banner banner banner
Türk Medeniyet Tarihi
Türk Medeniyet Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Medeniyet Tarihi


Sair Menkabeler: Ustûreler, ilahlara taalluk eden maceralardır. Menkabeler de kahramanlara yani nîmilahlara isnat olunan sergüzeştlerdir. Gerek ustûrelerin gerek menkabelerin iki içtimai rolü vardır:

Birincisi, âyinî roldür. Yani bu ustûreler ve menkabeler bir içtimai esnasında manzum yahut mensur olarak musiki ve raksla müterafık ve gayrimüterafık okunursa hatta bazen dinî bir trajedi hâlinde oynanırsa sihriyyen dinî bir tesir icra eder, yahut büyük bir sevap kazanılmış olur. İkinci rolü itikadîdir. Bu rol de kıymet menkabenin mevzusunda ve manasındadır. Menkabenin naklettiği vaka herhangi bir teşkilatın yahut müessesenin ne suretle tekevvün ettiğini izah etmek ister. Menkabelerin birinci rolünü Dede Korkut Kitabı’nın Oğuzname’sinde görüyoruz. Ozan, bunları yirmi dört boy beyi şölende hazır iken hanların hanına hitaben inşat eder. Aynı zamanda kopuzunu da çalar. Müslümanlarda mevlid-i şerif tilâveti nasıl ayinî mahiyeti haiz ise bu Oğuz nameler de eski Oğuz Türkleri için öyle idi.

Menkabelerin izahkâr rolüne gelince bunu bilhassa İlhanlık dininde hâkim olan ilin hâkimiyetinin izahında görüyoruz. İlhanlıkta bir il, “Ak Kemik” tanınıyor ve diğerleri “Kara Kemik” itibâr olunarak bu ilin tâbiiyyeti altına giriyorlar. Hâkim olan ilin Ak Kemikliğini izah eden işte bu menkabelerdir. Yukarıda Dokuz Oğuzların ve Göktürklerin ne suretle ilahî ve kudsî bir mahiyeti haiz bir kudretten ürediklerine itikat olunduğunu gördük. Hâkim olan “İl”, velâyet-i âmmeyi haiz olmak için mukaddes olmak lazım gelir. Mukaddes olmak için de ya bir totemin ya bir ilahın sülalesinden gelmesi şarttır. İlah kadınlara ya bir nur sütunu, yahut bir hayvan ve bazen de bir insan suretinde tecelli eder. Bunların birisinden gebe kalan bir kadın, ilazadeler doğurur. Bunlardan türeyen bir “il” hâkimiyeti, velâyet-i âmmeyi haiz addolunurlar.

“Bögü Han” ve “Oğuz Han” menkabelerinde nur sütununun, totemlerin semavi kızların mevcudiyeti gösteriyor ki bütün Türk menkabeleri, İlhanlık dininin cersûmelerini haizdir. Her budunun, her ilin kendini mukaddes zannetmesi ve diğer zümrelere müreccah görmesi tabiidir. Zaten, budun ve il devrelerinde de izdivaç, cemiyetin dâhilindedir. Bir fert kendisine yalnız kendi budununun yahut kendi ilinin kızlarını küfüv görebilir. Bütün bu vakıalar, cemiyetin ilahî bir menşeden gelmesi itikadı ile izah olunabilir.

Alan Koa: Alan adlı bir melikenin çadırına gökten yeşil gözlü bir ilah iner. Alan Koa bundan gebe kalır. Kayı sülalesi, bunun iki oğlundan ürer.[50 - Ebû’l-Gâzi Bahadır Han, Türk Şeceresi, yay. Dr. Rıza Nur, İst, 1925,s. 64.]

Kırk Kız: “Sağın Han” adlı bir Kazak hükümdarının kızı bir sabah erken kırk cariyesi ile beraber gezmeye çıkarlar. Henüz güneş doğmamıştı. Bir ırmağın kenarına gelirler. Irmağın üzerine semanın nur sütunu indiği için suları gümüş gibi parlaktı. Kızlar suyun güzelliğine meftun olarak parmaklarını ırmağa daldırırlar. Bu temas neticesinde hepsi gebe kalır. Hükümdar, bunların hepsini bir dağa nefyeder. Orada bunların zümyeti çoğalarak “Kırgız” kavmini vücuda getirirler.

Hia Prensesi: Bu itikat Çinlilerde de vardır. Hia sülalesinin ilk validesi olan prenses, bir gece dolaşırken bir yıldızın şuasında hamile kalmıştır.[51 - Deguignes, C. I, kısım, I, s. 8 (Z.”G.).]

Ananeye göre Japon sülalesi, Güneş Kızı’yla bir Kuş’tan; Tibetliler, bir Prenses’le bir Maymun’dan; Kırgızlardan bir kabile, bir Prenses’le bir Kızıl Köpek’ten vücuda gelmişlerdir.

