“Size söyleyeceğim. Kapıcı notu Bay Lorry’ye iletecek ve siz de Bay Lorry’nin dikkatini çekecek bir haraket yaparak bulunduğunuz yeri belli edeceksiniz. Ardından ne yapacağınız, sizden ne yapmanızı isteyeceğine bağlı.”
“Hepsi bu mu efendim?”
“Hepsi bu. Mesajın elden getirilmesini istedi. Bu hareketler sizin orada olduğunuzu belli etmek için.”
Yaşlı banka müdürü ağır ağır mesajı katlayıp üzerini yazarken; iş, kağıdı kurutma aşamasına gelene kadar onu sessizce izleyen Bay Cruncher söze girdi:
“Sanırım bugün sahtekârlık yapanları yargılayacaklar, öyle değil mi?”
“Vatan hainlerini!”
“Bunun cezası parçalanmak.” dedi Jerry, “Ne barbarca!”
“Kanun böyle.” diye fikrini söyledi yaşlı banka müdürü gözlüğünün ardındaki şaşkın gözlerini Jerry’ye çevirerek. “Kanun böyle.”
“Kanun için bile bir adamı parçalarına ayırmak zordur sanırım. Birini öldürmek yeterince zor, bir de onu parçalamak çok zordur efendim.”
“Pek de değil.” dedi yaşlı müdür, “Kanun hakkında doğru konuşun. Hem siz kanunu bırakın da kendi göğsünüzü ve sesinizi koruyun sevgili dostum. Size tavsiyem budur.”
“Göğsümü rahatsız edip sesimi bozan nem efendim.” dedi Jerry. “Ne kadar rutubetli bir işim olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum.”
“Evet, evet,” dedi müdür, “her birimiz farklı yollardan hayatımızı kazanıyoruz. Kimisininki yaş, kimisininki kuru. İşte mektup. Haydi gidin.”
Jerry mektubu alıp dışarıya gösterdiğinden daha hürmetsiz bir tavırla, içinden, “Sen de o dar kafalı adamlardan birisin.” dedi. Selam verip odadan çıktı, geçerken oğluna gideceği yeri haber verip yola koyuldu.
O günlerde mahkûmlar Tyburn’de asılırlardı. Bu yüzden o zamandan beri infazlarla anılan Newgate dışındaki cadde, kötü bir şöhrete sahip değildi. Fakat hapishane, berbat bir yerdi. Burada her tür ahlaksızlık ve canilik bulunur, korkunç hastalıklar buradan yayılırdı. Mahkûmlar tarafından mahkemelere taşınan hastalıklar kimi zaman da hâkimleri vurur, onu kürsüsünden ederdi. Öyle ki, siyah başlıklı hâkim kendi ölüm kararını da en az mahkûmunki kadar kesin bir dille telaffuz eder ve ondan önce hayata gözlerini kapatırdı. Diğerleri için Londra Ağır Ceza Mahkemesi, soluk benizli yolcuların arabalar veya faytonlar içerisinde ardı arkası kesilmez bir biçimde öteki dünyaya yolculuğa çıkarıldığı bir tür ölümcül han olarak ünlenmişti. Dört kilometrelik bu yol, iyi vatandaşları utandırıyordu, tabii şayet böyle vatandaşlar varsa. Başlangıçta iyi amaçlara hizmet etmesi arzulanmıştı. Şimdi de oldukça etkili bir amaçla kullanılıyordu. Burası aynı zamanda, eski ve boyutlarını kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir ceza şekli olan boyundurukla teşhir etme, yine eski bir yöntem olan, seyretmesi fazlaca insancıl ve sakinleştirici kırbaçlama cezaları ve ayrıca, dünya üzerinde işlenebilecek en korkunç suçların karşılığında diyet almak için yapılan korkunç işlemlerle de ünlüydü. Kısacası Londra Ağır Ceza Mahkemesi, o tarihte ahlakın alternatif tanımlarından biriydi.
