Книга İki Şehrin Hikâyesi - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İki Şehrin Hikâyesi
İki Şehrin Hikâyesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İki Şehrin Hikâyesi

Bir süre korku dolu gözlerle kıza bakan adamın dudaklarından birkaç kelime döküldü, ancak hiçbir şey duyulmadı. Hızla ve zorla alınan nefeslerin arasında “Bu da ne?” diye sorduğu işitildi.

Yüzünden gözyaşları süzülen kız, iki elini dudaklarına götürüp adama bir öpücük gönderdi ve sanki ellerini mahvolmuş adamın başıymış gibi, göğsüne bastırdı.

“Sen gardiyanın kızı değil misin?”

Kız içini çekti: “Hayır.”

“Kimsin sen?”

Sesinin titreyeceğinden korkan kız banka, adamın yanına oturdu. Yaşlı ayakkabıcının geri çekilmesine karşın elini adamın koluna koydu. Kızın bu davranışıyla heyecanlandığı yüzünden belli olan adam, yavaşça elindeki bıçağını yere bıraktı ve kıza bakmaya başladı.

Uzun, bukleli sarı saçları aceleyle iki yana bırakılmıştı ve boynunun iki yanından dökülüyordu. Elini yavaş yavaş kaldıran adam bu bukleleri tutup baktı. Yanlışlıkla yaptığı bu hareketin ardından derin bir iç çekip işine geri döndü; fakat bu pek uzun sürmedi. Adamın kolunu bırakan kız bu kez de omzunu tuttu. Sanki onun gerçekten orada olduğundan emin olmak istemiş gibi şüpheyle iki üç kez bu ele bakan adam tekrar çalışmaya başladı. Bir yandan da elini boynuna götürmüş, ucunda katlanmış bir paçavra bulunan kararmış bir ipi dışarı çıkarmıştı. Adam paçavrayı dizinin üzerinde itinayla açtı. İçinde azıcık saç vardı: Mazide kalmış günlerden birinde parmaklarına doladığı birkaç tel uzun sarı saç.

Adam kızın saçını tekrar eline aldı ve yakından baktı. “Bunlar aynı. Nasıl olabilir? Ne zamandı? Nasıldı?”

Alnı yeniden o yoğun ifadelerle kaplanan adam, aynı ifadenin kızda da olduğunu fark etmiş gibiydi.

“Götürüldüğüm gece, o, elini omzuma koymuştu; gitmemden korkuyordu. Bense korkmuyordum. Kuzey Kulesi’ne götürüldüğümde bunları kolumda buldular. ‘Bende kalmasına izin verir misiniz? Bedenen kaçmama kesinlikle yardımcı olamaz ama belki ruhumun kurtulmasını sağlayabilirler.’ Bunları söylemiştim; çok iyi hatırlıyorum.”

Kelimeler şekil almadan önce uzunca bir süre onlara dudaklarında şekil vermeye çalıştı. Uygun kelimeleri bulduğundaysa yavaş ve tutarlı konuştu.

“Bu nasıl olur? O sen miydin?”

Yaşlı adamın, ürkütücü bir çabuklukla kızı yakalaması üzerine, iki izleyici bir kez daha öne doğru atıldılar. Ancak adamın sımsıkı tuttuğu kız son derece sakindi ve alçak bir sesle “Size yalvarırım iyi kalpli beyler, bize yaklaşmayın, konuşmayın, hareket etmeyin!”

“Ne?” diye haykırdı adam, “Kimin sesiydi bu?”

Bu çığlığı atarken kızı bırakmış, kavradığı ak saçlarını çekiştiriyordu. Ayakkabı imalatı dışında hayatındaki her şeyin tükenip gitmesi gibi, bu davranışı da yavaş yavaş son buldu. Küçük paketini yeniden katlayıp güvencede olabilmesi için göğsüne koydu. Ancak hâlen kıza bakıyor ve ümitsizce başını sallıyordu.

“Hayır, hayır, sen çok gençsin, çok tazesin. Bu olamaz. Şu mahkûma bir bak. Bunlar onun tanıdığı eller değil, bu onun tanıdığı yüz değil, bu onun duyduğu ses değil. Hayır, hayır. O kız ve o adam, Kuzey Kulesi’nin zor geçen yıllarından asırlar önceydi. Sizin isminiz nedir benim nazik meleğim?”

