banner banner banner
Türk Medeniyet Tarihi
Türk Medeniyet Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Medeniyet Tarihi


Koruk: “Koruk”, “tabu” demektir. “Mana” ile “Totemsin” doğurdukları bir hassa da bazı eşyanın “Koruk” olmasıdır. Bir şey “koruk” olduğu zaman ona “Tekin değil, çarpar” deriz. Eski Türklerde “Ak” unvanını alan şeyler “Tekin” idi, hiç kimseyi çarpmazdı. Yalnız “Kara” unvanını taşıyan “Tekin” değildi, temas ettiği insanları ve hayvanları çarpardı. Böyle olan şeylere, “Tabu” manasına olarak “Koruk” derlerdi. Mesela, hakan vefat edince adı “Koruk” olurdu. Binaenaleyh, senelerce, hiç kimse onun adını ağzına alamazdı. Aynı adı taşıyanlar, adlarını değiştirmeye mecburdurlar. Hakanı anlatmak için de ona bir ölüm adı verirlerdi. Eski Türklerde “Su” da “Koruk” idi. Bu sebepledir ki kaplar ve elbiseler su ile temizlenemezdi. Bazı hayvanları, hizmetlerine mükâfaaten serbest bırakırlardı. Bunlara da “İzuk” derlerdi. Anlaşılıyor ki “İzuk” kelimesi de hem “mübarek” manasına hem de “Tabu” manasınadır. Eski Oğuzlarda “Totem” karşılığı olan “Ongun” kelimesi de “mübarek” manasına olan “Onuk, Oynuk” kelimesinden gelmiştir. Yakutlarda Şamanların totemine “Kilâ”(?) denildiğini, yukarıda gördük.

Altay Türklerinde Türk Kozmogonisi: Türk Kozmogonisi’ni Altay Türklerinde görüyoruz. Bunlara göre, hiçbir şey yokken yalnız iki mevcut vardı: “Kara Han” ile “Su”. “Kara Han”dan başka görev “Su”dan başka görünen yoktu. “Su”, ezelden beri dalgalanan bir “Kao” mesabesinde idi, bir “amâ” bir “sevâd” idi. “Kara Han”, bir “ilm-i ezelî”, bir “kenz-i mahfî” hükmünde idi. “Kara Han” nihayet yalnızlıktan usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir mevcudun da var olmasını istedi. “Kişi”yi yarattı. İkisi, iki kara kaz gibi “Su”yun üzerinde uçmaya başladılar. “Kişi” ruhen kanaatsızdı. Kara Han’dan daha çok yükseğe fırlamak, daha yüce yerlerde uçmak istiyordu. “Kara Han”, “Kişi”nin kalbinden geçen bu mağrurâne fikirleri görüyordu. Buna, ceza vermek lazım geldiğine hükmetti. Kişinin bilmek kudretini de uçmak iktidarını da nezetti. Zavallı “Kişi”, bir taş parçası gibi tabsız, tüvânsız suyun derinliklerine batmaya başladı. “Kişi” işinin fenalaştığını anladı. Tövbe etmeye, günahının affını niyaz etmeye başladı. “Kara Han” ona acıdı. Bilmek, toprak üstünde yaşamak kudretlerini kendisine tekrar verdi. Fakat “uçmak” iktidarını ona tekrar vermedi. “Kişi”nin yaşaması için şimdi bir toprak parçası lazımdı. “Kara Han” denizin altından bir yıldız yükseltti. “Kişi”ye, bu yıldızdan bir avuç toprak alarak “Su”yun yüzüne çıkmasını emretti. “Kişi” bu bir avuç toprağı alırken, kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek, bir parça toprağı ağzında gizledi. Yukarı gelince, “Kara Han” elindeki toprağı Su’yun yüzüne at! dedi. “Kişi” elindeki toprağı attı. “Kara Han” toprağa “Büyü” diye emretti. Toprak büyümeye, büyük bir ada hâlini almaya başladı. Fakat aynı zamanda “Kişi”nin ağzındaki toprak da büyüyordu. Eğer, “Kara Han” işin farkında olarak “Tükür!” diye emretmese idi, “Kişi” tüküremeyecek, ağzı parça parça olacaktı. “Kişi”nin tükürdüğü toprak yerin üzerine saçılınca bundan dağlar, dereler vücuda geldi.