Eski Türkler, bu menkabeleri izah için senede bir kere, tabii şehvetin galeyanı ile vücuda gelen bir “aşk gecesi”ne inanırlardı. Bu “aşk gecesi”nde, kadın her neye dokunsa gebe kalırdı. Çünkü bu gece nur sütunu -ki buna “Altun Işık” da diyebiliriz- her şeyde mütecelli bulunurdu. “Altun Işık” bazen güzel bir erkek suretinde bir kadının harimine gelirdi (Alan-Koa). Bazen bir yıldızın şuası yahut bir ırmağın suyu vasıtasıyla temas ettiği bir ağacı, yahut bir kızı gebe bırakırdı.

Bu “aşk gecesi”, her ilin kendisine ilahî bir kudsiyet, semavi bir isabet vermesine hadim oluyordu. “Altun lşık”tan doğan insanlar “Ak Kemik” olurlardı, diğer budunlar ise “Kara Kemik” kalırlardı. Aşk gecesinde ilahlar, ilaheler ve insanlar arasında muaşakalar cereyan etmesinden, birtakım ustûreler doğmuştur ki birkaçını aşağıda zikredeceğiz.

19. Aşk Ustûreleri

Güneş Hanım: Yakutlara göre “Ulu Toyon”, “Ay Toyonsun” kızı “Güneş Hanım”a âşık olmuş; Ulu Toyon, Altaylılarda “Oğan”, Oğuzlarda “Gök Han”dır. Ay Toyon Altaylılarda “Bay Ülgen”, Göktürklerde “Gök Tanrı”, Hakaniyye Türklerinde “Bayat”tır. Ulu Toyon, babası “Seçen”e der ki: “Ay Toyon’un semasına çık. Bana onun kızı Güneş Hanım’ı iste! Ne kadar çok ağırlık isterse hiç esirgeme, kabul et.”

Seçen, hemen semaya çıktı, Ay Toyon’un otağına gitti: “Oğlum kızınızı sevmiş. Onu oğluma verir misiniz?” Ay Toyon: “Peki veririm fakat iki nişan isterim. Biri dalga, göl incisi; biri serap, çöl incisi.”

Seçen bu haberi getirdi. Ulu Toyon istenilen iki nişanın tedarikini kolay gördü. Yer üstünde ve yer altında ne kadar cinler, periler ve ruhlar varsa hepsini davet etti. Cümlesi geldiler. Ulu Toyon dedi: “Ey kahramanlar, içinizde benim istediğim iki armağanı bana getirmeyi kim üzerine alacak? Bu iki armağanı bulmak, getirmek gayet kolaydır. Biri dalga, göl incisi; biri serap, çöl incisi.”

Cemaattan bu teklifi kabul edecek hiçbir kahraman çıkmadı. Ulu Toyon teklifi tekrar etti. Yine cevap veren olmadı. Üçüncü teklifinde bir “kurt” ile bir “karga” meydana geldiler. Bu iki armağanı getirmeyi üzerlerine alıyorlardı. Fakat kurt dalgayı tutabilmek için uzun bacaklar istiyordu. Karga ise serabı görebilmek için keskin gözler talep ediyordu. Ulu Toyon istedikleri şeyleri onlara verdi. “Haydi kahramanlar! Gidin, bana dalga ile serabı getirin.” dedi.

Bu iki kahraman yola düştüler. Aradılar, taradılar, çalıştılar, uğraştılar. Ne kurt dalgayı tutabildi ne de karga serabı ele geçirebildi. Asırlar geçti bir türlü iki armağan gelmedi. Ulu Toyon, istenilen nişanları veremedi ve Güneş Hanım’ı alamadı.

Çalbu Hanım: Yakutlarca Zühre’nin adı “Çalbu Hanım”dır. Bu genç kız, Ülker yıldızını seviyor. Ülker de Çulbu Hanım için yanıp tutuşuyor. Ne zaman ki Çalbu ile Ülker bir hizada birleşirler; kalpleri atmaya, göğüsleri kabarmaya, nefesleri gürleşmeye başlar. Bu nefesler birer dalga olur. Derhâl kasırga çıkar, ortalığı birbirine katar. Bundan dolayıdır ki Yakut Türkleri Zühre ile Ülker bir hizaya geldiği zaman ürkerler.

Öksüz Kız: Bir kış günü, öksüz bir kız su almaya gidiyordu. Vücudu yarı çıplaktı. Üryan ayakları kardan şişmişti. Karnı açtı. Kulakları soğuktan donmuştu. Gözleri yaşlı idi. Elinde demir bir bakraç vardı. Çeşmeye gidiyordu. Birdenbire bir kasırga koptu. Ay, yukarıdaki köşkünden bu zavallı kıza bakıyordu. Dedi ki: “Mutlaka üvey anası bu kıza zulmediyor.” Kıza acıdı. Kız, o sırada bir çalının içinde yürüyordu. Ay, çalıya emretti: “Kızı al, gel!” dedi. Çalı derhâl, bir at oldu, bir yandan gök alçaldı, bir yandan çalı yükseldi. Kız bakracı ile beraber göğe geldi.

