Tüm gözlerin yöneldiği sahnedeki başrol oyuncusunun yüzündeki ifade, izleyiciler tarafından bilinçsizce taklit edildi. Bu kanıtı verirken kızın alnından acılı bir kaygı ve dikkat okunuyordu. Hâkimin not alması için durduğu zamansa bunun avukatlardaki olumlu ve olumsuz etkilerini anlamaya çalıştı. Mahkemenin her köşesindeki izleyicilerde de aynı ifade vardı; o kadar ki hâkim notlarından başını kaldırıp George Washington hakkındaki aykırı düşünceler sebebiyle sert sert baktığında, salondaki yüzlerin büyük çoğunluğu tanığı yansıtan aynalar gibiydi.
Başsavcı, usul ve tedbir açısından genç bayanın babası Doktor Manette’in tanık sandalyesine çağrılmasının gerekli olduğuna inandığını açıkladı. Bunun üzerine Doktor Manette yüce mahkemenin huzuruna çağrıldı.
“Doktor Manette, lütfen mahkûma bakınız. Kendisini daha önce gördünüz mü?”
“Bir kez. Londra’da kaldığım pansiyonu ziyaret ettiğinde, üç ya da üç buçuk yıl önce.”
“Posta gemisinde onunla beraber yolculuk ettiğinizi ya da kızınızla konuşmalarını hatırlıyor musunuz?”
“Bu ikisini de yapamam efendim.”
“Bunun belirli bir nedeni var mı?”
Alçak bir ses tonuyla cevapladı: “Var.”
“Bu sebep, ana vatanınızda mahkemeye çıkarılmadan ve hatta hakkınızda suçlama bile olmadan, talihsiz bir şekilde uzun bir tutukluluk dönemi geçirmeniz miydi, Doktor Manette?”
Herkesin yüreğini dağlayan bir sesle cevapladı: “Çok uzun bir tutukluluk.”
“Bahsi geçen seyahatte henüz serbest kalmıştınız, öyle değil mi?”
“Bana söylenen bu.”
“Seyahat hakkında hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?”
“Hiçbir şey. Zihnimde bir zaman dilimi ki, tam olarak ne kadar olduğunu bile söyleyemem, tamamen silinmiş durumda. Esaretimde ayakkabı yapımını kendime meşgale edindiğim dönemle kendimi sevgili kızımın yanında Londra’da yaşıyor bulduğum dönem arası benim için tam bir boşluk. Tanrı’m yetilerimi bana tekrar verdiğinde kızım bana tanıdık gelmeye başladı; ancak bunun nasıl olabildiğini bile söyleyemem. Bu süreci hiç anımsamıyorum.”
Savcının yerine oturmasının ardından baba kız da yerlerine oturdular.
Bunun ardından mahkemede tuhaf bir gelişme yaşandı. Amaç, mahkûmun beş yıl önce kasım ayında o cuma gecesi kimliği belirsiz bir yandaşıyla Dover posta gemisinden inip yaklaşık 20 kilometre ilerdeki bir garnizon veya tersaneye giderek orada bilgi topladığını göstermekti. Mahkûmu, bu garnizon veya tersane şehrinde bulunan bir otelin kahve salonunda, belirtilen zamanda birini beklerken gördüğünü iddia eden bir tanık, mahkemenin huzuruna çağırıldı. Savunma avukatının sorgusundan, bu kişinin mahkûmu başka bir yerde görmediği dışında bir sonuç alınamamıştı; ki tüm bu zaman süresince tavana bakıp duran peruklu beyefendi, önündeki küçük kağıda bir iki kelime yazıp katladı ve avukata doğru attı. Bu kâğıt parçasını açan savunma avukatı, büyük bir dikkat ve merakla mahkûma baktı.
“Gördüğünüz kişinin mahkûm olduğundan emin olduğunuzu tekrar edebilir misiniz?”
Tanık son derece emindi.
“Daha önce mahkûma benzeyen birini gördünüz mü?”
Tanık, hata yapacak kadar benzeyen birini görmediğini söyledi.
