“Girin.” dedi Salambi ve eskimiş kazağından utanarak omuzları üstüne mavi yün yazma örttü. Yazması daha yeni gibiydi.
Muza odaya fırtına gibi girdi, hiçbir şey söylemeden kızı kucakladı ve göğsüne büzülü verdi. Kıvırcık saçları Salambi’nin yüzüne gözüne sürtünüp gıdıklıyordu. Odaya pahalı parfüm kokusu yayıldı.
“Of, sizin odada yine duman! Ne zaman söndürüyor senin Anna Yıvannı? Onun ocağı kesintisiz bir şekilde yanıyor olmalı. Bu zor zamanda yiyecekleri nereden buluyor o? Mağazalarda da pazarlarda da yok gibi. Tatil günü de evde oturuyorsun Salambi! Seni nasıl sıkmıyor bu? Hangi romanı okuyorsun? Göster bakalım! Of! ‘Okul Çevresinde Bahçe Yapma’. Gerçekten de böyle büyük kitapları okumak senin gibi bir kız için nasıl da sıkıcı olmaz! Başka bir deyişle Miçurinets işte.”
Muza aynanın önüne varıp durdu ve süslenmeye başladı. O İdil söğüdü gibi ince vücutluydu. Kendisine özel olarak diktirilmiş, mavi palto kızın vücudunu daha da güzel gösteriyordu. Muza ten rengi ipek çorap, parlayıp duran yüksek topuklu ayakkabı giymişti. Bunu görünce Salambi gayri ihtiyari eski çizmesini somyanın altına sakladı.
Muza yetmiyormuş gibi bir de ayna önünde keyifle döndü. Salambi ona göz altından ancak baktı. “Basit düşünceli kızın ikonu aynadır.” diye düşündü. Muza’nın yüzü çocuk gibi aktı, yüzüne pudra sürmüş olmalıydı, kıpkızıl dudakları bir çift kiraz gibiydi, dudaklarının kenarları her zaman gülüyor gibi biraz gerilmiş gibiydi. Güldüğü zaman ise iki gamzesi beliriverirdi. Gözleri keten çiçeği gibi göktü, kaşlarını kap kara boyamış, kirpikleri yukarıya doğru süzülüyordu. Kısa saçı ise güzün açık havasında güneşin parlattığı sapsarı kayın yaprakları gibi görünüyordu.
Salambi Muza’yı daha önce gördüğünde ona benzer güzel bir kızı nerede gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Ancak hatırlayamadı. Şimdi birden aniden aklına geldi. Aynen bunun gibi güzel bir kız suretini o çocukken çikolata kabında görmüştü. O, bu çikolata kâğıtlarıyla oyuncak yapardı.
Muza üzgün çocuksu sesiyle “Salambi!” dedi. “Ah senin saçın çok güzelmiş! Seninki gibi güzel örgüler için ben neler vermezdim. Hiçbir zaman kıvırcık yapma, gerçekten de! Ben de kendi saçımı kıvırcıklaştırıp bitirdim. Şimdi döküldü, beş yıl sonra kel kalacağım herhalde. Biliyor musun, üç yıl benim örgülerim nasıldı? Bırakırdım da sırtımda çavdar demeti gibiydi! Tarayıp açılamayacak kadar sıktı. Bu örgüler hakkında anlatacak bir anım bile var. Sana anlatmamış mıydım?”
Muza güldü ve paltosunun eteğinin kırışacağından korktuğundan olsa gerek sandalyeye oturmadan ayakta anlatmaya başladı.