Bu yumuşak ses tonu ve tavrı karşısında kız, adamın önünde dizlerinin üzerine çöktü ve yalvaran ellerini adamın göğsüne bastırdı.

“Ah, beyefendi, bir başka zaman ismimi, annemin ve babamın kim olduklarını, onların zor, çok zor hayatlarını neden bilemediğimi öğreneceksiniz. Fakat bunları şimdi size söyleyemem, burada olmaz. Size şimdi burada söyleyebileceğim tek şey, bana dokunup beni öpmeniz için size yalvardığımdır. Öpün beni, öpün. Ah sevgili beyefendi!”

Donuk beyaz saçları kızın ışıl ışıl saçlarıyla karıştı; bu altın sarısı saçların parıltıları, özgürlüğün ışığı gibi onu ısıttı ve aydınlattı.

“Eğer sesimde –öyle olup olmadığını bilmiyorum ama umuyorum– bir zamanlar kulaklarınıza melodi gibi gelen bir sesin hoş nağmelerini duyabiliyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Eğer saçlarıma dokunduğunuzda genç ve özgürken göğsünüzde yatan bir başı hatırlıyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Size sadakatle hizmet edip görevimi içtenlikle yapacağım bir evden bahsettiğimde, çok eskiden terk edilmiş bir ev zihninizde yeniden canlanıyor ve yüreğiniz burkuluyorsa, ağlamaktan çekinmeyin!”

Kız adamın boynuna daha sıkıca sarılıp başını bir çocuk gibi göğsüne bastırdı.

“Size ıstırabınızın sona erdiğini, buraya sizi huzur ve rahat bulacağınız İngiltere’ye götürmek üzere geldiğimi söylediğimde, değerli yaşamınızın boşa gittiğini ve ana vatanımız Fransa’nın size alçakça davrandığını düşünmenize sebep oluyorsam, ağlamaktan çekinmeyin! Ve size kendi ismimi, hâlen hayatta olan babamın ismini ve vefat etmiş annemin ismini söylediğimde, zavallı annemin sevgisi sebebiyle çektiklerini benden sakladığından, onun uğruna tüm gün çabalayıp uykusuz geceler boyu hiç ağlayamadığım için şerefli babamın önünde diz çöküp, ondan af dilemek zorunda kaldığımı öğrenirseniz, ağlamaktan çekinmeyin! O kız için ağlayın ve benim için! Sevgili bayım, Tanrı’ya şükürler olsun. Kutsal gözyaşlarını yüzümde hissedebiliyorum ve hıçkırıkları kalbimi dağlıyor. Ah Tanrı’m, sana şükürler olsun!”

Kızın kollarına gömülen adamın yüzü de göğsüne düşmüştü. Geçmişte yaşanan tüm acıların ve haksızlıkların gözyaşlarına dönüştüğü bu manzara öylesine dokunaklıydı ki, onları izlemekte olan iki adam, yüzlerini çevirmek zorunda kaldı.

Tavan arasında uzun süre sessizlik hâkim olmuştu; kızın göğsüne yaslanıp hıçkırıklarla titremeyen adam da her fırtınanın ardından gelen böyle bir sessizliğe teslim olmuştu. Yaşam denen fırtınanın nihayet dinip yerini huzur ve sükûnete bıraktığının simgesiydi bu. Dafarge ve Bay Lorry baba kızı yerden kaldırmak üzere yaklaştılar. Adam yavaşça yere düşüp tükenmiş bir hâlde, rehavet içerisinde uzandı. Kız da onun üzerine kapanıp başını kolunun üzerine kaldırdı. Saçları, adamın üzerine düşen ışığı perdeliyordu.

“Lütfen onu rahatsız etmeyin.” dedi kız, kendilerine doğru eğilen Bay Lorry’ye doğru elini kaldırarak. Hızlı solukları rahatlıkla duyulabiliyordu. “Bir an önce Paris’ten ayrılabilmemiz için gerekenleri yapın lütfen; şu kapıdan çıkarıp onu götürelim.”