“Kara Han”, bu büyük adayı boş bırakmamak için adanın ortasında bir çam ağacı yükseltti. Bunun dokuz dalı vardı. Her dalın altında bir yeni adam yarattı. Bu dokuz adamdan insanların dokuz ırkı üredi. “Kara Han” insanlara kılavuzluk etmek üzere “Yayık” adlı bir melek gönderdi. “Yayık”, insanları doğru yola götürmeye çalışırken, “Kişi” onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. “Kara Han” bu ahmak insanlara kızdı. “Yayık”a “yeryüzünü tarumar et” diye emretti. “Yayık” yeryüzünü mızrağı ile altüst etti. Yeryüzündeki birçok delik deşikler de bu suretle vücuda geldi. “Kara Han”, “Kişi”yi de yeraltındaki semaya kovdu ve adını “Erlik Han”a tebdil etti.

“KaraHan”yeryüzünükendihâlineterkedinceyukarıdaonyedikatgöğü yarattı. Kendisi on yedinci katı mesken edindi Oğlu “Bay Ügen”i, on altıncı kat gökte, altun bir taht üzerine oturttu. Bu büyük ilah hem sulhun hem de adaletin en büyük ilahıdır. “Yayık”, “Bay Ülgen”in oğludur. Semanın her katına bir ilah yerleştirdi. Yedinci katta “Gün Ana”, altıncı katta “Ay-Ata” oturur. Türklerce “Güneş” kadındır, “Ay” erkektir. Çocukların hâlâ, “Ay Dede” demesi “Ay Ata” tabirinden kalmadır. Üçüncü katta da cenneti, “Süro Dağı”nı, “Süt Gölü”nü yarattı. “Yayucu”ları, bunların reisi olan “Yayık”ı, “Ayzıt”ı, hep burada yerleştirdi.

“Kara Han”, “Yukarıki Sema”da bu tekvinâti yaparken “Erlik-Han”da “Aşağıki Sema”da, kara bir “Güneş” yarattı. Orasını bu “Kara-Güneş”in siyah nurları ile tenvir etti. Kendisi kara bir taht üzerinde oturdu. “Körmös”leri “Kara Üzüt”leri “Ötker”leri yarattı. Bunlar da kendisinin, melekleri, cinleri, şeytanlarıdır. Bu suretle “Bay Ülgen”in mükâfat ilahı olmasına mukabil, “Erlik Han” da mücazat ilahı oldu. Dünyanın evvelinde, “Yukarıki Sema” ile “Aşağıki Semâ” arasında bu mücadeleler olduğu gibi, dünyanın sonunda da “Erlik Han” ile “Yayık” arasında korkunç muharebeler olacak. Yeryüzü bu muharebelerle altsüst olarak yıkılacak. İşte, eski Türklerce, kıyamet böyle kopacak. Bu Kozmogoni, “Ak” ve “Kara” unsurunun, “Bay Ülgen” ile “Erlik Han”ın, nasıl zuhur ettiğini gösterir.

İlhanlık Dini, bir “il”in diğer illeri ve budunları cebren kendisine tabi etmesi ile başlar. Çünkü bu siyasi tahavvülden cemiyetler içinde “hâkim” ve “mahkûm”, “hür” ve “esir” olmak üzere iki unsur husule gelir. Hâkim olan il “Ak”tır, efradı “Ak Kemikler” zümresini teşkil eder. Mahkûm olan budunlar “Kara”dır. Bunlara “Kara Ulus, Gün Oymak” da denilir: “İlini, ulusunu aldı gitti; ile güne karşı; il, oymak gibi.”

Bir ilin başka illere hâkimiyeti, ilhanlıktır. İlhanlıkta yalnız hâkim olan “il”in fertleri “su”dür. Vatandaş hukukuna maliktir. İşte “Ak” ve “Kara” mefhumları bu teşkilattan sonradır ki Türk teşkilatında bir cây-i tatbik bulabildi.

18. Menkabeler

Dokuz Oğuz Menkabesi: Bu menkabe bize hem Çin menbaları hem de İran menbaları tarafından naklediliyor. Bu hâl gösterir ki bu menkabe eski Türklerce gayet ehemmiyetli idi. Çünkü Türklerce büyük bir ehemmiyeti haiz olmayan bir şey, Çin ve İran gibi büyük milletlerin nazar-ı dikkatini celb edemezdi. Bundan başka bu menkabeyi, gerek Çinlilerin gerek İranlıların doğrudan doğruya Türklerden aldıkları da aşikârdır. Birbirinden bu kadar uzak bulunan bu iki millet bu menkabeyi birbirlerinden alamazlardı (Bu iki menbanın rivayetleri, Köprülüzade Fuad Bey’in “Türk Edebiyatı Tarihi” ismindeki eserinin Birinci Kitabının 71 ve 72. sahifelerinde muharrerdir).