“Bizim köy istasyondan uzak değildi. Biz kızlar boş zamanlarda tren gelirken tren garına çilek satmaya giderdik. Bir keresinde askerî katar geldi, perona ne kadar çok asker toplandı. Yanıma genç bir asker koşarak geldi ve çilek aldı. Aldı ve gitmesi gerekiyordu ancak asker benim yanımdan ayrılmıyordu. ‘Bir bardak daha verir misin bacım.’ dedi. Komik, kendisi benden belki de büyüktür ama bana bacım diyordu. Doldurup bir daha verdim. Asker yine yerinden kıpırdamıyordu. ‘Cepheye gidiyoruz, Alman faşistlerini dağıttık, şimdi Japon samuraylarını vurmaya gidiyoruz. Çilek yemeyeli epey olmuş.’ dedi. Anlıyorum aslında nasıl bir çileğin gerekli olduğunu. Şakayla ‘Bir daha alın!’ dedim. Asker ‘Para yetmez bacım.’ dedi. Ona bedava bir daha doldurup verdim ancak almadı. ‘Böyle verme, parayla satın size kitap almak için para gerek olur. Okuyor olmalısınız, nerede okuyorsunuz?’ diye sordu. Söz üstüne söz konuşma başladı. Kendimden bahsettim, güle güle adresimi de verdim. Asker çok yakışıklıydı, üstü başı düzgün, temiz, omuz askısı üstünde sarı bir kurdele vardı. İçimden sevinerek sıradan bir asker olmamalı diye düşündüm. ‘Siz komutan olmalısınız.’ diye sordum ona. ‘Ben onbaşıyım.’ dedi delikanlı. Benim için ne fark ediyordu ki o zaman onbaşı büyükmüş, teğmen mi, anlamış gibi yapıp başımı salladım. ‘Vagonlara!’ diye bağırdılar. Tren de hareketlendi, benim onbaşı yine de hareketlenmedi. Ben de utandım. ‘Trene geç kalıyorsunuz!’ dedim korkarak. ‘Sizin beliklerinizi tutabilir miyim? Böyle belikleri bizim Altay’da da görmemiştim.’ dedi benim çilek isteyen askerim. ‘Katara geç kalıyorsunuz, katara geç kalıyorsunuz!’ dedim ne diyeceğimi bilemeden. Tren hızlanmaya başladı. Onbaşı benim beliğimi okşadı ve öptü. Korkudan ölecektim gerçekten de? Ardından son vagona koşup yetişti, doğrudan basamaklara zıpladı. Gözden kaybolana kadar kepini salladı, ben de el sallayarak yolcu ettim. Komik, sonra çilek dolu bardağı elimde tuttuğumu, askere vermediğimi hatırladım.”
Muza anlatmayı bırakıp gülüverdi, arkadaşının soğuklaştığını da fark etmedi.
Salambi Valeriy’i son kez istasyonda nasıl gördüğünü hatırladı, onun boğazına bir şeyler tıkandı, içi sızladı.
“Sonra bu on başıyı rüyamda üç kez gördüm, gerçekten de. Bir sonraki ay cepheden mektup gönderdi. Eh, benim sevincimi anlaman gerekir senin! Cephedeki sevdiğinden mektup almak ne kadar büyük bir mutluluk!”
Salambi pencereden ak bulutlara bakıyor, ancak onları görmüyordu. “Sen de benim gibi sevindin mi ki Muza. Sen de benim gibi sevdin mi?”
“Sonra ise bir şeyler oldu. Ya benim zamanında yazamadığıma kızdığından ya da öldüğünden bizim irtibatımız kesildi. Benim ilk sevdam böylece sona erdi. Seviyordum ben, gerçekten de.” dedi Muza.
Salambi şimdi arkadaşına dikkatle baktı. “Sevdin mi sen onu? Neden sen böyle üç haftalık hasrete de aşk diyorsun? Sen gerçek sevginin ne olduğunu biliyor musun?”
“Böyle bitti benim ilk sevdam. Sonra kendi aptallığımdan beliğimi de kestim. Şehre gelince insanları görüp kısa kestirdim saçlarımı ve kıvırcıklaştırdım. Sık saçlarım dökülmeye başladı. Gelin oluncaya kadar kel kalacağımdan korkuyorum gerçekten. Saçsız kız kime gerek? Eskiden evlenmeden çocuk sahibi olan kızların saçlarını böyle kesiyorlarmış diyorlar. Şimdi ise başörtüsüz gezmek iyi değil gibi.”
Muza orada ayna önünde döndü ve ince sesiyle türkü söylemeye başladı.
Dikkat et, söyleme hiç kimselere deSadece bir tek seni yürekten sevdiğini,İpek yazmayla örtünüp deSadece bir tek seni severek beklediğini.Hiç kimseye söyleme nasıl kibar,Ne kadar akılsızım ben kız halime.Kapının çaldığını duyunca türkü söylemeyi bıraktı ve “Tamam!” dedi keyifle.