“Fakat bir düşünün. Bu seyahati yapabilecek durumda mı?” diye sordu Bay Lorry.

“Gitmeye, kendisi için berbat olan bu şehirde kalmaktan çok daha fazla hazır.”

“Bu doğru.” diye onayladı konuşmaları duyabilmek için dizlerinin üzerine çökmüş olan Defarge. “Her hâlükârda Mösyö Manette için en iyisi Fransa dışına çıkmak. Bir araba ve at kiralamamı ister misiniz?”

“Bu bir iş,” dedi hemen eski sistemli tavırlarına dönen Bay Lorry, “ve bu yapılması gereken bir işse, en iyisi bunu benim yapmam.”

“O hâlde lütfen bizi burada bırakma nezaketini gösteriniz.” diye ısrar etti Bayan Manette. “Ne kadar sakinleştiğini gördünüz. Onu burada benimle bırakmaktan korkmamalısınız. Neden korkasınız ki? Rahatsız edilmememizi engellemek üzere kapıyı kilitlerseniz geriye döndüğünüzde onu bıraktığınız gibi sessiz bulacağınızdan şüphe etmiyorum. Her durumda siz dönene kadar onunla ilgileneceğim ve sonra da hemen onu buradan çıkaracağız.”

Hem Bay Lorry hem de Defarge bu talep karşısında pek isteksizdiler ve en azından birinin kalmasını tercih ediyorlardı. Fakat araba ve atların yanı sıra seyahat kâğıtları da hazırlanmalıydı ve zaman geçtikçe gün bitimi yaklaşıyordu. Nihayet yapılması gereken işleri bölüşüp aceleyle bitirmeleri gerektiğine karar verdiler.

Karanlık çökerken kız başını babasının yanına, sert zemine koydu ve onun yanında bekledi. Karanlık gitgide arttı. Duvardaki yarıklardan içeri bir ışık süzülene dek öylece yattılar.

Bay Lorry ve Mösyö Defarge yolculuk için gerekenleri hazırlayıp beraberlerinde getirmişlerdi. Bunların arasında paltolar, örtüler, ekmek, et, şarap ve sıcak kahve de vardı. Mösyö Defarge bu yiyecekleri ve taşıdığı lambayı ayakkabıcının bankına koydu. Tavan arasındaki odada ot bir şilteden başka hiçbir eşya yoktu. Defarge, Bay Lorry’nin de yardımıyla tutsağı kaldırdı ve ayakta durmasına yardım etti.

Hiçbir insanın zekâsı, yüzündeki korku dolu boş şaşkınlıktan, yaşlı adamın zihnindeki gizemleri okuyamazdı. Ne olduğunu anlayıp anlamadığı, kendisine söylenenleri hatırlayıp hatırlamadığı, özgür olduğunu bilip bilmediği, aklın çözemeyeceği sorulardı. Onunla konuşmaya çalıştılar; fakat kafası o kadar karışıktı ve o kadar yavaş konuşuyordu ki şaşkınlığa düşmesinden korktuklarından daha fazla kurcalamamaya karar verdiler. Yabani, kendini kaybetmiş tavırlar içerisindeydi. Daha önce hiç yapmadığı gibi sık sık başını ellerinin arasına alıyordu. Yine de kızının berrak sesinden hoşlanıyor, ne zaman konuşsa ona dönüyordu.

Uzun süredir baskı altında kalmanın verdiği itaatkârlıkla kendisine yiyip içmesi için ne verilirse onu yiyip içiyor, giymesi için kendine verilen palto ve diğer üstlükleri giyiyordu. Kızının, kolunu kendisininkine doğru çekmesine hemen cevap verdi ve kızın elini tutup iki eliyle kavradı.

Merdivenlerden inmeye başladılar. Mösyö Defarge lambayla önden gidiyor, Bay Lorry hemen arkasından onu takip ediyordu. Ana merdivenin daha ilk basamaklarındaydılar ki yaşlı adam durup çatıya ve duvarlara bakındı.

“Burayı hatırladınız mı baba? Buraya çıkışınızı hatırlıyor musunuz?”