Kötü kokulu kalabalığı yarıp bu korkunç sahnede toplanmış insanların aralarından buna alışık biri edasıyla geçen haberci, aradığı kapıyı buldu ve üzerindeki kapaklı delikten mektubu içeriye uzattı. Zira o dönemde insanlar, tıpkı Bedlam’da oynanan bir oyunu izlemek için ödedikleri gibi, Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nde sergilenen oyunu izleyebilmek için de ücret ödüyorlardı. Tabii bu gösteri çok daha kıymetliydi. Bu nedenle Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki tüm kapılar çok iyi korunuyordu. Sadece mahkûmların içeri alındığı kapılar istisnaydı ve bunlar daima sonuna kadar açık bırakılırdı.
Bir müddet bekleyiş ve tereddüdün ardından kapı gönülsüzce aralandı ve Bay Cruncher mahkemeye süzüldü.
“Neler oldu?” diye kendini yanında bulduğu adama fısıltıyla sordu.
“Henüz hiçbir şey.”
“Bundan sonra ne var?”
“Vatana ihanet davası.”
“Parçalama davası, değil mi?”
“Ah!” diye cevapladı adam bir çeşit zevkle. “Önce ipe çekilip ölmeden indirilecek, ardından kendi gözleri önünde parçalara ayrılacak, daha sonra bağırsakları deşilip yakılacak ve başı kesilip bedeni dört parçaya ayrılacak. İşte ceza bu.”
“Tabii suçlu bulunursa demek istiyorsun öyle değil mi?” diye ekledi Jerry.
“Onu suçlu bulacaklar.” dedi diğeri. “Bundan şüphen olmasın.”
Bay Cruncher’ın dikkati, elindeki notla Bay Lorry’ye yaklaşan kapıcıya yöneldi. Bay Lorry peruklu adamlarla bir masada oturuyordu. Masaları, önünde bir yığın kâğıt bulunan peruklu savunma avukatından pek de uzak değildi ve tavana bakıp duran, elleri ceplerinde yine peruklu bir başka adamın çaprazındaydı. Kaba kaba öksürüp elini çenesine sürten ve eliyle işaretler yapan Bay Cruncher nihayet onu aramak için ayağa kalkan Bay Lorry’nin dikkatini çekebildi. Bay Lorry kendisini gördüğünü belli edecek şekilde başını sallayıp tekrar yerine oturdu.
“Onun bu davayla ne alakası var?” diye sordu konuştuğu adam.
“Biliyorsam ne olayım.” diye cevapladı Jerry.
“Peki senin ne alakan var, sorabilir miyim?”
“Bunu da biliyorsam ne olayım.” dedi Jerry.
Hâkimin salona girmesiyle kalabalıkta büyük bir hareketlenme oldu ve daha sonra herkes yerine oturup sustu. Şimdi sanık sandalyesi herkesin ilgi odağıydı. Burada ayakta durmakta olan iki gardiyan çıkıp mahkûmu getirdi ve yerine oturttu.
Artık herkes, tavana bakıp duran peruklu adam hariç, ona bakıyordu. Salonda nefes alan her canlı deniz gibi, rüzgâr gibi ya da ateş gibi ona dönmüştü. Köşelerdeki ve sütunların yanındaki sabırsız yüzler bir kez olsun adamı görebilmek için gayret sarf ediyor, arka sıralarda oturan seyirciler ayağa kalkıyor, ayakta duranlarsa önlerindekilerin omuzlarından destek alıp parmaklarının üzerinde yükselerek, pencere pervazlarına çıkarak onun her santimetrekaresini görmeye çalışıyorlardı. Newgate’in çivili duvarlarının hareketli bir parçası gibi göze çarpan Jerry, ayakta duruyordu. Yolda içtiği biraların kokusu nefesiyle etrafa yayılıyor, diğer bira, cin, çay ve kahve kokularıyla karışıp burnuna doluyor ve arkasındaki büyük pencerelerde pis bir buğu oluşturuyordu.