Odaya yakışıklı bir delikanlı girdi, Muza’nın deyişiyle böyle birisiyle bir kere konuşsan sonra onu rüyanda görürsün. O mavi yağmurlukla kara şapkayla ak eldivenle; boynuna mavi ipek kaşkol sarmıştı.
Beklenmeyen konuk başını hafifçe eğerek “Merhaba!” dedi. Güldüğünde sol taraftaki altın dişi parlayıverdi.
Delikanlı tekrar güldü, eldivenini parmaklarından çıkardı, şapkasını çıkarıp hafifçe başını eğdi. Güzelce taranmış keten lifi gibi saçları dalgalanıverdi. Konuk yine de oturmadı, kapı yanında durdu, mavi gözleriyle Muza’ya dikkatle baktı, onu büyük yerine koymuş olmalı.
Yabancı delikanlı hoş sesiyle Nina Solovyeva’yı sordu. Onlar aynı köydenmiş, Nina’ya köyden mektup getirmiş. Elindeki üç köşeli zarfı delikanlı masa üzerine bıraktı.
Bir süre ne söyleyeceğini bilemeden şaşırıp duran Muza birden cesaretlendi. Onun gök gözleri sevinçle parlamaya başladı, sürekli gülen dudakları cezbedici bir şekilde kıpırdamaya başladı. İki gamzesi de birden kayboldu.
“Siz Nina ile aynı köyden misiniz? Oh ne kadar güzel! Tanışalım ben Muza Lyubimova, Nina’nın dostuyum.”
Kız tırnakları kırmızıya boyanmış küçük elini delikanlıya doğru uzattı.
“Leon Viryalov.” dedi diğeri. Sonra ellerini ak bir mendille silerek kızın elini yumuşakça sıktı, biraz fazlaca tuttu gibi.
Nemli keten çiçeğinin üzerine güneş ışığı düşmüş gibi Muza’nın gözleri alımlı bir şekilde parlamaya başladı.
“Viryalov? Bir yerlerden bu soyadı duymuş gibiyim. Siz Kazan Üniversitesinde okumadınız mı?”
“Okudum gibi hatırlıyorum.” dedi ve güldü delikanlı. “Siz de orada okudunuz mu?”
“Hayır benim dayımın kızı orada okudu, o bir Viryalov’dan bahsediyordu.” dedi kız hızlıca ve sözü başka tarafa çevirdi.
Arkadaşına doğru dönerek “Tanışın bu da benim sevgili arkadaşım Salambi Akramova.” dedi.
Salambi söz söylemeden kalkıp elini uzattı. Önce delikanlının bembeyaz eli yanında kendisinin çalışmaktan kararmış ellerinden dolayı çekinir gibi oldu, ancak hemen bu düşünce yok oldu. “Güzel elli erkek yabancı adamın hazırladığını ister.” denilen söz aklına geldi.
“Salambi!” dedi delikanlı kızın elini hemen bırakmadan, sonra biraz düşündü. “Salambi, selamlı ad.”
Muza alımlı bir şekilde gülerek “Siz şairsiniz!” dedi.
“Günahım var, biraz yazdığımı inkâr edemem.”
Viryalov bunu Muza’ya doğru dönerek söyledi.
“Ancak işim çok da şiirsel değil benim. Köy öğretmeniyim ben. Botanik ve biyoloji alanından besleniyorum, nesir demek mümkün bir başka deyişle.”
Anna İvanovna kapıyı kapatmaya varıp “Kapıyı neden kapatmıyorsunuz, kapı açık duruyor içeriyi duman doldurdu!” dedi beklenmedik bir anda. Ancak iki kızın önünde duran yabancı delikanlıyı fark etti ve uzağa doğru çekildi. Yine de delikanlı yaşlı kadının elinde yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlüğünü de onun elindeki puslanmış lapa kaşığını da gördü. Delikanlı dudağını hafiften büktü, ama gülmedi.
“Bu sizin kiminiz oluyor?”
Muza kızarıverdi.
“Öylesine bir yaşlı kadın, dairenin sahibi. Annı Yıvannı diyoruz biz ona.”
Konuşmadan oturan Salambi “Çok iyi biri.” diye ekledi.
Delikanlı konuşmanın bittiğini anladı ve kızlarla hızlıca vedalaştı. Onun böyle beklenmedik bir anda gideceğini hiçbiri düşünmemişti.