“Ne dediniz?”

Fakat kız daha sorusunu yinelemeden cevabı mırıldandı:

“Hatırlamak mı? Hayır, hatırlamıyorum. Bu çok uzun zaman önceydi.”

Hapishaneden bu eve getirilişine dair herhangi bir şey anımsamadığını çok iyi biliyorlardı. “Yüz Beş, Kuzey Kulesi.” diye mırıldandığını duydular. Etrafına bakındığında, uzun yıllar çevresini kuşatan güçlü kale duvarlarını gördüğü açıktı. Avluya vardıklarında sanki bir asma köprüdeymiş gibi adımları değişti. Ve asma köprü yerine sokakta bekleyen arabayı gördüğünde kızının elini bırakıp yeniden başını ellerinin arasına aldı.

Kapının önü kalabalık değildi; çok sayıdaki pencerede kimse görünmüyordu, şans eseri oradan geçmekte olan biri bile yoktu. Doğal olmayan bir sessizlik ve terk edilmişlik egemendi. Sadece kapı dikmesinde öne eğilmiş örgüsünü örmekte olan Madam Defarge vardı; o da hiçbir şey görmedi.

Mahkûm arabaya bindi, kızı da onu takip etti. Bay Lorry de ayağını basamağa koymuştu ki yaşlı adam ayakkabı imalatında kullandığı araçları ve henüz tamamlayamadığı ayakkabıları istedi. Madam Defarge hemen kocasına seslenip bunları kendisinin getirebileceğini söyledi. Avluda koşarak karanlıkta kayboldu; istenenleri çabucak aşağıya getirip verdi. Hemen ardından da yine kapı dikmesindeki yerine geçip örgü örmeye devam etti ve hiçbir şey görmedi.

Defarge arabanın üzerine binip arabacıya istikameti söyledi: “Sınıra!”

Arabacı kamçısını şiddetle vurdu ve direklerde sallanan cılız lambaların ışığında gürültüyle yola koyuldular.

Güzel sokaklarda biraz daha parlak, kötü sokaklarda ise çok cılız yanan lambaların, ışıklı dükkânların, neşeli kalabalıkların, aydınlatılmış kahvehanelerin ve tiyatro kapılarının yanından geçen araba, şehrin kapılarından birine yaklaştı. Sınır karakollarında, ellerinde fenerler olan askerler vardı.

“Yolcular, kâğıtlarınız.”

“Buyurun memur bey.” dedi Defarge arabadan inip görevliyi arabadan uzaklaştırırken. “Bunlar içerideki beyaz saçlı beyin kâğıtları. Bana emanet edildiler. Onunla birlikte arabada…”

Adamın sesi kısıldı, askerlerin kullandığı fenerlerde bir hareketlenme vardı ve bu fenerlerden biri, üniformalı bir kol tarafından arabanın içine yöneltilmişti. Bu kolun ait olduğu bedendeki gözler sıra dışı bakışlarla beyaz saçlı adama baktı.

“Her şey yolunda. Geçin!” dedi üniformalı.

“İyi günler!” cevabı geldi Defarge’dan. Ve araba, cılız ışıklar saçan lambalar koruluğundan muhteşem yıldızlar koruluğuna doğru ilerledi.

Âlimler, bu küçük dünyadan çok uzaktaki yıldızların bazılarının ışıklarının henüz yer yuvarlağına ulaşmadığını söylerler. İşte bu hareketsiz ve ebedî ışık kemerinin altında, gecenin kapkara gölgeleri her tarafı kaplamıştı. Soğuk ve kasvetli saatler boyunca, şafak sökene dek gecenin gölgeleri, mezarından çıkarılan adamın karşısında oturup onun hangi özelliklerini yitirdiğini ve bunlardan hangilerinin geri gelebileceğini merak eden Bay Jarvis Lorry’nin kulağına bir kez daha aynı eski soruyu fısıldadılar.

“Umarım hayata dönmeye isteklisinizdir?”

Ve yine eski cevap:

“Bunu söyleyemem.”