Tüm bu bakışların ve ilginin yöneldiği kişi, yirmi beş yaşlarında, iyi yetişmiş ve iyi görünümlü, kara gözleri ve güneşten yanmış yanakları olan genç bir adamdı. Genç bir beyefendi gibi görünüyordu. Siyah ya da füme sade bir elbise giymişti. Uzun siyah saçları, süs olmaktan ziyade yüzüne gelmesin diye başının arkasında bir kurdeleyle bağlanmıştı. Zihindeki duyguların kendini kıyafetlerde açığa vurması gibi içinde bulunduğu durumdan ötürü soluklaşan yüzünün yanaklarda kahverengiye dönmesi, ruhunun güneşten daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Soğukkanlı bir tavırla hâkimi selamlayıp sessizce durdu.
Bakışlar ve fısıltılarla bu adama yönelen ilgi, insancıl bir ilgi değildi. Çok daha az ürkütücü bir cezaya çarptırılacak olsaydı, vahşet dolu ayrıntılardan birinden şans eseri kurtulabilecek olsaydı, tüm büyüsünü yitirecekti. Utanç verici bir şekilde parçalanacak olan bu beden, tüm bakışları çekmişti. Katledilip parçalara ayrılacak olan bu ölümsüz yaratık heyecan uyandırmıştı. İzleyiciler, kurnazlıkla ve kendilerini kandırarak bu ilgiyi neye yorarlarsa yorsunlar, aslında temelinde yatan şey tekti: Canilik.
Mahkemede sessizlik çağrısı yapıldı ve sanık hakkındaki iddianame okunmaya başladı: Büyük, şanlı, yüce vb. kralımız ekselansın şu şu sebeplerle şu şu koşullarda, Fransa Kralı Lewis’in desteğiyle büyük, şanlı, yüce vb. kralımıza karşı yürüttüğü savaşta, büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın dominyonları arasında gidip gelerek ahlaksızca, sahtekârca, haince ve şeytana yakışır diğer tüm sıfatlarla bahsi geçen Fransa Kralı Lewis’e büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın hangi kuvvetlerinin Kanada ve Kuzey Amerika’ya gönderilmek üzere hazırlık yaptığını bahsi geçen Fransa Kralı’na açıklamak suretiyle vatana ihanet suçuyla yargılanan sanık Charles Darnay, dün aleyhindeki suçlamaları reddedip, masum olduğunu savundu…”
Kafası hukuki terimlerle doldukça saçları daha fazla diken diken olan Jerry, muazzam bir tatmin duygusu içerisinde, olanları güç bela anlıyordu. Adı geçen ve defalarca yinelenen Charles Darnay, mahkeme heyeti karşısında ayakta duruyor, jüri yeminini ediyor ve başsavcı konuşmaya hazırlanıyordu.
Oradakiler tarafından zihinlerde çoktan asılmış, başı kesilmiş ve bedeni dörde ayrılmış olan ve bunu kendisi de bilen zanlı, ne vaziyetinden korkuyor ne de bunda teatral bir yan arıyordu. Sessiz ve dikkatliydi; ağırbaşlı bir şekilde açılış konuşmalarını dinledi ve ellerini önündeki tahta parmaklıklara dayayıp öyle sakin durdu ki, etrafa serpilen otların bir teki bile yerinden kımıldamadı. Mahkeme salonunun her yanı, hapishanedekilerden bulaşabilecek hastalıklara karşı sirkeyle ıslatılmış otlarla doluydu.
Mahkûmun başının üzerine, ışığı ona yansıtabilmek için bir ayna koyulmuştu. Ahlaksızlar ve alçaklar bu aynaya yansımış, tıpkı dünya üzerinden geçtikleri gibi görüntüleri bu aynadan da geçmişti. Denizin ölüleri bir gün yüzeye çıkarması gibi bu ayna da yansımalarını geri getirebilseydi, bu berbat yer hayaletlerle dolardı. Altında duran mahkûm da aynanın aksettirdiği kepazelik ve rezaleti aklından geçirmiş olabilirdi. Mahkûm, duruşundaki değişiklikle yüzüne düşen ışık demetini fark edip başını kaldırdı; yüzünün kızarmış olduğunu görünce sağ eliyle otları ileri doğru itti.
Yüzünün kızarması, başını mahkemenin diğer köşesine çevirdiğinde gördüklerindendi. O köşedeki iki kişiye gözleri takılı kalmıştı ve bunu fark eden diğer tüm gözler de bakışlarını bu iki kişiye çevirmişti.