“Af edersiniz, sokakta arkadaşlarım bekliyor. Böyle çabuk ayrıldığım için üzgünüm. Af edersiniz, pardon. Tekrar görüşüp konuşacağımızı umuyorum. Benim buraya gelmem gerekir.”
“Güle güle.”
Kapının önünde tekrar Anna İvanovna’nın sesi duyuldu.
“Çok çabuk ayrılıyorsunuz, neden biraz oturmadınız? Lapa yemeye gelin! Yulaf lapası. Doktorlar çok faydalı diyorlar.
Muza küçük kupasıyla masaya vurdu.
“Eh sen yaşlı kadın! Gerçekten de hep böyle iyi insanların yanında ayıp ediyorsun! Evi dumanla doldurdun, soğan kokusu da cabası öff! Kursaksız ördek gibi, sürekli yiyor, sürekli yiyor, karnının derisi nasıl dayanıyor onun acaba? Karnı çatlayacak gibi olduğundan hışırdıyordur o.”
Keyfi kaçan kız değişiverdi.
“Oy Salambi! Nasıl delikanlılar varmış! Kültür… Eğitim… Şair! Fransız yağmurluğu, şapka, hepsi de Avrupa’dan. Modern! Gördün mü ellerini uzatmadan önce ak mendille sildi. Eh! Sen hiç gülmedin, Salambi. Oy, aklım başımdan gitti!” dedi Muza birden ayna önüne vararak. “Namusunu nereye koyacaksın! Böyle yakışıklı delikanlı önünde ben… Bak, Salambi, benim saçım… Arkası tamamen dağıldı mı ne, tüylenip duruyor… Neden söylemedin? Oy ne ayıp! Oy, gerçekten ayıp!”
Salambi “Ben fark etmedim.” dedi ve ilk defa gülüverdi.
Dışarıdaki odada kahkahalarla gülme, uğultu duyuldu.
Mutfaktan yaşlı kadın “Uuuuu, çocuklarım geldiler! Çay içmeye gelin!” diye davet etti.
Odaya iki Nina ile birlikte Petya Kazakov girdi.
“Selam, Salambi!” dedi girer girmez elini uzatarak, sonra da Muza’ya doğru döndü. “O, Muza! Lyubimova, elbette… Şair demiş ki,
Kan oynuyor benim yüreğimde her an
Muzalarla sevgiden.”
Kazakov ziraat enstitüsünde Büyük Nina ile birlikte okuyordu, Solovyev ile ikisi de eskiden beri arkadaşlardı, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Cephede yaralanan delikanlı aksıyordu, bu sebeple bastonla yürüyordu. O Çeboksarılı bir Rus, Çuvaşça da biraz konuşuyor, konuştuğunda sürekli şaka yaparak konuşur, bu sebeple de onu her gördüğünde Salambi kendi köylerindeki Pavıl Şambulkin’i hatırlıyordu.
Kazakov Salambi ile Muza’ya göz kırparak “Stop, kızlar! Mektup! Küçük Nina dans et. Sana geldi, delikanlıdan!” dedi.
Dans edene kadar Küçük Nina kızarıverdi, bir iki döndü ve “Ver artık, Petya” demeye başladı.
Ancak Kazakov onu bir kez daha dans ettirdi, sonra tekrar konuştu.
“Teşekkür ederim, iyi dans ettin, bu ustalığınla Moskova’daki büyük tiyatroda dans etmen gerekir. Ama mektup Büyük Nina içinmiş. İşte inanmazsan adresi oku. Stop! Zarfı hamurla yapıştırmış, bir pide hamurunu bitirmiş. Nasıl bir delikanlı ki bu sevdiğine de pulsuz mektup yazıyor?”
Büyük Nina “Delikanlı değil, annem yazmış olmalı.” dedi. Bir de şimdi köyde nasıl pullu zarf olsun? Tamam, hiç olmazsa mektubu yazacak kâğıt bulmuş.
“Böyle her delikanlı ödemeli mektup gönderse gariban öğrenci kız ne yapsın? Zarf üzerinde hiçbir damga da yok. Anna-vanna! Kim alıp getirdi bu mektubu?”