Bölüm 2

Altın Bağ

Beş Yıl Sonra

Temple Bar yakınındaki Telson Bankası bin yedi yüz yetmiş beş yılı için bile modası geçmiş bir yerdi. Son derece küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsızdı. Mekanın yanı sıra zihniyeti de eski modaydı. Zira şirketin ortakları onun küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsız olmasıyla gurur duyuyorlardı. Aynı zamanda, onun bu özellikleriyle itibar kazandığını düşünüp böbürleniyorlardı. Daha hoş, daha yeni olursa saygınlığını yitireceğine dair aleni bir inanca sahiptiler. Bu pasif bir inanç değil, şirketin elverişli alanlarında hayata geçirdikleri aktif bir inançtı. Söylediklerine göre Tellson geniş ve rahat bir yer istemiyordu, Tellson ışık istemiyordu, Tellson süs istemiyordu. Noakes ve Ortakları veya Snooks Kardeşler bunu isteyebilirdi; ancak Tanrı’ya şükür, Tellson bunu istemiyordu.

Ortaklardan herhangi biri, Tellson’u yenilemek isteyen oğlunu mirasından men edebilirdi. Bu anlamda şirket, ülkeyle aynı zihniyetteydi. Bu ülke de, uzun zamandır şikâyet konusu olan fakat saygınlık unsuru olarak kabul edilen hukuk kuralları ve geleneklerde yenilikler, değişiklikler isteyen evlatlarını sık sık mirasından mahrum bırakıyordu.

Nitekim Tellson, rahatsızlık açısından kusursuz bir zafer kazanmıştı. Lüzumsuz bir hırçınlık eden kapıyı gürültüyle açtıktan sonra, iki basamak aşağıdaki Tellson’un içine düşüyordunuz. Burası iki gişenin bulunduğu sefil bir iş yeriydi. Gişelerin arkasında duran olabildiğince yaşlı iki adam, çeklerinizi rüzgâra kapılmış gibi sallayıp, Fleet Caddesi’nin çamurlu sularıyla sürekli duş alan ve kendi demir parmaklıklarıyla Temple Bar’ın büyük gölgesi yüzünden iyice kararan pencerelerden gelen cılız ışıkta üzerlerindeki imzayı kontrol ederlerdi. İşiniz bankaya gitmeyi gerektirmişse önce hücreye benzer bir tür bekleme odasına alınıyor, burada boşa geçen hayatınızı düşünmeye dalıyordunuz. Siz, insanı melankolik eden alaca karanlıkta zorla gözlerinizi açıp kapatırken, banka görevlisi, elleri ceplerinde geliyordu. Paralarınız, açılıp kapandıkça tozları burnunuza dolup genzinize giden kurtlu ahşap çekmecelerden geliyor veya bunlara konuyordu. Kâğıt paralarınız sanki çabucak çürüyüp dağılıverecek gibi küf kokuyordu. Bozukluklarınız lağım çukurlarının hemen yanında istifleniyor, bu nedenle bir iki gün içerisinde tüm parlaklığını yitiriyordu. Senetleriniz mutfak ve bulaşıkhanelerden bozma uyduruk kasa odalarına konuyor, bankanın havasındaki yağın tümü üzerlerine siniyordu. Aile kâğıtlarınızın konduğu daha önemsiz kutular üst katta, içinde, üzerinde hiç yemek yenmemiş büyük bir yemek masasının bulunduğu bir göz boyama odasına götürülürdü. Burada, bin yedi yüz seksen yılında bile, eski sevgilinizin veya küçük çocuklarınızın size yazdığı ilk mektuplar, Temple Bar’da en vahşi Afrika kabilelerine yaraşır gaddar ve zalim bir duygusuzlukla sergilenen kesik başlar tarafından pencerelerden seyredilmekten yeni yeni kurtuluyorlardı.