İzleyiciler, yirmi yaşından biraz büyük genç bir bayan ve babası olduğu apaçık bir beyefendi gördüler. Adam, bembeyaz saçları ve tanımlanamaz bir yoğunlukla dolu, enerjik olmaktan ziyade derin düşüncelere dalmış gibi görünen yüzüyle oldukça göze çarpan biriydi. Bu ifadelerle yaşlı görünüyordu; fakat şimdi olduğu gibi ne zaman kızıyla konuşsa, hayatının baharında yakışıklı bir adama dönüşüyordu.
Kızı, yanında oturan babasının bir elini avucuna almış, diğerini de onun üzerine koymuştu. Bu ürkütücü ortamda babasına iyice sokulmuş, mahkûma acıyarak bakıyordu. Sanığın karşı karşıya bulunduğu tehlike karşısında alnını büyük bir korku ve merhamet ifadesi kaplamıştı. Bu ifade öyle fark edilir, öyle güçlü ve öyle doğal bir ifadeydi ki, sanığa karşı en ufak merhamet duymayan izleyiciler bile kızın bu hâlinden etkilenmişlerdi. Fısıltıyla sorulan soru hep aynıydı: “Kim bunlar?”
Kendi tarzıyla ortalığı gözlemleyen ve bir yandan da parmaklarındaki pası emen haberci Jerry, bu iki kişinin kim olduğunu öğrenmek için kulak kabarttı. Etrafındaki kalabalık bu kişilerin kim olduklarına dair bilgiyi ağızdan ağza dolaştırıyordu ve nihayet Jerry de sorunun cevabını öğrendi:
“Tanıklar.”
“Hangi taraftalar?”
“Aleyhte.”
“Hangi tarafın aleyhinde?”
“Mahkûmun.”
Bakışları herkesin baktığı tarafa dönen hâkim, arkasına yaslanıp bakışlarını bu kez de hayatı ellerinde olan adama yöneltti. Bu arada başsavcı ilmeği hazırlamak, baltasını bilemek ve darağacının çivilerini çakmak üzere ayağa kalkıyordu.
Bir Hayal Kırıklığı
Başsavcı, karşılarındaki mahkûmun yaşça genç olmasına karşın, canına mal olacak vatana ihanet suçlarını epey bir süredir gerçekleştirdiğini jüriye anlattı. Ona göre bu halk düşmanının mektupları, bugünkü, dünkü ya da geçen yılki bir iş değildi. Mahkûmun çok uzun senelerdir dürüstçe açıklayamadığı gizli bir iş için Fransa ve İngiltere arasında gidip geldiği kesindi. Şayet hainlikleri istediği gibi tıkırında gitseydi –ne mutlu ki bu olmadı– kötülükleri ve suçları asla ortaya çıkmayabilirdi. Tanrı’nın takdiriyle, korkusuz ve ayıplanmaması gereken bir adam, mahkûmun entrikalarını ortaya çıkarıp ele geçirdiği dehşet verici bilgileri Majesteleri’nin Dış İşleri Bakanı’na ve Kraliyet Danışma Meclisi’ne sunmuştu. Bu vatansever daha sonra jüri üyelerine takdim edilecekti. Konumu ve davranışı tam anlamıyla yüceydi. Mahkûmun arkadaşı olan bu milliyetperver şahıs, hayırlı bir zamanda onun kepazeliklerini fark etmiş, daha fazla bağrına basamayacağı dostunu vatanının kutsal sunağında kurban etmeye karar vermişti. Antik Yunan ve Roma’da olduğu gibi vatana hayırlı kişilerin heykelleri İngiltere’de de dikilseydi, bu olağanüstü vatandaşın da heykeli muhakkak dikilirdi. Fakat böyle yapılmadığı için maalesef onun da bir heykeli dikilemeyecekti. Jürinin muhakkak ezbere bildiğinden emin olduğumuz dizelerinde şairler, erdemin, özellikle de vatanseverliğin, ülke aşkının bulaşıcı olduğunu söylemişlerdir. Oysa jürinin suçlu yüz ifadelerinden bu dizeler hakkında hiçbir şey bilmediği açıktı. Kraliyetin bu saf ve masum tanığı; ki layık olmasa da başsavcı için, ondan bahsetmek bir şereftir; mahkûmun uşağıyla temasa geçip onu patronunun çekmecelerini ve ceplerini karıştırarak bulduğu kâğıtları saklama kararlılığını göstermeye ikna etmişti.