Muza, Salambi’ye göz attı. “Konuşma!” dolgun vücutlu Anna İvanovna acele etmeden yavaşça girdi. Onun üstünde düzgün dikilmiş düz belli alaca elbise, yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlük (onun renginin ne olduğunu söylemek de zor) vardı. Anna İvanovna’nın dolgun yüzü çok buruşmuştu, ak saç telleri de görünmüyordu. Her zaman gülerek konuşan yaşlı kadın elindeki bardaktaki şekerli kaynamış çayı yudumlayarak konuşmaya başladı.
“Ah kızlarım, bugün bir genç geldi buraya, ama delikanlı da delikanlı yani! Bir damla suyla içiverirsin!”
Kazakov “Ben kötü müyüm? Beni kızların önünde yerle bir etme şimdi, Anna vanna.” diye iğneleyerek konuştu.
“Eyy, sen dedin!” dedi ve kıkır kıkır güldü yaşlı kadın. Kapı aralığından biraz baktım da ben de gençleştim birden. Delikanlı değil, ay ve güneş! ‘Tam da küçük Nina için damat!’ diye düşündüm hemen.”
Hepsi birden gülüverdiler. Küçük Nina kızıl kumaş gibi kızardı, utanıp Salambi’nin arkasına saklandı.
“İki kız arasında dönüp duruyor ya, aman Tanrım! Susun, Petya anlatıp bitireyim. Şaşırmış iki kız arasında duruyor. Biri diğerinden güzel, hangisini seçsem ki? Düşünüp duruyor çocuk! Petya sen olsan hangisini seçerdin?”
“Ben mi? Ben ikisini de severim, ikisi de çok güzel ama benim için üçüncüsü var.”
Kızlar gülüverdiler.
Yaşlı kadın ağzına yaklaştırdığı bardağından bir yudum daha alarak “Salambi ile Muza aynı mı şimdi?” diye sordu.
“Hayır Anna Vanna, ikisi de aynı demiyorum! Muza ilkbaharın sevinçli güneşi gibi, Salambi güzün serin güneşi gibi.
Yaşlı kadın düşündü ve gülmeden şöyle söyledi “Güz güneşi tatlı olur oğlum.”
“Siz Anna Vanna şairsiniz! Puşkin gibi güzü seviyorsunuz.”
“Sizinle konuşup dururken püre tencerede yandı herhalde. Bezelye püresi yaptım çocuklar, yemeye gelin.”
Yaşlı kadın keyifle güldü.
Solovyeva yaşlı kadının ardından kapı kapanınca “Bu mektubu kim verdi Salambi?” diye sordu.
“Leon Viryalov diye biri.”
“Aaa, Leven.” dedi Nina ve mektubu okumaya başladı.
“Siz bahçe işine girmiyor musunuz?” diye sordu Kazakov Muza’ya. “Yoksa pedagoji enstitüsü öğrencileri elma sevmiyorlar mı?”
–Ben her an bahçeye gitmeye hazırım. Küçük Nina’yı bekledim, biz onunla aynı gruptayız, o bizim grup başkanımız. Neden öyle sordun?
“Filarmoniye gitmeye hazırlanmış gibisin de… Böyle yüksek topuklu ayakkabı ile bahçede çalışmak zor olur diye düşündüm, güzel ayaklarınızı incitebilirsiniz. Çizme giymeliydiniz.”
“Benim çizme gibi bir şeyim yok.”
Solovyeva mektuptan gözünü almadan “Benimkisini vereyim mi?” diye teklif etti.
“Oy, Nina var mı senin?”
Kazakov divan altından büyük yük çizmeyi çıkarıp göstererek “İşte!” dedi.
Hepsi birden kahkahayla güldü.
Muza sertleşmiş deri çizmeye iğrenerek bakıp “Bu çizmeyi ben kaldıramam da o hepten incitir ayağımı çizer mahveder.” dedi.
Büyük Nina’yı üzmemek için Salambi konuyu değiştirdi.
“Sizin grubu bahçeye kim götürecek Nina?”
Küçük Nina çekinerek “Salanov diyorlar.” dedi.
“O kim?”
“Ben görmedim, Petya biliyor olmalı? Petya…”
Kazakov “Üçüncü sınıfta okuyor, bizim öğrenci çok başarılı.” dedi.
“Savaştan önce onun için mi üzüm yetiştirdi diyorlar?” diye sordu Salambi. “Bizim oralı değil o Turikaslı değil mi?”