Fakat gerçekten de o dönemde ölüm cezası sadece Tellson için değil, tüm ticaret hayatında ve mesleklerde popüler olan bir yöntemdi. Ölüm doğanın her dert için sunduğu bir çareydi; neden kanunlar bu çareden faydalanmayacaktı ki? Bu nedenle sahtekârlar, kalpazanlar, bir mektubu izinsiz açanlar, kırk şilin altı peni çalanlar, at hırsızları, sahte şilin basanlar ya da suçlar âlemine bir şekilde bulaşanlar hep ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suçları engellemek için iyi bir yol olarak görülmesine ilaveten –aslında bunun tam tersinin geçerli olması çok daha dikkat çekiciydi– aynı zamanda da her davanın yaratacağı farklı sorunlardan kurtarıyor ve geriye ilgilenilmesi gereken bir şey kalmıyordu. Bu nedenle o günlerde Tellson, aynı dönemde faaliyet gösteren büyük şirketler gibi pek çok can almıştı. Öyle ki bu başlar, gizlice yok edilmek yerine Temple Bar’da yan yana dizilse, zemin kata giren o birazcık ışık bile girmez olurdu.

Karanlık raflar ve dolaplar arasına sıkışmış, tıpkı bir mezardaymış gibi işlerini yapmakta olan yaşlı adamlar vardı. Tellson’un Londra şubesinde genç birini işe aldıklarında, yaşlanana kadar onu bir yerlerde saklarlardı. Tıpkı bir peynir gibi Tellson’un havası ve mavi küfleri üzerine sinene kadar onu karanlık bir yerde tutarlardı. Ancak bundan sonra görülmesine izin verilir, bu adamlar pantolon ve tozluklarıyla büyük defterlere gömülürlerdi.

Tellson’un dışında, çağrılmadıkça asla içeri girmeyen, işinin ne olduğu belli olmayan bir adam vardı. Genellikle kapıcılık ve habercilik yapan bu adam, şirketin ayaklı tabelası gibiydi. İş saatlerinde asla yerinden ayrılmayan bu adam getir götür işlerine baktığındaysa yerine oğlu bakardı. On iki yaşındaki bu afacan, babasının tıpkısının aynısıydı. İnsanlar, Tellson’un bu garip görev adamına büyüklük gösterip müsamaha ettiğini anlıyorlardı. Bu kapasitedeki insanları şirket daima hoş görmüştü ve kader bu insanı bu göreve getirmişti. Soyadı Cruncher’dı ve gençliğinde bulaştığı karanlık işleri bıraktığında Hounsditch’teki bölge kilisesinde kendisine Jerry ismi verilmişti.

Yer Bay Cruncher’ın Whitefriars’ta, Hangingsword yolundaki evi; zaman rüzgârlı bir Mart sabahı, saat yedi buçuktu. Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz seksendi.

Bay Cruncher’ın evi pek de hoş bir muhitte değildi. İki odalı bir evdi; fakat tek penceresi olduğundan iki odalı demek zordu. Yine de oldukça iyi durumdaydı. O rüzgârlı mart sabahında, saatin oldukça erken olmasına karşın, Bay Cruncher’in yattığı oda temizlenmişti. Çam ağacından yapılmış masaya tertemiz beyaz bir örtü serilmiş, üzerine de kahvaltı için fincan ve tabaklar yerleştirilmişti.

Bay Cruncher kumaş artıklarından dikilmiş bir yatak örtüsünün altında uyuyordu. Yavaş yavaş uykusu hafifledi ve yatakta kımıldanmaya, sağa sola dönmeye başladı. Bir süre sonra uyandı; saçları örtüleri lime lime edecek kadar diken dikendi. Yataktan kalkar kalkmaz müthiş bir hiddetle bağırdı:

“Yine orada değilse Allah belamı versin!”

Hamarat ve tertipli olduğu dış görünüşünden belli olan yaşlıca bir kadın, dizlerinin üzerinde oturduğu köşeden kalktı. Telaş ve korkusundan bu paylamanın muhatabı olduğu belli oluyordu.

“Ne!” dedi Bay Cruncher yatağının yanında çizmesini ararken, “Yine orada mısın sen?”

Ve ardından kadının kafasına bir çizme fırlattı. Bu çizmeler epey çamurluydu ve Bay Cruncher’ın geçim kaynağıyla ilgili garip koşullar hakkında ipucu verebilirdi. Bay Cruncher’ın banka dönüşlerinde ayakkabısı pırıl pırıl olurdu. Ancak sabah uyandığında aynı çizmeleri çamur içinde bulurdu.