Bu menkabeye göre Dokuz Oğuzlar evvelce “Kamlancu” adı verilen bir ülkede otururlarmış. Burada “Tuğla” ve “Selenge” adlı iki ırmak akarmış. Bir gece oradaki iki ağacın üstüne gökten bir nur sütunu indi. Bu ağaçlardan biri “Sumu” yani “Hûş” yahut “Kayın” ağacı (Boule-au), diğeri “Fusûk” yani “Cihângüşâ’ya”[42 - Cüveynî, C. I, s. 40.] göre “Çam Fıstığı”, Mahmud Kaşgarî’ye [43 - Divân, C. I, s. 382; C. III. s 347] nazaran “Fındık” ağacı idiler (Bu ağaçların ileride görülecek olan dinî ve sihri kudretleri bu nurdan gelmiştir). Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş erkek çocuk göründü.

Daha çocuklar doğmadan, bu ağaçların etrafında otuz kadem nısfkutrunda gümüşten bir daire vücuda gelmişti. Ağaçlardan musiki sesleri işitilirdi (Musikinin dinî ve sihri bir kudrete malik olması da bundan ileri geliyor). Gökten inen nur sütunu orada “Yeşim”den bir kaya vücuda getirmişti (Yeşim’in dinî ve sihri kudreti de buradan gelir). O civardaki Türkler, bu çocukları büyüttüler. İsimlerini “Sungur Tigin, Kutur Tigin, Tükek Tigin, Or Tigin, Bögü Tigin”[44 - Bu isimlerin okunuşu için bk. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 75.] koydular. Bunlar on beş yaşına gelince baba ve analarını sordular. Türkler onları iki ağacın yanına götürdüler: İşte bunlardan biri babanız, diğeri ananızdır, dediler (Hûş ağacının baba, çam fıstığının ana olması lazım geldiğini ileride göreceğiz). Çocuklar ağaçlara, büyük bir hürmet gösterdiler. Sevgili anamız, babamız! diye samimi muhabbetlerini arz ettiler. O zaman ağaçlar da dile gelerek, evlatları hakkında hayır duada bulundular.

Nihayet, bir gün halk toplanarak “Bögü Tigin”i “Han” intihap ettiler. Çünkü Bögü her boyun dilini ve obalarının sayısını biliyordu. Bögü’nün üç “Karga”sı vardı ki her yerde olup biten şeyleri kendisine haber verirlerdi (Çocukların hâlâ kargalardan haber sorması bundan ileri gelir).

Bögü Tigin bir gece rüyasında beyazlar giymiş ve elinde beyaz bir asa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu ihtiyar “fıstık” şeklinde bir yeşim taşı göstererek (Semavi nurdan husule gelen kaya olmalı!): “Türkler bu Kut Dağı’nı ellerinde tuttukça dört bucağa hâkim olacaklardır.” dedi.

Bögü Han bir gece otağında uyumak için yatağına girmişti. Birdenbire pencerenin açıldığını, içeriye semavi bir kızın girdiğini gördü. Bu kız, meleklerden daha güzel, perilerden daha cazibeli idi. Böğü Han neye uğradığını anlayamadığından gözlerini kapayarak kendisini uyur gibi gösterdi. Kız sağa döndü, sola döndü, Genç Hakan’ı uyandırmak için çok çalıştı. Fakat bir türlü uyandıramadı. Nihayet ümidini keserek pencereden çıktı, gitti. Ertesi gece kız yine geldi. Genç Hakan yine kendisini derin bir uykuya dalmış gibi gösterdi. Kız yine bu uykucu hükümdarı uyandıramayarak çekildi gitti. Sabah olunca, Bögü Han, kızın yine geleceğini düşünerek buna bir çare bulmak üzere işi vezirine açtı. Vezir dedi ki: “Hakan’ım, bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceğimiz bir fâl-i hayr var. Bu kız bir ilahe olmalı. Gelişi size kutlu bilgileri öğretmek içindir. Yarın gece yine gelirse artık kendinizi uykuda göstermeyiniz. O zaman ne için geldiğini anlarsınız.”

Üçüncü gece kız yine geldi. Fakat bu kere Bögü Han onu ihtiramla karşıladı ve ona bir ilaheye arz edilmesi lazım gelen ihtiramı gösterdi. Bu kız; vezirin keşfettiği gibi, gerçekten bir ilahe idi. Bögü Han’a yeni bir din öğretmek için gelmişti.