Başsavcı, bu takdire şayan uşak hakkında bazı aşağılamalar duymaya kendini hazırlamıştı; fakat ondan kendi kardeşi gibi bahsediyor, onu ebeveyninden daha çok onurlandırıyordu. Jüriyi de bu şekilde davranmaya çağırıyordu. Daha sonra sunulacak olan kanıtlarla iki tanığın şahitlikleri de eklendiğinde mahkûmun, Majesteleri’nin denizde ve karadaki kuvvetlerinin konuşlandıkları yerler ve hazırlıklarına dair belgeler ele geçirdiği ortaya çıkacak, bu bilgileri düzenli olarak düşman bir güce temin ettiğinden şüphe edilmeyecekti. Bu listelerin mahkûmun kendi el yazısıyla hazırlanmış olduğu kanıtlanmamış da olsa bu bir şey değiştirmezdi. Aslında bunlar mahkûmun kurnazlıklarını gösterdiği için davanın seyri açısından önemliydi. Beş yıl öncesine dayanan kanıtlar mahkûmun bu sakıncalı göreve daha o zamanlarda, İngiliz kuvvetleri ile Amerikalılar arasındaki ilk çatışmalar olmadan birkaç hafta önce başladığını ortaya koyacaktı. Bu sebeplerden dolayı jüri, vefalı –başsavcı öyle olduklarını biliyordu– ve sorumluluk sahibi –jüri üyeleri öyle olduklarını biliyordu– bir jüri olarak, mahkûmu suçlu bulmalı ve hoşlarına gitse de, gitmese de hayatına bir son vermeliydi. Mahkûmun başı kesilmedikçe kendileri, eşleri ve çocukları, kısacası hiç kimse huzur içinde başını yastığa koyamayacaktı. Başsavcı, mahkûmun ölmesinin herkes için en iyisi olacağı fikrine dayalı konuşmasına olan inancıyla jürinin tüm değer verdikleri uğruna mahkûmun suçlu bulmasını talep ederek sözlerine son verdi.
Başsavcının susmasıyla mahkemede bir uğultu koptu. Sanki bir yeşil sinek ordusu, başına gelecekleri önceden tahmin edip mahkûmun başı üzerinde oğul veriyordu. Tekrar sessizlik sağlandığında, dürüst vatansever tanık sandalyesinde belirdi.
Başsavcının izindeki başsavcı yardımcısı, vatanseverin sorgusuna başladı. Adamın ismi John Barsad idi. Temiz ruhunun hikâyesi tam olarak başsavcının anlattığı gibiydi. Bir hata yapmışsa bile bu çok önemsiz olmalıydı. Cesur bağrındaki yükü boşaltıp mütevazı bir şekilde tanık sandalyesinden çekilecekti ki, önünde kâğıtlarla Bay Lorry’den pek de uzakta oturmayan peruklu adam, birkaç soru sormak için izin istedi. Karşıdaki peruklu adamsa hâlâ tavana bakmaktaydı. Sorgulama başladı:
“Tanığın kendisi hiç casusluk yaptı mı?”
“Hayır.” dedi tanık küçümsediğini ima ederek.
“Neyle geçiniyorsunuz?”
“Kendi mal varlığımla.”
“Mal varlığınız nerede?”
“Nerede olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.”
“Bu servet nelerden ibaret?”
“Bu kimseyi ilgilendirmez.”
“Miras mı kaldı?”
“Evet.”
“Kimden?”
“Uzak bir akrabadan.”
“Hiç hapse girdiniz mi?”
“Tabii ki hayır?”
“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı?”
“Bununla ne alakası var anlamıyorum.”
“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı? Bir kez daha soruyorum. Hiç yatmadınız mı?”
“Evet.”
“Kaç kez?”
“İki ya da üç kez.”