“Şuradaki beyefendiye, bilge dostuma iyice bakın.” dedi kendisine kâğıt atan adamı göstererek. “Ardından da mahkûma iyice bakın. Ne diyorsunuz? Birbirlerine benziyorlar mı?”
Bilge dostumuzun özensiz ve hırpani kılığını bir tarafa bırakırsak, mukayeseye tâbi tutulan iki kişinin birbirlerine tıpatıp benzemeleri, sadece tanığı değil mahkemede buluna herkesi çok şaşırtmıştı. Hâkimin bilge dostumuzdan peruğunu çıkarmasını istemesi ve onunda buna razı olmasıyla benzerlik daha da belirginleşti. Hâkim, mahkûmun avukatı Bay Stryver’dan, bir sonraki aşamada bilge arkadaşımız Bay Carton’a vatana ihanet suçu ile ilgili sorular sorup sormayacağını öğrenmek istedi. Bay Stryver’ın cevabı “hayır” oldu; fakat tanığa bir kez olanın bir daha olup olamayacağını, bu örneğin kendisine ihtiyatsızlığını gösterip göstermediğini, hâlâ gördüğü kişinin tanık olduğundan emin olup olmadığını ve benzeri şeyleri soracaktı. Bu netice tanığın söylediklerini değersiz hâle getirmişti.
Bay Cruncher, bu gelişmeler yaşanırken, kendine, parmaklarındaki paslarla bir öğle yemeği ziyafeti çekmişti. Şimdi de Bay Stryver’ın davanın seyrini mahkûm lehine çevirip jüriyi kendi taraflarına çekişini, vatansever Barsad’ın aslında kiralık bir ajan ve hain olduğunu, özünde utanmaz bir kaçakçının yattığını, dünya üzerinde melun Yehuda’dan –ki zaten görünüşü de benziyordu– bu yana görülmüş en büyük alçaklardan biri olduğunu anlatışını izliyordu. Avukat, erdemli Uşak Cly’ın, Barsad’ın dostu ve yandaşı olduğunu, böyle kişilerle arkadaşlık etmeye layık olduğunu söylüyor, sahtekâr ve yalancı şahitlerin aslen Fransız olan mahkûmu kurban seçtiklerini izah ediyordu. Mahkûm, Fransa’daki bazı aile meselelerinden ötürü Manş Denizi’ndeki bu seyahatleri yapmak zorundaydı; ancak sevdikleri ve yakınlarını düşündüğü için tüm hayatı boyunca bu seyahatleri gizli tutması gerekmişti. Tanık olduklarını açıklarken acı çeken genç bayana zorla söyletilen sözler ve çarpıtılan tanıklığı nasılsa artık bir şey ifade etmiyordu. Herhangi bir genç beyefendiyle genç bayan arasında geçebilecek nezaket ve inceliğe dayalı küçük ve masum sohbet de unutulmuştu. Tabii George Washington’la ilgili kısmı hariç. Bu ölçüsüzce bir hareketti ve sadece bir eşek şakası olarak kabul edilebilirdi. Ulusal nefret ve korkulardan çıkar sağlamaya dayalı bu girişimler karşısında hükûmetin direnç gösterememesi, zayıflık olurdu. Başsavcı da bunu kullanmıştı. Bununla beraber bu suçlamaların hiçbir dayanağı yoktu. Alçak ve rezil tanıklar ise devlet mahkemelerini fazlasıyla meşgul eden böyle davaları çirkinleştirmekteydi. Fakat başsavcı bu noktada itiraz edip sanki söylenenler yanlışmış gibi sert bir yüz ifadesi takınarak, avukatın bulunduğu konumdan dolayı böyle kinayelerde bulunmaması gerektiğini söyledi.
Bay Stryver bundan sonra az sayıdaki tanıklarını çağırdı. Bay Cruncher bu kez de başsavcının jüriyi kendi tarafına çekme çabalarını izledi. Başsavcı, Barsad ve Cly’ın, avukatın kendilerine düşündürdüğünden yüz kat daha iyi, mahkûmun da yüz kat daha kötü olduğunu göstermeye çalıştı. Nihayet söz hâkime geldi ama onun da mahkûm için kefen dikmeye kararlı olduğu kesindi.