“Gök-Kızı”, Bögü Han’a, “Arkamdan gel!” dedi, genç hükümdar ilaheyi takip etti. Az gittiler, uz gittiler. Dere tepe düz düz gittiler. Nihayet “Ak Dağ”a ulaştılar. Orada “Bögü Han”a yeni dinin gizli hakikatlerini anlatmaya başladı. Bundan sonra her gece Gök Kızı otağa gelir, Bögü Han’ı Ak Dağ’a götürürdü. Bu hâl yüzlerce geceler devam etti. Bögü Han yeni dinin bütün sırlarını öğrendi ve bütün dinî ve sihri kudretlere mazhar oldu. Bir gece, artık bu esrarengiz mülakatların son gecesi idi. Gök Kızı, veda ederken dedi ki: “Yerde, gökte ne varsa hepsini öğrendiniz, ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren, dünyanın dört bucağını fethe başlayınız. Ve gösterdiğim yolda adalet yapınız. Size öğrettiğim hakikatleri, her tarafa yayınız!”

Sabah olunca Bögü Han, kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya nasb ederek boyları dört bucağın fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile Çin’in üzerine yürüdü (Dört bucağın din kudsiyetini de ileride göreceğiz). Hepsi seferlerinde muvaffak oldular. Bögü Han kardeşlerine demişti ki: “Tabii insanlar ve güzel hayvanlar ve nebatlar gördükçe daima ileri gidiniz! Fakat başı insan, vücudu hayvan; yahut başı hayvan, vücudu insan olan çirkin mahluklar görmeye başladığınız anda artık ilerlemeyiniz. Çirkin mahluklu ülkeler bize yaramaz!” (Bögü Han çirkin olan mahlukları hâkimiyet altına almak istemiyordu. Türklerde bediî zevkin eskiliği bununla da anlaşılır). Nihayet mukarrer olan zamanda “Balasagun” sahrasında bütün ordular toplandı. Bögü Han esir edilmiş olan bütün hükümdarları birer birer huzuruna kabul etti. Bunlar hep güzel çehreli, fikirli, dirayetli insanlardı. Hepsini yerli yerlerine kendisine tabi bir “hidiv” olmak üzere iade etti. Yalnız Hint hükümdarı, çirkin bir adam olduğu için huzuruna kabul etmedi. Onu “hidiv” olarak memleketine de göndermedi (Bögü Han Dini, bediî bir din olduğu için, Bögü Han, çirkinleri hükümdarlık mevkine layık görmüyordu).

Bögü Han’dan otuz göbek sonra torunlarından “Yulun Tigin”[45 - Bu ismin başka okunuş şekilleri hakkında bk. Türk Mitolojisi, S 82-84.] tahta çıktı. O zaman Çin’de, “Tang Sülalesi” hâkimdi. Çinliler Türklerden korktukları için “Tapûr” “Kie-Lien” adlı kızını hakanın oğlu “Gali Tigin”e göndermeye karar verdi. Bir elçi refakatiyle prensesi gönderdi. Elçi yolda Türklerin satvet ve şevketinin Kut Dağı adlı bir Yeşim Kaya’dan ileri geldiğini öğrendi. Yulun Tigin’e dedi ki: “Hükümdarım size en kıymetli mücevherini gönderdi. Siz de karşılık olarak ona bir hediye göndermek isterseniz bizce makbule geçecek Kut Dağı kaya parçasıdır. Bu kayanın sizce hiçbir kıymeti yoktur. Bunu hükümdarıma hediye ederseniz çok makbule geçer.” Yulun Tigin, Çin medeniyetine kendi millî harsından ziyade kıymet veren, milliyetsiz bir hükümdardı. Kut Dağı’nın otuz batından beri Türklerin mukaddes bir matâfı olduğunu bile bilmiyordu. Türklerin millî mefkûresi, âdeta bu yalçın kayada temessül etmişti. Yulun Tigin bu millî timsali, bir kızın bedeli olarak Çin hükümdarına vermekte hiçbir beis görmedi. Yalnız bunu nasıl götürebileceklerini sordu. Çin elçisi kayanın etrafına odunlar yığdı. Üzerine fıçılarla sirke döktü. Odunlara ateş verince kaya pare pare dağıldı. Elçi bu parçaları dikkatle toplatarak arabalarla Çin’e şevketti. Orada sihirbazlar bunu yağma ettiler. Her parçası dünyanın bir köşesine gitti. Bunun bir parçası nereye gittiyse orada, feyz, bereket, saadet husule geldi. Türk yurdu ise bilakis bütün feyzini yümnünü birden kaybetti. Kut Dağı gidince Kamlancu’da bütün yeşillikler sarardı. Irmakların, derelerin suyu çekildi. Semanın rengi değişti, bir kasvet bağladı. Bütün kuşlar, yabani hayvanlar, ehlî hayvanlar, hatta memedeki çocuklar: “Göç, göç, göç!” diye bağrışmaya başladılar. Bir taraftan salgın hastalıklar insanları kırıyordu. Yedi gün sonra Yulun Tigin öldü. “Göç” sesleri devam ediyordu. Türkler anladılar ki bu ülkenin Yer Suları artık kendilerinin orada kalmasını istemiyor. Çadırlarını yıktılar. Eşyalarını, çoluk çocuklarını hayvanlara yüklediler. Göç etmeye başladılar. Akşam olunca “Göç!” sesleri duruyordu. Sabah ile beraber tekrar başlıyordu. “Turfan” ülkesine gelinceye kadar “Göç!” nidaları devam etti. Orada artık bu sesler kesildi. Demek ki buranın Yer Suları kendilerini kabul ediyordu. Turfan’da yerleştiler. “Beş Ordu”nun torunları, galiba beşli teşkilatı muhafaza ediyorlardı. Bundan dolayı olacak ki oturdukları yere “Beş Balık” yani “Beş Şehir” namını verdiler (Kaşgar’da evvelce altılı teşkilata malik bir budun oturmuş olacak ki, o ülkeye de, “Altı Şehir” namı verilirdi).

