lena! Gelmeyeceksin diye korkmuştum… Kızma, gir. Çıkar paltonu şuraya as, ver asıvereyim.”

Paltoyu asmak için uzanırken başındaki yazması düşüverdi, ıslak saçları servi boyu üzerine dalga dalga dökülüverdi, vücudunu kapladı.

Lena gayri ihtiyari “Ne kadar güzel!” diye düşündü. Eskiden bu güzelliği gördüğünde kıskanırdı, şimdi ise seviniyor. Ancak onun sevincine inanıyor mu ki Salambi? İşte uzun kestane rengi saçlarını tarayarak açtı ve örmeye başladı.

Lena rica eder gibi “İki örgü yapıp başının ardından bağlasana Salambi çok yakışıyor sana.” dedi.

Salambi “Beğendiğini neden söylüyorsun şimdi.” diye gülümseyerek söyledi. Kız öylece iki örgü yapmaya başladı. “Sen şimdilik kitaplara bak Lena, ben çabucak…

Lena “Senin kitabın çok.” dedi ve bir kitabı açtı. “Semen Salanov imzalamıştı bunu!”

“Biz onunla birlikte okuduk. Ben onun birçok kitabını kullanıyorum.”

Kitabın içinden birden bir fotoğraf düştü, Salambi onu gizli bir yere koymayı unutmuş olmalıydı.

Lena sakince konuşmaya çalışarak “Bu delikanlı kim, çok solgun yüzlü. Saçları ne kadar uzun, şairlerinki gibi. Gülmeden bakıyor, Bir şeylere kızmış gibi. Ben böyle delikanlıları seviyorum. Kim o?” dedi. “Çocuğun babası bu değil mi acaba?” diye düşündü o anda.

“Anatoliy Almazov o, genç bestekar. Kazan’daki konservatuarda okuyor. Dergide onun bir şarkısı yayımlanmıştı, görmedin mi sen?”

Lena “Demek ki düşündüğüm gibi değil miymiş?” diye düşündü tekrar.

“Nasıl tanıştın onunla?”

Salambi bir süre Lena’nın gözlerine bir şey söylemeden baktı, sonra acele etmeden şunları söyledi “Valeriy’in arkadaşı o. Mançurya’da ikisi birlikte savaştı. Senin bilmen gerekir, Valeriy ondan bahsetmiyor muydu?”

Lena “Valeriy Mançurya’dan bana yazmadı, sana yazmaya başlamıştı.” demek istedi. Ancak söyleyemedi. Şimdi neden açalım bu konuyu, kabuk bağlamış yarayı neden kanatalım tekrar?

Şimdiye kadar köyde Lena’yı çok cesur, korkusuz kız olarak bilirlerdi. Oysa şimdi talihini elinden almış kız önünde söz söylemeye cesaret edemiyordu. Korku mu bu ikiyüzlülük mü? Hayır o da değil, bu da değil. Salambi’yi horlamak istemiyor o, sönmüş ateşi tekrar yakmak istemiyor. Valeriy sağ salim dönmüş olsaydı belki de Lena şu eve ayak da basamazdı, şimdi ise gideceği başka yer yokmuş gibi geliyor. Böylece ikisi arasında bir başka engel var. Lena onu öğrenmek istemezmiş gibi çabalıyor. Unutmayı istiyor ama o rahat vermiyor. İşte bu huzursuzluğun sebebi tekrar yüreğini sıkıştırıyor…

Küçük Valeriy ağlayarak uyandı ve üzerindeki battaniyeyi attı. Salambi onun başını okşayarak tekrar uyuttu.

“Kim bunun babası? Valeriy mi? Maruşların söylediğine göre onların ikisi kırk beş yılında buluştular, bir gece geçirdiler diyorlar… Ancak Valeriy’e benzemiyor. Belki de diğer, bestekâr…”

Şimdi kıskanmaya sebep de yok diyebiliriz ama neden Lena’nın yüreği ağrıyor? Ölen sevgiliyi kıskanmak da olur mu? Valeriy ile Lena’yı hiç kimse sevgili yerine koymadı, sıradan arkadaşlar, komşular dediler. Valeriy’in kendisi de öyle düşünüyor olmalıydı. Ancak Lena’nın kız ömrü sadece onun için geçmedi mi? Salambi ile Valeriy birlikte değilseler de birbirlerine çocukluktan beri mektup yazmamış olsalar da herkes onları çift olarak görüyordu! Neden? Sebebi nedir?