Ve artık jürinin karar verme vakti gelmişti. Büyük yeşil sinek ordusu yeniden oğul verdi.
Çok uzun zamandır tavana bakmakta olan Bay Carton, bu heyecanlı anda bile ne yerini ne de tavrını değiştirdi. Takım arkadaşı Bay Stryver önündeki kâğıtları düzenliyor, yanında oturanlara fısıltıyla bir şeyler söylüyor ve ara sıra heyecanla jüriye bakıyordu. Bu esnada izleyiciler az ya da çok yer değiştirmiş, aralarında yeni gruplaşmalar olmuştu. Hâkim ise koltuğundan kalkmış, kürsüsünde bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Bu hareketleri neticesinde izleyiciler onun da heyecanlı olduğundan hiç şüphe etmediler. Sadece tek bir kişi, yarısı yırtılmış cübbesi ve biraz önce çıkarılıp özensizce takılan peruğuyla kavgadan yeni çıkmış gibi görünen adam, hiç heyecan belirtisi göstermeksizin elleri cebinde tüm gün yaptığı gibi tavanı seyrediyordu. Pervasız tavrı onu itibarsız biri gibi göstermekle kalmıyor, aynı zamanda da mahkûma olan benzerliğini azaltıyordu. Birbirleriyle karşılaştırıldıklarındaki bir anlık ciddiyeti ise bu benzerliği kuvvetlendirmişti. Dikkatlerini ona yöneltmiş olan kişilerse aralarında, mahkûmla avukatın aslında pek de benzemediklerini söylüyorlardı. Bay Cruncher da böyle düşünenlerden ve yanındakiyle bunu paylaşanlardan biriydi. Ve ekledi: “Bahse girerim hiç dava alamıyordur. Dava kazanabilecek birine benzemiyor, öyle değil mi?”
Buna karşın Bay Carton, dışarıdan görünenin aksine, mahkemedeki her detayı yakalıyordu. Nitekim Bayan Manette’in başının babasının göğsüne düştüğünü ilk gören de o oldu ve yüksek sesle görevliyi çağırdı: “Mübaşir! Şu genç bayana bakın. Beyefendiye onu dışarı çıkarması için yardımcı olun. Görmüyor musunuz, düşecek!”
Dışarı çıkarılırken kıza karşı büyük bir acıma hissi vardı; herkes babasının acısını paylaşıyordu. Esaret günlerini hatırlamanın babası için büyük bir ıstırap olduğu açıktı. Sorgulanırken içinde büyük çalkantılar yaşıyordu. Derin düşüncelere dalıp gitmesi onu olduğundan yaşlı gösteriyordu. İçindeki üzüntü kapkara bir bulut gibi yıllardır yüreğine çöreklenmişti.
Jüri bir karara varamamıştı ve dinlenmek istiyorlardı. Belki de George Washington’u unutamamış olan hâkim uzlaşamadıkları için şaşırmıştı, ancak nöbetleşe dinlenebileceklerini belirterek jüri üyeleri gibi kendisi de memnuniyetle dinlenmeye gitti. Dava tüm gün boyunca sürdü; artık salondaki lambalar yanıyordu. Jürinin çok uzun süredir salonda olmadığı konuşulmaya başlanmıştı. İzleyiciler içecek bir şeyler almak üzere dışarı çıkmışlardı; mahkûm ise sanık sandalyesine oturtulmuştu.
Genç bayanla babası dışarı çıktıklarında salondan ayrılan Bay Lorry, tekrar göründü ve azalan bir ilgiyle beklemekte olan Jerry’yi yanına çağırdı. Jerry rahatça yanına ulaşabildi.
“Jerry, yiyecek bir şeyler almak istiyorsan çıkabilirsin. Fakat yakınlarda ol. Jüri içeri geldiğinde burada olmalısın. Kararı bankaya götürmeni istiyorum; o yüzden bir dakika bile gecikme. Sen tanıdığım en hızlı habercisin ve benden çok daha önce Temple Bar’da olabilirsin.”
Jerry’nin kırıştırabilecek kadar geniş bir alnı yoktu, yine de söylenenleri anladığını göstermek için biraz olsun alnını kırıştırdı. O esnada Bay Carton yaklaşıp Bay Lorry’nin koluna dokundu.