“Beş ya da altı olmasın?”
“Belki.”
“Mesleğiniz nedir?”
“Mevcut servetimle geçiniyorum.”
“Hiç tekmelenerek dövüldünüz mü?”
“Olabilir.”
“Sıkça mı?”
“Hayır?”
“Hiç merdivenlerden aşağı itildiniz mi?”
“Şüphesiz hayır. Bir keresinde merdivenlerin başında tekme yemiş ve kendiliğinden aşağı düşmüştüm.”
“Kumarda hile yaptığınız için mi tekmelenmiştiniz?”
“Evet, sonucu bu olmuştu. Sarhoş bir yalancı beni bu şekilde suçlamıştı; fakat bu doğru değildi.”
“Doğru olmadığına yemin eder misiniz?”
“Ederim.”
“Oyunlarda hile yaparak para kazandığınız oldu mu?”
“Asla.”
“Oyun oynayarak para kazandığınız oldu mu?”
“Diğer beyefendilerin kazandığından fazla değil.”
“Mahkûmdan hiç borç para aldınız mı?”
“Evet.”
“Ona geri ödediniz mi?”
“Hayır.”
“Mahkûmla olan samimiyetiniz pek de fazla değildi ve onun bulunduğu arabalarda, gemilerde veya hanlarda sizin zorlamanızla gelişmişti öyle değil mi?”
“Hayır.”
“Mahkûmu elinde bu listelerle gördüğünüzden emin misiniz?”
“Kesinlikle.”
“Listeler hakkında daha fazlasını biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Bunları siz temin etmiş olabilir misiniz?
“Hayır.”
“Bu kanıt karşılığında bir şey elde etmeyi bekliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Bu tuzakları kurmak için hükûmetten düzenli bir olarak para alıyor musunuz?”
“Ah Tanrı’m, hayır!”
“Ya da başka bir şey yapmak için?”
“Hayır! Tanrı’m hayır!”
“Buna yemin eder misiniz?”
“Tekrar tekrar ederim.”
“Katıksız vatan sevginiz dışında sizi buna teşvik eden başka bir sebep yok muydu?”
“Hayır, kesinlikle.”
Erdemli Uşak Roger Cly yeminini edip tanık sandalyesine oturdu. Dört yıl önce mahkûmun yanına hizmetkâr olarak girmişti. Calais posta gemisinde kendisine becerikli bir yardımcı isteyip istemediğini sormuş, mahkûm da kendisini göreve almıştı. Mahkûmdan kendisini “hayır olsun” diye göreve almasını istememişti, asla böyle bir şey düşünmemişti. İşe alındıktan kısa bir süre sonra mahkûmdan şüphelenmeye ve gözünü üzerinde tutmaya başlamıştı. Seyahat esnasında, mahkûmun kıyafetlerini düzenlerken, benzeri listeleri ceplerinde defalarca görmüştü. Bu listeleri mahkûmun çalışma masasının çekmecelerinden almıştı. Önceleri listeleri buraya koymuyordu. Kendisini, buna benzer listeleri Calais ve Boulogne’da Fransız beylere gösterirken görmüştü. Ülkesini seviyordu ve buna tahammül edemezdi; bu yüzden bilgiyi yetkililere iletti. Asla gümüş bir çaydanlık çaldığından şüphelenilmemişti; bir keresinde hardallık çaldığına dair iftiraya uğramıştı ama onun da kaplama olduğu ortaya çıkmıştı. Biraz önceki tanığı yedi ya da sekiz yıldır tanıyordu ve tanışmaları tam anlamıyla bir tesadüftü. Buna çok tuhaf bir tesadüf denemezdi; zira tesadüflerin çoğu tuhaftı. Bunu yapmaya onu teşvik eden tek şeyin de yine gerçek bir milliyetperverlik olması da garip bir tesadüf değildi. Kendisi tam bir İngiliz’di ve pek çok kişinin de kendisi gibi olmasını umuyordu.
Yeşil sinekler tekrar uğuldadı. Başsavcı, Bay Jarvis Lorry’yi çağırdı.
“Bay Jarvis Lorry, Tellson Bankası’nda müdürsünüz değil mi?”