“Babası kim ki acaba öğrenci mi?” Aniden kendisi de fark etmeden ağzından kaçırıverdi Lena.

“Babası, Prohorov Andrey İvanoviç, ancak onu ben de tanımıyorum, görmedim.” dedi Salambi. Günah işlemiş kişi gibi, gülesi gelmeden gülerek. O an sağ gözünün kirpiklerini orta parmağıyla siliverdi.

Lena’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Kendi duyduklarına da inanamadı. Nasıl? Babasını annesinin bilmesi gerekmiyor mu?

Onun önünde bembeyaz giyinmiş kız oturuyordu. Onun büyük gök gözleri dosdoğru bakıyordu, insanın düşünlerini apaçık görüyor dersin. Ancak nasıl olur ki o kendi çocuğunun babasını bilmiyordu.

Salambi Lena’nın düşüncelerini hemen anladı, anladı ve kızarıverdi.

“Ayıplama beni.” dedi birden. “Sen doğrusunu bilmiyorsun. Benim hakkında kötü şeyler mi düşünüyorsun? Kendi başına doğruyu bilmek çok zor. Suçlama… Benim yerimde olsan sen de…”

Şimdi Lena kızardı, onun gözlerinde kötü şimşekler çaktı. Lena mı? O kendi çocuğunun babasını bilmez mi?

“Valerik, yabancı çocuk değil de senin oğlunmuş diye bir haber yaydı Maruşlar. Affet Salambi, ben bu dedikoduya inanmıyorum ancak sen de bu konu hakkında konuşmadığın için şüphelenmeye başladım.”

“Seni anlıyorum Lena. Maruşlar ne kadar kötü şeyler söylediler. Dedikodunun dizgini yok. Nerelere kadar ulaşır da tutup durduramazsın. Ancak sen onlara inanma… Valerik ile ilgili olarak köye döndüğüm gün sokakta dolaşıp bağırarak anlatıp gezmem mi gerekiyordu benim? Sen beni biliyorsun Lena. Kendimle ilgili konuşmayı sevmem. Benim derdim var, bu beni çok incitti.”

Lena şimdi dilini tutamadığı, Salambi’yi kaba sözlerle üzdüğü için utandı.

Sadece dostuna utanarak bakıp “Affet beni Salambi.” dedi.

Salambi yorulmuş gibi ağır ağır “Anlatacak olsan çok şey var.” dedi. “Haydi dışarıdaki odaya oturalım. Burada annemle Valerik’i uyandıracağız.”

Dışarıdaki odaya girince ikisi de bir süre konuşmadılar. Sonra Salambi yavaşça konuşmaya başladı.

“Sevgi, anne değil, üveylik oldu benim için. Dinle.”

… Gece yarısını çoktan geçmişti artık, horozlar ikinci defa öttüler. İki kız hâlâ oturuyorlardı.

Salambi konuşuyor konuşuyor sonra da bir şeyler aklına geliyor, düşünceye dalıyor, derin bir nefes alıyor, sağ güzünün kirpiklerini siliyor ve tekrar konuşmaya devam ediyordu.

Lena hiçbir şey söylemeden dinliyor, sadece arada bir gözyaşlarının ardından gülüyor ya da gözlerini ak yazmayla siliyordu.

Salambi anlatıyor, aklına gelenlerin birçoğunu da anlatmadan geçiyordu. Ancak gözlerinin önüne geçen hayatı düzenli bir şekilde, bütün ayrıntılarıyla geliyor, aynada gibi görülüyordu.

İkinci Bölüm

“SALAMBİ-SELAMLI AD”

Ah adın ne güzelmiş senin!Bulmuş vermiş sana kim…P. Husankay

1945 yılı. Sonbahar. Savaşın henüz bittiği her adımda anlaşılıyor. Şehirde de köydeki gibi, Kaputlu insan çok, delikanlı erkekler, gençler neredeyse tamamı kaputla geziyorlar. Onların omuzlarının üzerindeki apolet izleri de kaybolmamış daha. Öğrenciler arasında da askeri elbiselerini çıkarmayanlar az değil. Cepheden dönen delikanlılar enstitüye kır çantalarıyla geliyorlar, evrak çantaları olanlar çok seyrek. Öğrencilerin birçoğu savaşa kadar olduğu gibi değil. Bir sınıfta henüz liseyi bitirmiş genç yanında savaş meydanında dört yıl boyunca olgunlaşmış asker oturuyor. Öğrencilerin dili de savaş öncesi gibi değil. Savaşa kadar buradaki yüksek okullarda Çuvaşlarla Ruslar çok ise de şimdi farklı dilleri konuşanlar da var, özellikle de batıdan gelenler çok.