“Genç bayan nasıl?”
“Oldukça üzüntülü; fakat mahkeme salonu dışında olduğundan daha rahat ve babası da onu rahatlatıyor.”
“Mahkûma bunu ileteceğim. Siz de takdir edersiniz ki herkesin gözü önünde sizin gibi bankada çalışan saygıdeğer bir beyefendinin onunla konuşurken görülmesi doğru olmaz.”
Bay Lorry, kendisinin, bunu aklından geçirdiğini sanki adam fark etmiş gibi kızardı. Bay Carton sanığın bulunduğu yere doğru gitti. Mahkemenin çıkışı da bu yöndeydi. Jerry de onu pür dikkat izlemekteydi.
“Bay Darnay!”
Mahkûm hemen ileri doğru atıldı.
“Doğal olarak tanık Bayan Manette’ten haber almak için sabırsızlanıyorsunuzdur. Merak etmeyin, kendisi gayet iyi. Sadece fazlaca heyecanlandığı bir ana denk geldiniz.”
“Bunun sebebi olduğum için derin bir üzüntü duyuyorum. Bunu benim için ona iletir misiniz ve kendisine minnettar olduğumu da.”
“Tabii iletebilirim. Siz isterseniz bunu yaparım.”
Bay Carton’un tavrı dikkatsiz olduğu kadar cüretkârdı. Mahkûma yarım dönmüş, dirseğini de mahkûmun önündeki parmaklıklara dayamıştı.
“Evet istiyorum. İçten teşekkürlerimi kabul edin lütfen.”
Carton duruşunu bozmadan, “Ne sonuç bekliyorsunuz Bay Darnay?”
“En kötüsünü.”
“Bu en akıllıca olanı ve tabii en muhtemeli de. Fakat jürinin çekilmesi benim düşünceme göre sizin lehinize.”
Mahkeme salonuna girmesine izin verilmediği için çıkış yolunda oyalanan Jerry, bundan daha fazlasını duyamadı. Simaları birbirine son derece benzeyen fakat davranışları açısından da bir o kadar farklı olan bu iki adamı yan yana bıraktı; yansımaları yine tepelerindeki aynadaydı.
Bir buçuk saat, ellerinde bira ve etli tartlarla aşağıdaki koridorları dolduran serseri ve çapulcular arasında geçti. Boğuk sesli haberci, biraz atıştırdıktan sonra pek rahatsız bir biçimde oturduğu yerde uyuyakalmıştı ki, büyük bir uğultuyla uyandı ve mahkeme salonuna çıkan merdivenlere yönelen insan dalgası onu da beraberinde sürükledi.
Kapıya vardığında Bay Lorry kendisini çağırmaya başlamıştı bile: “Jerry! Jerry!”
“Buradayım efendim! Geri gelebilmek için âdeta savaş vermek gerekiyor. Buyurun efendim.”
Bay Lorry kalabalığın arasından kendisine bir kâğıt uzattı. “Aldın mı? Çabuk!”
“Evet efendim.”
Aceleyle yazılmış kağıdın üzerinde şu sözler yazıyordu: “Beraat etti.”
“Yine mesajı ‘Hayata Dönüş’ diye gönderseydiniz,” diye mırıldandı Jerry dönerken, “bu kez ne demek istediğinizi anlardım.”
Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nden çıkana kadar Jerry başka bir şey söylemeye hatta düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zira mahkemeden dışarı akan kalabalık arasında neredeyse ayakları yerden kesilecekti ve sokağı öyle bir uğultu kaplamıştı ki, sanki şaşkın yeşil sinekler başka bir leş aramak üzere ortalığa yayılmıştı.
Kutlama
Mahkemenin loş koridorlarından tüm gün boyunca orada kaynamış olan son insan tortuları da boşalırken Doktor Manette, kızı Lucie Manette, Bay Lorry, savunma avukatı Bay Stryver, henüz serbest kalan Bay Charles Darnay’in etrafında toplanmış, onun ölümden kurtuluşunu kutluyorlardı.