“Ne!” dedi yeniden Bay Cruncher, “Yine ne yapıyordun Aggerawayter?”

“Sadece duamı ediyordum.”

“Duanı ediyorsun, öyle mi! Ne iyi bir kadınsın! Dizlerinin üzerine çöküp bana beddua etmen ne demek oluyor?”

“Sana beddua etmiyordum, senin için dua ediyordum.”

“Hayır etmiyordun, eğer öyleyse özgürlüğümü görmeyeyim. Gör işte oğlum! Annen iyi bir kadın, genç Jerry, babanın mutlu olmaması için dua edip duruyor. Hürmetkâr bir annen var evlat. Dindar annen, tek çocuğunun ağzından yağlı ekmeğin alınması için dua ediyor.”

Baba Cruncher bu kötü sözleri ederken anneye dönüp kendisiyle ilgili edilen dualara şiddetle karşı çıktı:

“Seni kendini beğenmiş kadın,” dedi Bay Cruncher bilinçsiz bir tutarsızlıkla, “dualarının ne değeri var sanıyorsun? Kaç paralık dua ediyorsun?”

“Sadece yüreğimden geliyorlar Jerry. Bundan fazla bir değeri yok.”

“Bundan fazla değeri yok, öyle mi?” diye tekrarladı Bay Cruncher. “O hâlde beş para etmezler. Sana söylüyorum, bundan sonra benim için dua etmeyeceksin. Buna katlanamam. Senin sinsi dualarınla şans bulacak değilim. Dizlerinin üzerine çökeceksen bunu kocan ve çocuğun için yap, onlara karşı değil. Yapmacık olmayan bir karım olsaydı, bu çocuğun da yapmacık olmayan bir annesi olsaydı, aleyhime dualar edilmez, kötü şans etrafımı kuşatmaz, geçen hafta biraz para kazanabilirdim.”

Tüm bu zaman süresince giyinmekte olan Bay Cruncher, “Ettiğin dualar geçen hafta kötü şans olup, şeytan bu dürüst tacirin paçasına dolanmadıysa Allah belamı versin. Genç Jerry, giyin oğlum. Ve ben çizmelerimi temizlerken gözün daima annenin üzerinde olsun. Yine dua ettiğini görürsen hemen bana haber ver.” Bay Cruncher yeniden karısına dönüp konuşmaya devam etti: “Sana söylüyorum. Bu yüzden bir daha gitmeyeceğim. Köhne bir araba gibiyim, afyon içmiş gibi sersemim, öyle yorgunum ki bu acıyı çeken ben miyim, başka biri mi onu bile anlamıyorum. Ama yine de cebimde beş kuruş yok. Sabahtan akşama kadar para kazanmamam için dua ettiğinden şüpheleniyorum ve buna daha fazla katlanmayacağım, beni anladın mı Aggerawayter?”

Bir yandan da homurdanmaya devam ediyordu: “A, evet, sen çok dindarsın değil mi? Kocanın ve evladının çıkarlarının karşısında olamazsın, değil mi? Olmamalısın, değil mi!” Bay Cruncher, öfkeyle dolu iğneleyici sözler savurmaya devam ederek çizmelerini temizleyip iş için diğer hazırlıklarını sürdürmeye koyuldu. Bu arada kafası babasınınkilerden daha yumuşak ama yine de diken diken saçlarla kaplı, gözleri babasınınkiler gibi birbirine yakın çocuk, annesini gözetliyordu. Giyindiği odaya girip çıkarak annesini sürekli rahatsız eden çocuk birden, “Anne, seni gördüm, yine dua edeceksin!” diye bağırıp “Baba koş!” diye seslendi. Bu hayalî ikazının ardından saygısızca sırıtarak odaya girip çıkmaya devam etti.

Bay Cruncher kahvaltı masasına geldiğinde öfkesi henüz yatışmamıştı. Bayan Cruncher’ın sofra duasına büyük bir kinle cevap verdi:

“Bana bak Aggerawayter, ne yapıyorsun sen? Yine mi dua?”

Kadın sadece sofra duası ettiğini söylediyse de adamın cevabı değişmedi.