“O.” dedi Büyük Nina. “Bizim köyün delikanlısı. Gayretli Miçurinets, yenilikçi, sık sık bahçe uzmanlarını şaşkına çevirir. Onların ailesi böyle, babası da bahçe uzmanı. Bizim kolhozda ikisi çevrede hiç kimsede olmayan bahçe yetiştiriyorlar. Salanov, savaşta yaralanıp döndükten sonra hemen enstitüye geldi. O savaştan önce de burada okuyordu, o enstitüye geç gelmiş olsa da hemen enstitüye okumaya girdi. Çok yetenekli bir delikanlı.
“Oy, Nina!” diye şaşırdı Muza. “Sizin köyün delikanlıları ne kadar iyi. Şairler, bilim adamları…”
“Oy Muza! Sizin Büyük Nina’nın köyünde, şairlerin yakınında doğmak gerekmiş.” diye iğneledi Kazakov.
Muza duymazlıktan geldi. Kazakov’un iğneli dili hoşuna gitmez onun.
Öğrenciler her zamanki gibi gülüp oynayarak gürültüyle enstitü bahçesine gittiler. Ziraat ve pedagoji üniversiteleri yan yanaydı.
Anna İvanovna “Püre yiyip gitseydiniz!” diye seslendi. “Bezelye püresi… Doktorlar faydalı diyorlar.”
İşi seven Salambi avuç içleri kızarana kadar her gün bahçede elma ağacı dikmek için çukur kazdı. Neşeli gençler arasında çalışmak onun keyfini yerine getirdi. Öğle geçince Büyük Nina ona beklemediği bir haber getirdi.
“Salambi, Salanov Port Artur’dan döndü ya. O bana seni sordu. ‘Tanıştırsana beni, onunla konuşacaklarım var.’ dedi.”
Salambi “Gerçekten mi?” dedi ve birden telaşlanıverdi. Mançurya… Port Artur denilince bunlar ona Valeriy’i hatırlatıyordu. Kim olursa olsun eğer Uzak Doğu’da bulunmuş ise ona göre Valeriy’i görmüş olmalıydı. İş bittikten sonra Salambi konuyu açmadı, arkadaşlarının söylediklerine sadece kısa cevaplar verdi. Nina’nın haberi onu düşündürüyordu. “Nasıl biri acaba Salanov? Köyde onun hakkında çok şey duymuştum ancak kendisini hiç görmemiştim. Turikas’ta Salanovların ailesi büyük, kimlerden acaba bu öğrenci? Onunla görüşüp konuşmak gerek. Acaba Valeriy ile görüştü mü? Savaş meydanında insanların beklenmedik bir anda hemşerileri ile karşılaştığını anlatıyorlar. Belki de o Valeriy hakkında yeni haberler verir.”
İşleri bitince Kazakov ile Nina diğer öğrencilerle birlikte şehre döndü. Salambi onlardan ayrıldı.
“Ben üniversitenin bahçesine girip çıkacağım. Küçük Nina ile birlikte eve konuşup dönseydin.” dedi.
Güneş battı artık. Şehrin üstünde radyo direkleri üstünde sadece iki küçük ışık dans ediyor. Çeboksarı’nın değnekleri diyor onlara Kazakov. Onun anlattığına göre Çuvaş şairi Vaşankka bu ikisine öyle ad vermiş şehirdeki en yüksek mertebeye. Uzaktaki orman kararmaya başladı, yere güz soğuğu vurdu. Uzaktan güz akşamı yaklaşıyor.
Salambi yeni bahçeye girerken pedagoji üniversitesi öğrencileri tamamen gitmiş gibiydi, sadece birkaç grup kalmıştı.
Küçük Nina arkadaşlarını görünce “Buradayım! Buradayım!” diye bağırdı.
Salambi onun yanına doğru hareketlendi.
Salambi başka şeyler öğrenmek istediğini gizleyerek “Eee, nasıl çalışıyorsunuz, Nina? Ellerin ağrımıyor mu?” diye keyifle sordu.