Daha parlak bir ışık altında, aydın yüzü ve dik duruşuyla Doktor Manette’le, Paris’teki tavan arasında yaşayan ayakkabıcı arasında bir bağ kurmak imkânsızdı. Bir bakan bir daha bakıyordu ancak hiçbir bakış onun mezardan geliyormuş gibi çıkan sesindeki kederi ve ara sıra sebepsizce dalıp gitmesini açıklayamıyordu. Dışarıdan bakanlar onun yıllar boyu süren ıstırabının ruhunun derinliklerinden sürekli –tıpkı davada olduğu gibi– yüzeye çıktığını düşünüyorlardı. Ancak bu onun doğasında vardı ve üzerine bir hüzün çöktüğünde onun hikâyesini bilmeyenler, beş yüz kilometre uzakta olmasına rağmen bir yaz güneşinde Bastille Hapishanesi’nin gölgesinin adamın üzerine düştüğünü sanarak buna anlam veremezlerdi.
Sadece kızı, onun üzerindeki kara bulutları dağıtabilecek sevimliliğe sahipti. O, adamı acılarının ötesindeki geçmişe ve ıstırabının ötesindeki geleceğe bağlayan altın bir bağdı. Sesinin melodisi, yüzünün ışıltısı ve elinin dokunuşu neredeyse daima adamın üzerinde güçlü bir ilaç gibi etkiye sahipti. Bunu tam olarak her zaman yapamıyordu; çünkü kimi zaman gücünün yetmediği bazı şeyleri anımsatıyordu ona. Fakat böyle anlar çok nadir ve önemsizdi; ayrıca bunları aşabileceğine inancı vardı.
Bay Darnay, kızın elini coşkuyla ve minnettarlıkla öptü ve samimiyetle teşekkür etmek üzere Bay Stryver’a döndü. Bay Stryver otuzunu henüz aşmıştı ama bundan yirmi yaş daha büyük gösteriyordu. İri yarı, gür sesli, kanlı canlı, açık sözlü ve kibarlığı elden bırakmayan bir adamdı. Arkadaşlıklara ve sohbetlere hem manevi hem de fiziksel olarak kolayca girebilen bir yapısı vardı ki, bu onun hayatta yükselmesini kolaylaştırmıştı.
Hâlen peruğunu ve cübbesini çıkarmamıştı. Müvekkilinin yanına yaklaşabilmek için zavallı Bay Lorry’yi neredeyse ezip geçmişti. “Size itibarınızı iade edebildiğim için çok mutluyum Bay Darnay. Bu utanç verici bir davaydı, son derece utanç verici. Ayrıca böyle bir sonuç alınması da pek muhtemel değildi.”
“Size hayatım boyunca minnettar kalacağım.” dedi müvekkili elini tutarak.
“Sizin için elimden gelenin en iyisini yaptım Bay Darnay; inanıyorum ki bunu herkes de yapabilirdi.”
Birinin “Bunu sadece siz başarabilirdiniz.” demesi mecburi hâle gelmişti. Belki de konuşmaya yeniden dahil olabilmek için bu görevi Bay Lorry üstlendi.
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” dedi Bay Stryver. “Pekâlâ, bütün gün buradaydınız, biliyor olmalısınız. Hem siz de bir iş adamısınız, öyle değil mi?”
Bay Lorry, az önce bir omuz darbesiyle onu grubun dışına itip şimdi de yeniden aralarına dahil eden avukata “Tıpkı Doktor Manette’ten bu konuşmaya burada bir son verip evlerimize gitmemizi söylemesini rica edeceğimi bildiğim gibi.” dedi. “Bayan Lucie iyi görünmüyor, Bay Darnay berbat bir gün geçirdi ve bizler de çok yorulduk.”
“Kendi adınıza konuşun Bay Lorry.” dedi Stryver, “Hâlâ gece yapmam gereken bir iş var. Lütfen kendi adınıza konuşun.”
“Kendi adıma konuşuyorum,” diye cevapladı Bay Lorry, “ve Bay Darnay adına ve Bayan Lucie adına ve… Bayan Lucie, hepimiz adına konuşabilir miyim?” Bu yerinde soruyu kıza yöneltirken babasına da kısa bir bakış atmıştı.