“Evet.”
“Bin yedi yüz yetmiş beş yılının Kasım ayında bir cuma gecesi iş sebebiyle posta arabasıyla Londra’dan Dover’a seyahat ettiniz mi?”
“Evet ettim.”
“Posta arabasında başka yolcu var mıydı?”
“İki kişi vardı.”
“Gece boyunca yolda arabadan indikleri oldu mu?”
“Evet oldu.”
“Bay Lorry, lütfen mahkûma bakın. Bu yolculardan biri mahkûm muydu?”
“O olduğunu söyleme sorumluluğuna giremem.”
“Bu iki yolcudan herhangi birine benziyor mu?”
“Her ikisi de sarıp sarmalanmışlardı; gece çok karanlıktı ve hepimiz birbirimizden çekiniyorduk. Dolayısıyla bunu bile söylemem mümkün değil.”
“Bay Lorry, mahkûma tekrar bakın. O geceki iki yolcu gibi sarıp sarmalandığını farz edin, boy ve cüsse bakımından onlardan biri olmasını mümkün kılmayan bir tarafı var mı?”
“Hayır.”
“Onlardan biri olmadığına yemin edemezsiniz, öyle değil mi Bay Lorry.”
“Hayır.”
“Öyleyse en azından onlardan biri olabileceğini söyleyebilirsiniz.”
“Evet. Sadece onların da benim gibi eşkıyalardan çekindiğini hatırlıyorum; fakat mahkûmun ürkek bir havası yok.”
“Hiç yapmacık bir ürkeklik gördünüz mü Bay Lorry.”
“Kesinlikle evet.”
“Bay Lorry, mahkûma bir kez daha bakın. Onu daha önce gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?”
“Evet.”
“Ne zaman?”
“Birkaç gün sonra Fransa’dan dönüyordum; kendisi Calais’te benim bulunduğum posta gemisine bindi ve benimle yolculuk etti.”
“Gemiye kaçta bindi?”
“Gece yarısından biraz sonraydı.”
“Gecenin bir köründe yani. Böyle zamansız bir vakitte gemiye binen tek yolcu o muydu?”
“Öyle denk gelmiş.”
“Bunu bir kenara bırakın Bay Lorry. Gecenin bir köründe gemiye binen tek yolcu o muydu?”
“Oydu.”
“Yalnız mı seyahat ediyordunuz Bay Lorry, yoksa size eşlik eden birileri var mıydı?”
“İki kişi vardı. Bir beyefendi ve bir bayan. İşte oradalar.”
“Evet buradalar. Mahkûmla aranızda konuşma geçti mi?”
“Pek sayılmaz. Hava fırtınalıydı, yol da uzun ve zor. Neredeyse tüm yolculuk boyu bir sedirde yattım.”
“Bayan Manette!”
Daha önce olduğu gibi yine tüm gözlerin döndüğü genç kadın oturduğu yerde ayağa kalktı. Babası da ayağa kalkıp kızının elini tuttu.
“Bayan Manette, mahkûma bakın.”
Böyle merhametle bakan genç ve güzel biriyle yüzleşmek, zanlı için salondaki tüm kalabalıkla yüzleşmekten çok daha zordu. Kendine yönelen meraklı bakışlardan çok, kızla sanki mezarı başındaymışlar gibi durmak, o an için adamın sakin hâlini yitirmesine neden olmuştu. Sağ eliyle çabuk hareketlerle önündeki otları bir bahçedeki hayali çiçek yataklarına itelemişti. Nefes alış verişlerini düzene sokma çabaları, rengi kalbine akan dudaklarını titretmişti. Büyük sineklerin vızıltısı yine artmıştı.
“Bayan Manette, mahkûmu daha önce gördünüz mü?”
“Evet efendim.”
“Nerede?”
“Şimdi bahsedilen posta gemisinde, aynı vesileyle efendim.”
“Bahsi geçen genç bayan siz misiniz?
“Ne yazık ki benim.”
Merhamet dolu ağlamaklı sesi hâkimin pek de hoş olmayan sesiyle kesildi. Sert bir şekilde “Size sorulan soruları cevaplayın ve yorumda bulunmayın.” dedi.