Nina gülerek “Yok, neden ağrısın, kolhozda az mı çalıştım.” dedi. “Muza işte ne yapacağını şaşırmış ne çukur kazıyor ne de su taşıyabiliyor. Oklava yutmuş gibi, hiç de eğilesi yok. Ona gülmekten ne yapacağımızı şaşırdık. Kürek tutmak istemez manikürüm bozuluyor der. Tırnakları onun uzun ya. Sonra Salanov ona su getirmesini söyledi (elma ağaçlarını biz diktikten sonra suladık). Bizim Muza yüksek topuklarıyla ayağı sürçe sürçe su kıyısına gider ve yarım kova su ancak getirir. ‘Neden dolu getirmiyorsun?’ deriz de ‘Sizin elma ağaçları için görünüşümü mü bozayım?’ der. Onun görünüşü… Beli, gerçekten de eşek arısınınki gibi ince. Bizim gibi kolhozda buğday çuvallarını kaldırmış olsaydın böyle olmazdı.”
“Şimdi nerede ki o?”
Küçük Nina “Öğle olmadan bırakıp gitti.” dedi ve sessizce güldü. “Tembellik onun içine işlemiş.”
“Salanov da gitti mi?” diye sordu Salambi. Nina onun telaşlandığını sezmedi.
“Salanov mu? Gitmedi. İşte onun kaputu ağaca asılı duruyor. Başka bir grubun yanına sigara içmeye gitmiş olmalı. Belki de ırmağa elini yıkamaya indi, işte geliyor. Çok iyi birisiymiş bu Salanov. Benimle çalıştı ve elma ağaçları hakkında neler anlattı! Çalışmasına da iyi çalışıyor, çok güçlü, insanlar bir çukur açana kadar o iki tanesini kazıp hazırlıyor. Sadece Muza’nın hoşuna gitmedi. ‘Çingene arabasından düşmüş gibi kapkara. Külle yıkasan da ağartmazsın.’ dedi Muza onu görür görmez. ‘Kara olsa da iyi’ der bizim taraftakiler onun gibilere.”
Onların yanına orta boylu, kapkara saçlı, esmer bir delikanlı geldi. Asker gibi giyinmişti. Onun rengi atmış asker gömleği üzerinde övünç madalyası ayrı bir şekilde parlıyor göze çarpıyordu. Delikanlı uzun konçlu yünlü çizmesini ırmakta suyla yıkayıp temizlemiş, yüzünü de yıkamış olmalı. Alnına doğru inmiş kara zülüfleri ıslanmış. Bakın kimmiş o, ziraat enstitüsünün tanınmış öğrencisi! Geleceğin pedagoglarına bahçe yapmayı öğreten!
Salambi ona “Af edersiniz, ben sizinle görüşmüştüm.” dedi.
Küçük Nina biraz uzağa çekildi.
Delikanlı ellerini uzatarak “Tanışalım o zaman, Semen Salanov.” dedi. Sağlam ve güçlü bir asker eliydi.
“Salambi. Akramova.”
Salanov düz beyaz dişlerini göstererek güldü, onun donuk yüzü keyifle parladı.
“Salambi? Bu adı ikinci defa duyuyorum.”
Kız hemen “Bunu daha önce nerede duymuştunuz?” diye sordu.
O birden heyecanlandığını, sesinin titremeye başladığını sezdi. Delikanlı, kendisi de biraz hüzünlendi. Onun kara kaşları çatıklaştı.
Salanov kızın gözlerine bakarak “Ben bu adı çok önceden Mançurya’da duydum.” dedi.
“Kimden? Semenov Valeriy’den mi?”
Salambi’nin gök gözleri büyüdü, parladı, yüreği hızlı hızlı atmaya, sıktığı dudakları titremeye başladı.
Yaralanmış kuş böyledir. Karanlık dağların arasına düşüp dağın zirvesinde güneş ışığının parladığını görünce nefes almak için can havliyle mücadele eder. Parlayıp, ışıldayan dağın zirvesine yavaş yavaş uçup konayım derken ona bir ok daha değer ve yaralı kanadı kırılır. Zavallı kuş sonra yere düşer.
Salanov’un sözü Salambi için bu ok gibiydi.
“Yok. Ben Valeriy Semenov diye birini tanımıyorum, görmedim de duymadım da. Ancak o bizim tarafların Çuvaşı olmalı, doğruyu söylemek gerekirse Anatkassi’nin delikanlısı.”
Kız bir süre hiçbir şey söylemeden durdu, boğazı tıkandı, gözyaşlarını yavaş yavaş döktü ve titreyen sesiyle sordu “Kimden duydunuz o zaman?”