Savaşın henüz bittiği her bir insanın yüzünden anlaşılıyor. Hepsi büyük zafer için seviniyor. Dört yıl büyük zorluklara dayandıktan sonra yavaş yavaş soluklanıyor insanlar, geleceğe yüzünü dönmüş, büyük bir ümitle yaşıyor. Bu arada her birinin bedeninde savaşın bıraktığı izler var. Kimi savaşta ağır yaralanmış ya da yakın akrabasını kaybetmiş, kimi daha genç yaşta savaş azabına dayanmış ya da ümidini kaybetmemiş…

Savaşın henüz bittiği her birinin hayatından da anlaşılıyor. Öğrencinin zaten sıkıntılı olan hayatında savaşın izi çok daha fazla hissediliyor.

Mağazaların önünde sokağa kadar taşmış uzun kuyruklar var. Mağazalarda ise hiçbir şey yok, sadece ekmek ve patates veriyorlar.

Sokak köşelerinde, köprülerin üstünde elsiz ayaksız sakatlar dilenip oturuyorlar, rahatça geçip gidemezsin.

Şehir büyük değil. Doğuda günümüzdeki kumaş fabrikası civarında bitiyor, batıya doğru hipodrom civarında, güneye doğru elektronik malzemeler fabrikası yanında sona eriyor. Fabrikaya savaş başlayınca Harkov civarından gelen halk Hemza diyor. Demir yolu istasyonu şehirden uzakta geniş çavdar tarlası üzerinde yer alıyor. Oranın uzaklığı altmış beş çağrım. Büyük evlerin sayısı az. Hepsi de çok önemli: Sovyet binası, Matbaa binası, Posta binası, Köylü binası, Pionerler binası, Devlet Bankası binası… Onlar birer ikişer katlı alçak evlerin arasında burada bir şehir olduğunu hatırlatıyor. Çuvaş Cumhuriyetinin başkenti. Ne dersin, bölge şehri şimdi. Boşuna ona lif ve ıhlamur lifi şehri dememişler. Otuzlu yılların sonuna doğru gelişmeye başlayan şehrin yeni gelişmelerle yayılmasına bu hastalıklı savaş engel oldu. Sonra da onu tekrar soğuk ve fakir yüz sardı. Onun dereli ve çalılıklı sokakları güzün baharın yağmurlu havasıyla balçıkla kirleniyor. Asfalt ise sadece ana caddede görülüyor. Bu şehrin unutulmaz tek yanı ise büyük İdil ırmağı. O, buradaki halkı koruyor, doyuruyor, güzel bir gelecek için onlara ümit ve heyecan veriyor. Bu iyi gelecek gelmeli, ona ulaşılmalı! Bugüne kadar olmamış olan vahşi savaşın zorluklarına, sıkıntılarına dayanıp bunları atlatan halk bu baştan çıkarıcı aldatıcı ümitle yaşıyor.

Salambi şehir kenarındaki ağaç evde, bir yaşlı kadın yanına, daireye yerleşti. Onunla birlikte iki öğrenci daha vardı. Biri Nina Solovyeva ziraat enstitüsünde zooloji bölümünde okuyor; diğeri ise Nina Petrova pedagoji enstitüsünde okuyordu. Solovyeva askerlik de yapmış bir kız, erkek gibi sağlam vücutlu, saçını da erkek gibi kestirmiş, asker gibi sertçe yürüyor, sözünü de pat diye doğrudan söylüyor. Ona komiklik yapıp Büyük Nina diyorlar. Petrova bakımlı vücutlu, ak saçlı kız, iki ince saç örgüsünü kırmızı kurdele parçasıyla bağlayıp geziyor. O herkesten de çekinir, hemen kızarır, sessiz konuşur, yabancı kişiler önünde gizlenerek oturmaya çalışır. Ona dairede Küçük Nina diyorlar.