Adamın yüzü yine donmuş, gözleri tuhaf bir bakışla Bay Darnay’a kilitlenmişti. Dalan gözlerinin derinliklerinde hoşnutsuzluktan kaynaklanan bir kızgınlık, güvensizlik ve hatta korku vardı. Yüzündeki bu garip ifadeyle tüm düşünceleri uçup gitmişti.
“Baba.” dedi Lucie usulca elini adamın elinin üzerine koyarak.
Adam yavaşça başındaki bulutları dağıtıp kızına döndü.
“Babacığım, eve gidelim mi?”
Derin bir nefes alıp cevap verdi: “Gidelim.”
Suçsuz bulunan mahkûmun arkadaşları, kendisi bu gece serbest bırakılamayacağını söylediği için dağılmışlardı. Koridorlardaki ışıkların tamamı neredeyse söndürülmüştü; demir kapılar büyük bir gıcırtı ve sarsıntıyla kapatılmıştı. Kasvetli mekân ertesi sabaha dek terk edilmişti. Yarın, idam sehpaları, boyunduruklar, kırbaçlama direkleri ve dağlama demirlerinin yeni talihlilerini ilgiyle izlemek üzere yine insanlarla dolacaktı burası.
Babası ve Bay Darnay’in yanında yürüyen Lucie Manette, açık havaya çıktı. Babasıyla birlikte, çağırılan kiralık arabaya bindi.
Bay Stryver onları koridorda bırakarak soyunma odasına gitmişti. Gruba katılmayan ve hatta onlarla tek kelime etmeyen ancak en karanlık yerinde duvara dayanmış duran bir adam herkesten sonra dışarı çıkıp arabanın gözden kayboluşunu seyretti. Daha sonra kaldırımdaki Bay Lorry ve Bay Darnay’in yanına gitti.
“Evet Bay Lorry! İş adamlarının Bay Darnay ile konuşmasının artık bir sakıncası yok değil mi?”
Hiç kimse bugün davanın seyrindeki katkısından dolayı Bay Carton’a teşekkür etmemişti; hatta kimse bundan haberdar değildi. Cübbesini çıkarmış olmasına karşın görünüşünde hiçbir iyileşme olmamıştı.
“Vicdanla iş meseleleri karşı karşıya gelince iş adamlarının zihninde ne türlü çatışmalar yaşandığını bilseniz şaşardınız Bay Darnay.”
Bay Lorry, kızarıp samimi bir şekilde, “Bunu daha önce de söylemiştiniz efendim. Biz iş adamları şirketimiz için çalışırız, patronlarımız için değil. Şirketi kendimizden daha fazla düşünmeliyiz.” dedi.
“Biliyorum, biliyorum.” diye pervasızca atıldı Bay Carton. “Sinirlenmeyin Bay Lorry, diğerleri kadar iyi olduğunuzdan eminim; hatta daha iyi olduğunuzu söyleyebilirim.”
“Ve gerçekten efendim,” diye devam etti karşısındakine kulak vermeden, “bu konuyla neden ilgilendiğinizi bilmiyorum. Sizden yaşça büyük olmama karşın beni bağışlayın ama bunun sizi ilgilendirdiğini sanmıyorum.”
“İş mi? Çok yaşayın emi! Benim işim gücüm yok.”
“Olmaması sizin açınızdan üzücü efendim.”
“Ben de öyle düşünüyorum.”
“Eğer bir işiniz olsaydı,” diye devam etti Bay Lorry, “belki de onunla meşgul olurdunuz.”
“Alemsiniz doğrusu! Hayır, olmamalıydım.” dedi Bay Carton.
“Pekâlâ beyefendi!” dedi senini yükselterek Bay Lorry; adamın kayıtsızlığı onu iyice çileden çıkarmıştı. “İş gerçekten çok iyi bir şeydir ve çok da saygıdeğerdir. Ve beyefendi, iş, beraberinde kısıtlamalar, suskunluklar ve engeller getiriyorsa da, asil genç beyefendi Bay Darnay bunları hoş görmesini bilecektir. Bay Darnay, iyi geceler. Tanrı sizi korusun efendim! Umarım kurtuluşunuzla bağışlanan hayatınız size refah ve mutluluk getirir… Hey arabacı!”