“Kimden duydunuz o zaman benim adımı? Siz benim hakkımda bir şeyler duymuş iseniz benim hakkımda bir şeyler söylemişler!” demek istiyordu Salambi söyleyemedi.
“Bir askerden duydum. Biz onunla Port Artur’dan birlikte döndük. Çuvaş delikanlısıydı o, bu tarafların Çuvaşı değil, aşağı Çuvaşlardan. Bir Salambi’den o bahsediyordu. Salambi adlı kız ile bir askerin aşkından bahsetmişti bana. Askerin adını hatırlamıyorum, şimdi siz hatırlattınız, gerçekten de Valeriy adlıydı.”
“Sizinle konuştu… Sizinle birlikte askerden dönen askerin soyadı neydi?”
“Almazov… Anatoliy Almazov.”
Kızın yüreği sızladı. Valeriy’in cephedeki dostu, şarkılar yazan, gerçekten de Almazov soyadlıydı. Salambi onu misafirliğe çağırmıştı, ancak bu davet mektubunun kaderi de iyi olamadı.
“Almazov? Söyler misiniz lütfen onu nerede bulmak mümkün? Belki de adresini biliyorsunuzdur?”
Delikanlı bilmediği için gerçekten üzülerek “Maalesef bilmiyorum.” dedi. “Ancak onun bu şehirde olması gerekir. Müzik okuluna okumaya geleceğim demişti. Eğer o buradaysa onu arayıp bulabilirim.”
Salambi “Ben size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.” dedi. “Ben ziraat enstitüsünde hayvancılık uzmanlığı bölümünde okuyorum. Siz beni hatırlamamış olmalısınız, ben de şimdiye kadar sizi bilmiyordum. Biz aynı ilçedeniz, komşu köylerden, ben Anatkassiliyim. Beni o kişiyle tanıştırabilseydiniz…”
Salanov önünde Almazov’un bahsettiği kızın durduğunu anlayarak “Onun kendisi de sizi ve Valeriy’in annesini görmek istiyordu.” dedi. “Biz ikimiz de askerden yeni döndük ve sizi aramak ara tatile kadar mümkün olmadı.”
Salambi’ye sanki yeniden can geldi.
Yaralı kuş son gücünü toplayıp kapkaranlık dağ yarığından güneş ışıklarıyla parlayan dağ tepesine uçmaya çalışıyor. İşte yarısına kadar uçtu da ancak daha ileriye gitmeye gücü yok. Yaralı kanadını çekip yarı karanlık dağ aralığında bir çıkıntıda varıp dinlenmek için kondu. Dağ zirvesine varabilseydi… Oradan uzaklardaki bütün çevre görülüyor, güneş baba orada, hayat orada! Böyle ümit ediyor yaralı kuş, ancak kendisi bu dağ tepesine varana kadar güneşin tekrar batacağını ve kendisinin yine karanlıkta kalacağını bilmiyor elbette.
ÖĞRENCİLER
Biz işte, okumadaTepeden tepeye yükseldik,Savaşta, zaferdeTepiniyor güzel kuvvetimiz.Mitta ValeySavaş bütün halkın ekonomisine sözle anlatılamayacak kadar büyük zarar verdi. Korkunç bir fırtınanın vurması gibi, haddinden fazla hırpaladı. Özellikle de Çuvaş Cumhuriyetinin köylerinde fazlaca hissedildi. Kolhozlarda çalışacak güçlü kuvvetli delikanlılar gitti, on binlerce kişi kanlı savaş meydanlarında can verdi. En iş görür arabalarla traktörler, en güçlü atlar askerlerle birlikte savaş meydanında yok oldu. Çekecek güç kalmayınca kolhoz çalışanları tarla sürme işlerinde ve başka ağır işlere öküzleri, kısır inekleri koştular ya da harman yerini sürerken yaptıkları gibi kadınların kendileri saban başına koşuldular. Hepsinden de çok savaş bittikten sonraki yıl aşırı sıcağın yaktığı ekinin mahvolması köy ekonomisini tamamıyla mahvetti. Korkunç açlık gelip çattı. Halk arasında unutulmaya başlamış olan “kara pazı ekmeği”, “nişasta akıtması” gibi sözler evden eve girmeye başladı. Şehirde ekmeği de başka yiyecekleri de sadece kartla veriyorlar. O da sadece yaşayabilecek kadar…