Şimdi, ayın hâlden hâle geçmesi hep öksüz kızın geçirdiği serencâmlara tabidir. İlk gece Ay, gümüş bir yay gibidir. Kız büyüdükçe Ay da büyür. Fakat bazen kız, otağa girer, halı dokumaya başlar. O zaman Ay, sevgilisini göremediğinden hasretle yüzü hilale döner. Bazen kızın keyfi coşarak bakracı ile beraber göle koşar. O zaman Ay’ın yüzü belirlenir.

Bundan başka gökte bir “Beyaz Ayı” vardır ki Öksüz Kız’ı sevdiği için Ay’ı tutup boğmak ister. Fakat ona gücü yetmez. Yirmi beş gün ay galiptir. Yalnız üç gün Ay’ı galebe çalar. İşte bu zamandır ki Ay görünmez.

20. Tsinlerde Dinî İbadetler ve Sihrî Ayinler

Tsinler: Tsin Türklerinde senede beş ibadet icra edilirdi; ilkbaharda Gök Han’a “koyun” kesilirdi, yazın Kızıl Han’a “kuş”, sonbaharda Ak Han’a “köpek”, kışın Kara Han’a “domuz” kurban edilirdi. Senenin ortasında da Ogan’a “öküz” kurban edilirdi.

Hiung-nularda senede üç büyük ibadet icra olunurdu :

1) Senenin ilk ayında Hakan ve Hatun’un riyaseti altında bütün Tiginler (prensler), şadlar, yabgular, tudunlar, tarhanlar, iç ve dış buyruklar, hülasa umum beyler; Ak Budun ve Kara Budun, hakanın ordugâhına toplanarak bayram yaparlardı. Bu bayramda kurban kesilerek zengin, fakir umuma ziyafet çekilirdi.

2) Senenin beşinci ayında, “Lung-Cheng”de ikinci bayram yapılırdı. Burada büyük bir kurultay şeklinde bütün beyler ve halk toplanırdı. Kurbanlar kesilip yenildikten sonra koşular ve oyunlar yapılırdı.

3) Üçüncü bayram sonbaharda yapılırdı. Atların besili olduğu bu zamanda “Tailing”de büyük bir içtima yapılırdı. Tanju’nun otağı Şamanlarca mukaddes tanınan solda kurulurdu. Otağın kapısı da garba bakardı. Bu içtimada, her ilin boyları, her boyun efradı, atları sürüleri sayılırdı. O sene zarfında husule gelen artma veya eksilme Tanju’ya ve Kurultay’a arz olunurdu. Kurultay devam ettiği müddetçe Tanju, her sabah Güneş’e ve her akşam Ay’a ibadet etmek üzere otağından çıkar ve herkes kendisine ittiba ederdi.

Cenaze Merasimi: Eski Türklerin dininde ecdada tapmak yani “Manizm” yoktu. Cenaze merasimini çok ihtişamlı yapmak, yalnız manizme mahsus değildir. Vefattan sonra ölülerin ruhları, akrabaları için çok tehlikeli olur. Bu tehlikeye mâni olmak içindir ki gayet tantanalı cenaze merasimi yapılırdı. Cenaze için toplanıp ağlamaya “Yuğ” adı verilirdi. Yuğa bütün bildiklerden “Yuğcular” ve “Sıgıtçılar” (nevvâheler) gelirdi. Bunlar, kendi kendilerini yaralayarak yüzlerini yırtarak, her taraflarını kan içinde bırakırlardı. Bilge Han’ın yuğuna Çin, Kırgız, Otuz Tatar, Dokuz Tatar, Türkeş vesair milletlerden yuğcular gelmişti. Bunlar dost hakanlardan birini “Balbal = Matem bayramının reisi” intihap ederek “Yuğ Merasimi”nin icrasını onun idaresine verirlerdi. Cenazelerin defninde de birtakım merasim icra ederlerdi: Tabut, cenazenin içtimai mevkine ve servetine göre altın, gümüş, mücevherat, vesair kıymetli şeylerle tezyin edilirdi. Cenaze kabire götürülürken hizmetçileri, cariyeleri beraber gider; efendilerinin hizmetine eskisi gibi hazır bulunurlardı. Cenaze nakledilirken birçok kahraman gençler de beraber bulunurlardı. Ay görünür görünmez, cılasınlar muharebe manevrasına başlarlar, Ay batıncaya kadar bu manevralara devam ederlerdi. Kunlarda mezar yükseltmek âdeti yoktu.

“Kül Tigin”in vefatı üzerine, şarkta Göktürkler’in metbusu sayılan “Çin imparatoru” yekpare bir sütun üzerine ölünün vekâyisinin yazılmasını ve Türklerde âdet olduğu veçhile heykelinin dikilmesini ve namına “Bark” yapılmasını emrederek sarayına mensup altı sanatkârı bu işe memur etmişti. Bilge Han’ın vefatından sonra taziye için memur gönderdiği gibi “Bark” yapılmasını ve dikilecek “Mengütaş”ın yazılmasını da emretmişti.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 490 форматов)