Avukata olduğu gibi biraz da kendisine kızan Bay Lorry arabaya binerek Tellson’a doğru yola çıktı. Porto şarabı kokan ama pek de sarhoş durmayan Carton adamın arkasından gülerek Bay Darnay’ye döndü.
“Sizinle beni bir araya getiren garip bir şans. Bu sokak taşları üzerinde benzerinizle yalnız kalmak sizin için garip olmalı.”
“Hâlâ bu dünyada olduğumu ancak fark ediyorum.” diye cevapladı Charles Darnay.
“Buna şaşırmadım; öbür tarafa giden yolun kıyısından döneli pek fazla olmadı. Sesiniz güçsüz geliyor.”
“Güçsüz olduğumu düşünmeye başlıyorum.”
“O zaman Tanrı aşkına, neden akşam yemeği yemiyorsunuz? Jürideki mankafalılar sizin hangi dünyaya ait olduğunuzu tartışırken ben yemeğimi yemiştim. Size güzel bir yemek yiyebileceğiniz yakınlardaki bir meyhaneyi göstermeme izin verin.”
Adamın kolunu kendi koluna doğru çekip, Ludgate Tepesi’nden Fleet Caddesi’ne doğru inerek bir meyhaneye girdiler. Kendilerine küçük bir oda gösterildi. Sade ancak güzel bir yemek yiyip şarap içen Bay Darnay gücünü yeniden kazanırken Carton da kendi şişesindeki Porto şarabını yudumlayarak adamın karşısında oturup bir parça küstah tavırlarını sürdürüyordu.
“Artık bu dünyada olduğunuza inandınız mı Bay Darnay?
“Ürkütücü bir biçimde zaman ve mekan karmaşası yaşıyordum ama şimdi daha iyiyim.”
“Bu muazzam bir tatmin olmalı!”
Bunu çok kesin bir dille söylemişti. Tekrar kocaman kadehini doldurdu.
“Benim en büyük arzum bu dünyada olduğumu unutmak. Ne benim için onda iyi bir taraf var, tabii bunun gibi şaraplar hariç, ne de onun için bende. Yani birbirimize bu yönden benzediğimiz söylenemez. Gerçekten de, düşünüyorum da aslında siz ve ben pek de benzemiyoruz.”
Günün duygusal yoğunluğuyla karmakarışık olmuş ve bu kaba tavırlı ikiziyle birlikte olmak ona rüya gibi gelen Charles Darnay, nasıl cevap vereceğini bilemediğinden susmaya karar verdi.
“Artık yemeğinizi yediniz,” dedi Carton, “neden birinin sağlığına içmiyoruz Bay Carton, neden kadeh kaldırmıyorsunuz?”
“Kadeh kaldırmak mı? Kimin sağlığına?
“Dilinizin ucunda Bay Darnay. Orada olması lazım, olmalı, orada olduğuna yemin edebilirim.”
“Bayan Manette’e o hâlde!”
“Bayan Manette’e!”
Kadehini yuvarlarken gözünü içki arkadaşının yüzüne diken Carton, içkisini bitirince kadehini omzunun arkasından duvara fırlatıp tuzla buz etti. Ardından garsonu çağırmak için zile basıp bir tane daha istedi.
“O, karanlıkta arabaya binmesine yardım etmek için çok güzel bir genç bayan Bay Darnay!” dedi Carton yeni kadehini bitirirken.
Darnay biraz da sinirlenerek kısaca “Evet” cevabını verdi.
“Size merhamet edip sizin için ağlayacak çok güzel bir genç bayan Bay Darnay! Bu nasıl bir duygu? Böyle bir merhamet ve şefkat için ölüm cezasıyla yargılanmaya değer mi Bay Darnay?”
Darnay yine tek kelime etmedi.
“Mesajınızı ona ilettiğimde çok mutlu oldu. Memnuniyetini belli etmedi fakat ben öyle olduğunu sanıyorum.”