Dairenin sahibi Anna İvanovna ise altmışını geçmiş iri yarı bir kadın. O hepsine karşı da iyi, cömert, hiçbir zaman insana kızmaz, daireyi her zaman öğrencilere veren bu kadın gelen yabancıyı bir iki görüşte benimser, yanında çok eskiden yaşamış olan öğrencileri halen hatırlar, onları hayırla yad eder. Kendisi Rus da, Çuvaş da, Tatar da ve Rusçayı da Tatarcayı da, Çuvaşçayı da çok iyi konuşuyor. Akrabası, çoluk çocuğu olmadığı için kız ya da erkek her öğrenciyi akraba yerine koymaya hazırdır. Yaşantısı da öğrencilerle bir, onların dertleriyle, sevinçleriyle yaşadığı hemen sezilir. Güneşin üzerinde de kara yerler var denildiği gibi bu iyi kalpli yaşlı ihtiyarın da küçük bir kusuru var. Öğleyin de geceleyin de Anna İvanovna sürekli mutfakta uğraşıyor. Kâh bir şeyler pişiriyor, kâh ısıtıyor sürekli yiyor, içiyor. Gençler ona şakayla Anna Yıvannı diyorlar.

Bu eğlenceli dairede sadece Salambi’nin şakayla söylenen bir lakabı yok. Öğrenci Kazakov ona bu konuda “Senin adın böyle de şaşırtıcı bir ad, eski Kiremet dininden kalmış, bu nedenle sana esprili bir ad vermek de gerekmez.” dedi.

Daire iki odalı. Dışarıdakinde kızlar yaşıyorlar, diğer mutfak gibi olanında Anna İvanovna her zaman ocak önünde bir şeyler yiyor. Orada gaz ocağının gürleyerek yanması, tavada bir şeylerin cızırdayarak ısınması, kap kacağın tıngırdaması kesintisiz bir şekilde işitiliyor. Orada gece gündüz duman tütüyor, ütük kokusu ya da soğan sarımsak kokusu geliyor, kapıyı açıp kapattıkça keskin duman dışarıdaki bölmeye de giriyor.

Bir ay içinde Salambi şehir hayatına alıştı, birçok öğrenciyle tanıştı, her zamanki çekingenliği kayboldu artık, ancak utangaçlığı, gençler arasında, tanımadığı insanlar arasındaki çekingenliği hala bitmedi onun.

Bazı zamanlar Solovyeva ona “Çok utangaçmışsın sen, Küçük Nina’dan da daha utangaçsın.” der. Salambi ise hafiften gülümseyiverir ama cevap vermez.

Babasının habersiz bir şekilde kaybolmasından beri böyle içine kapandı o. Hüzünlü bir hal kaplıyor onun ruhunu. “Neden? Babasını hangi suçlamayla ortadan kaldırdılar? O yeryüzünde kime kötülük yaptı? Salambi onu köydeki en iyi adam diye düşünürdü. Onun hakkında kime sorup doğruyu öğrenmek mümkündür? Nasıl bir korkunç, vahşi gizlilik var bu işte? O nasıl halk düşmanı? Bütün ilçenin saygı duyduğu kişi, komünist halkın düşmanı mı? Zavallı kız bu konuyu düşüne düşüne ağzını bıçak açmaz olurdu. Çok zor! “Halk düşmanının kızı” adını duymak baş eğdiriyor. Valeriy’in savaşta öldüğünü öğrendiğinden beri hepten az konuşmaya başladı. Zaman zaman düşünceye dalıp nerede olduğunu da unutuyor. Neden bir insana bu kadar dert yüklenir.

“Salam, Anna Yıvannı!” Mutfakta zil gibi yankılı sesleniş duyuldu.

Salambi irkili verdi, enstitüde bir dersi gayretle dinlerken aniden yankılanan zil sesi öğrencileri böyle hoplatırdı.

“Kaynanan seviyor seni Muza, tam yemek zamanına geldin!” dedi konuksever yaşlı kadın.

Muza kadınla sohbet etmeden öndeki odanın kapısını çaldı. O kendine özgü şekilde, pionerlerin düzenli bir şekilde geçerken davulu çalışı gibi kapıya iki eliyle tıkırdatarak vuruyordu.