“Bayan Manette, Manş Denizi’ni aştığınız bu yolculukta mahkûmla hiç konuştunuz mu?”
“Evet efendim.”
“Bize de anlatır mısınız?”
Ağır bir sessizlik içerisinde zayıf bir sesle anlatmaya başladı: “Beyefendi gemiye bindiğinde…”
“Mahkûmdan mı bahsediyorsunuz?” diye sordu hâkim kaşlarını çatarak.
“Evet Sayın Hâkim.”
“O hâlde mahkûm deyin.”
“Mahkûm gemiye bindiğinde babamı gördü.” dedi babasına sevgi dolu gözlerle bakarak. “Babamın çok yorgun olduğunu ve sağlığının da kötü olduğunu fark etti. Babam çok zayıf olduğundan onu açık havaya çıkartmaktan korkuyordum. Bu sebeple onun için kamara merdivenlerinin yanına, güverteye bir yatak hazırlamıştım. O gece dördümüzden başka yolcu yoktu. Mahkûm bize çok iyi davranmış, babamı rüzgâr ve hava koşullarından nasıl daha iyi koruyabileceğime yönelik tavsiyelerde bulunmak üzere benden izin istemişti. Limandan çıkınca rüzgârın hangi yönden eseceğini kestiremediğim için bunu nasıl yapacağımı pek bilemiyordum. Bunu benim için yaptı. Babamın durumu karşısında son derece nezaket ve yardımseverlik gösterdi; bunu içinden gelerek yaptığından da eminim. İşte bu şekilde konuşmaya başladık.”
“Bir dakika sözünüzü kesmeme izin verin. Gemiye yalnız mı geldi?”
“Hayır.”
“Kaç kişilerdi?”
“İki Fransız beyefendi vardı.”
“Birbirleriyle konuştular mı?”
“Son dakikaya kadar, Fransız beylerin kendi botlarına binmesi gerekene kadar konuştular.”
“Birbirlerine buna benzer kâğıtlar verdiler mi?”
“Ellerinde bazı kâğıtlar vardı fakat bunlar ne kâğıtlarıydı bilemiyorum.”
“Şekil ve büyüklükleri buna benziyor muydu?”
“Muhtemelen, fakat çok yakınımda fısıldaşmalarına rağmen gerçekten de bilemiyorum. Çünkü onlar kamara merdivenlerinin başında, bir lambanın altında konuşuyorlardı; lamba çok zayıftı ve çok alçak sesle konuşuyorlardı. Konuştuklarını duymadım ve sadece bazı kâğıtlara baktıklarını gördüm.”
“Şimdi mahkûmla olan sohbetinize gelelim, Bayan Manette.”
“Mahkûm babama karşı nazik, iyi ve yardımsever olduğu kadar çaresizliğimi görerek bana da oldukça güvenmişti. Sanırım…” dedi gözyaşlarına boğularak, “bugün ona zarar vererek borcumu ödeyemem.”
Yeşil sinekler vızıldadı.
“Bayan Manette, şayet mahkûm sağlamakla mükellef olduğunuz ve bundan kaçamayacağınız kanıtları gönülsüzce sağladığınızı anlamıyorsa, bu konumda bulunan yegane insan odur. Lütfen devam edin.”
“Bana, insanların başının derde girebileceği hassas ve zor bir görev için seyahat ettiğini, bu nedenle de farklı bir isim kullandığını söylemişti. Bu görev nedeniyle birkaç günlüğüne Fransa ile İngiltere arasında gidip geldiğini, bunun epey bir süre böyle süreceğini anlatmıştı.”
“Amerika hakkında bir şey söylemiş miydi Bayan Manette? Lütfen net konuşun.”
“Bu anlaşmazlığın nasıl ortaya çıktığını bana anlatmaya çalışmıştı. Ona göre İngiltere açısından bu yanlış ve aptalcaydı. Şakayla karışık, belki de George Washington’un tarihte III. George kadar büyük bir isim edinebileceğini ekledi. Fakat bunda kötü bir taraf yoktu; söylerken gülüyordu ve hoşça vakit geçirmek için söylenmiş bir sözdü.”