Bu ima Darnay’ye can sıkıcı içki arkadaşının kendi arzusuyla bugünkü sıkıntılarda yardımcı olduğunu anımsattı. Konuyu oraya getirip mesajı kendisi için iletmesinden ötürü Carton’a teşekkür etti.
“Teşekkür istemiyorum, bunu hak etmeyi de.” diye sert bir cevap verdi Carton. “Öncelikle bu önemsiz bir şey, ikincisi bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bay Darnay, size bir soru sormama izin verin.”
“Seve seve! Bir nebze olsun bugünkü iyiliklerinizin karşılığı kabul edin.”
“Sizce ben sizi seviyor muyum?”
“Doğrusunu isterseniz Bay Carton,” dedi garip bir zihinsel karmaşaya düşerek, “bunu hiç düşünmedim.”
“O hâlde şimdi düşünün.”
“Seviyor gibi davrandınız ancak böyle olduğunu düşünmüyorum.”
“Ben de öyle.” diye katıldığını belirtti Carton. “Çok zeki olduğunuzu düşünmeye başlıyorum.”
“Bununla beraber,” diye devam etti Darnay, zili çalmak üzere ayağa kalkarken, “umarım hesabı istememde bir sakınca yoktur; dargın ayrılmayalım.”
“Asla!” diye cevapladı Carton. Darnay zili çaldı.
“Hesabın tamamını siz mi ödeyeceksiniz?” diye sordu Carton. Olumlu cevap alınca “O hâlde aynısından bir şişe daha,” dedi garsona “ve gelip beni saat onda uyandır.”
Hesabı ödeyen Charles Darnay, ayağa kalkıp ona iyi geceler diledi. Carton da ayağa kalktı, karşısındakini meydan okumayla tehdit eder gibi. “Son bir söz daha,” dedi, “sizce ben sarhoş muyum?”
“İçkili olduğunuzu düşünüyorum Bay Carton.”
“Düşünüyor musunuz? Ben içkili olduğumu biliyorum.”
“Doğrusu bunu ben de biliyorum.”
“O hâlde neden içtiğimi de bilmelisiniz. Ben talihsiz bir köleyim efendim. Bu dünyadaki hiç kimseyi önemsemiyorum ve kimse de beni önemsemiyor.”
“Çok üzücü. Yeteneklerinizi daha iyi kullanmalıydınız.”
“Belki dediğiniz gibi Bay Darnay, belki de değil. Ayık hâlinizin sizi gururlandırmasına izin vermeyin, başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. İyi geceler.”
Odada yalnız kaldığında eline bir mum alıp duvarda asılı aynaya baktı.
“Bu adamı gerçekten seviyor musun?” diye mırıldandı aynadaki yansımasına. “Kendine benzeyen bir adamı neden sevesin ki? Sevilebilecek hiçbir yanı yok, bunu biliyorsun. Kahrolası! Kendine ne yaptın böyle! Neden yoksun olduğunu ve ne olabileceğini gösteren bir adamdan neden hoşlanasın ki! Onunla yer değiştirsen ona bakan mavi gözler sana da bakıp tedirgin bir yüzle acır mıydı? Haydi, şunu açıkça söyle! Ondan nefret ediyorsun!”
Teselli bulmak için şaraba sığınıp tüm şişeyi birkaç dakikada içti. Ardından da kollarını masaya koyup sızdı. Saçları masaya dağılmıştı. Eriyen mumdan kocaman bir damla, uykuya teslim olan adamın üzerine damladı.
Çakal
O günler içkinin bolca tüketildiği günlerdi ve erkekler sıkı içicilerdi. Zaman alışkanlıklarda öyle değişiklikler yaptı ki bir gecede tek bir kişinin içtiği şarabın miktarını söylesek bugün gülünç bir mübalağa gibi gelir. Üstelik bu, içen kişinin mükemmel bir beyefendi olarak saygınlığını azaltmazdı da. Hukukla ilgilenenler de içki âlemlerinde diğer meslek grubundakilerden geri kalmazlardı. Aynı şekilde önemli ve kazançlı işleri kolayca alabilen Bay Stryver da yasal yarışın diğer alanlarında olduğu gibi içki konusunda da arkadaşları kadar hızlıydı.