“Dua falan etme!” dedi Bay Cruncher, karısının dualarıyla sofradaki ekmek somununun yok olmasını beklermiş gibi etrafına bakınarak: “Evimin, yuvamın kutsanmasını istemiyorum. Soframdakilerin kutsanmasını istemiyorum. Kes sesini!” dedi.

Bir ziyafete katılıp tüm gece ayakta kalmış gibi, kan çanağına dönmüş gözleri berbat görünen Jerry Cruncher, kahvaltısını etmek yerine yiyecekleri için endişeleniyor, hayvanat bahçesinin dört ayaklı bir sakini gibi etrafına gürlüyordu. Dokuza doğru kızgınlığını bastırıp dışarıdan saygıdeğer bir iş adamı gibi görünmeyi becerdi ve bankaya doğru yola koyuldu.

Kendini “dürüst bir tacir” olarak tanımlamayı sevse de yaptığı işe ticaret demek zordu. Kırık bir sandalyeden bozma taburesinden başka sermayesi yoktu. Bu tabureyi her sabah babasının yanında yürüyen genç Jerry taşır ve bankanın Temple Bar’a en yakın penceresinin altına koyardı. Bu, böylesine garip işe sahip adamın ayaklarının altına, onu soğuktan ve nemden korumak üzere, geçen arabalardan dökülen bir avuç saman da konunca, o günkü karargâh hazırlanmış olurdu. Bay Cruncher bu görev yeri sayesinde Fleet Caddesi’nde herkes tarafından tanınırdı.

Dokuza çeyrek kala yerini alıp, bankaya giren yaşlı çalışanlara üç köşeli şapkasıyla selam veren Jerry, bu rüzgârlı mart sabahın da oğlunu yanına almıştı. Barışçıl emelleri için yoldan geçen yeterince küçük çocukları pataklamadığı zamanlar, oğlu genç Jerry de babasının yanında dikiliyordu. Birbirlerine tıpatıp benzeyen baba oğul, iki göz birbirine ne kadar yakınsa o kadar yakın duran başlarıyla sessizce Fleet Caddesi’nin sabah trafiğini izliyor, bu hâlleriyle bir çift maymuna benziyorlardı. Bu sadece tesadüfi bir benzerlik değildi. Baba Jerry bir saman çöpünü çiğneyip tükürürken oğlu Jerry de bir yandan Fleet Caddesi’ndeki olan bitenleri, bir yandan da babasını dikkatle seyrediyordu.

Tellson’un odacılarından biri başını çıkartıp, “Kapıcı, seni istiyorlar!” dedi.

Çocuk sevinçle, “Yaşasın baba. Erkenden iş çıktı bugün.” dedi.

Babasına selametle gitmesini böylelikle söyleyen genç Jerry, tabureye oturup babasının çiğneyip attığı samana bakmaya başladı.

“Her zaman paslı! Elleri her zaman paslı!” diye mırıldandı genç Jerry. Bu kadar pası babam nereden buluyor? Buraya hiç pas getirmiyor ki!”

Bir Manzara

“Şüphesiz Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ni çok iyi biliyorsunuz değil mi?” diye sordu bankadaki yaşlı müdürlerden biri haberci Jerry’ye.

“Evet efendim.” diye cevapladı Jerry kararlı bir biçimde. “Ağır Ceza’yı bilirim.”

“Güzel. Ve Bay Lorry’yi de tanıyorsunuzdur.”

“Ağır Ceza’yı bildiğimden çok daha iyi bilirim Bay Lorry’yi.” dedi Jerry sorgudaki gönülsüz bir tanık gibi. “Dürüst bir tacir olarak Ağır Ceza’yı bilmek istediğimden çok daha iyi bilirim.”

“Çok güzel. Tanıkların girdiği kapıyı bulun ve kapıcıdan bu notu Bay Lorry’ye götürmesini isteyin. Daha sonra sizi içeri alacaktır.”

“Mahkemede değil mi efendim?”

“Evet mahkemede.”

Bay Cruncher’ın gözleri sanki birbirlerine daha da yaklaşmıştı. Sorgudaki tarafları değiştirmek için: “Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Mahkemede bekleyecek miyim efendim?” diye sordu.