Bu menkabe, “Kut”un zuhurunu bildirdiği gibi, Türklerin ilk göçünün de “Kut”a kıymet vermemelerinden dolayı vukua geldiğini izah ediyor. Bizans müverrihlerinin rivayetine göre, Avrupa’ya gelen Hunların önünde de köpeğe benzer bir hayvan kılavuzluk edermiş ve: “Göç, Göç, Göç!” diye bağırırmış. Türkler ne zaman millî harsa kıymet vermeyerek ecnebi irfana kıymet vermişlerse ve kendi milletlerini beğenmeyip başka milletlerin mukallid ve perestişkârı olmuşlarsa böyle bir “Göç” felaketine uğramışlardır. Kut Dağı millî vicdanın bir timsalinden başka bir şey değildi. Onu Çinlilere feda etmek, gayet büyük bir günahtı. Göç bu günahın keffâreti idi.

Oğuz Han Menkabesi: Oğuz Dini “Oğuz Han” adlı bir kahramanla başlar. Türk ananesi Oğuz Han’ın şeceresini bu suretle zapt etmiştir: Türklerin ilk ceddi “Türk Han”, yahut “Ebülce Han”dır. Çadır yapmasını iptida düşünüp icat eden bu zattır. Bunun, Tutuk, Amlâk, Barsacar, Çigil[46 - Bu isimler hakkında bk. Türk Mitolojisi, s. 377.] namında dört oğlu oldu.

Türk Han’dan sonra yerine “Tutuk” geçti. Bir gün geyik avlamıştı. Geyiği kebap ederken bir parçası yere düştü. Meğer orası tuzlu imiş. Kebap tuzun verdiği çeşni ile gayet lezzetli oldu. Tutuk bu lezzetin topraktan geldiğini anladı. Bu suretle tuzu keşfetti.

Tutuktan sonra “Güyük Han” ve “İlci Han” reis oldular. Bunlardan sonra “Dib Yavku Han” tahta çıktı. Bunun “Bögü Han” olduğunu ve ilk Türk dininin bunun tarafından tesis edildiğini gördük.

Dib Yavku’dan sonra bir zalim hükümdar gelip geçiyor. Nihayet “Alınca Han” tahta çıkıyor. Bunun zamanında itikatlar bozuluyor, ibadetler terk ediliyor, mukaddesata riayet kalmıyor. Alınca Han’ın iki oğlu vardır: “Moğol Han”, “Tatar Han”. “Moğol” (Bögü İli), “Tatar” (Tat Eri) suretinde tahlif olunabilir. “Tat”, “câhilî” demektir. Demek ki bu devrede Türkler, mümin ve cânil namlarıyla iki kısma ayrılmışlar. Bu iki şehzadenin isimleri, bu iki kısmın unvanları olsa gerek.

Moğol Han’ı, şimdiki Moğolların ceddi addetme hatadır. Çünkü göreceğimiz veçhile Oğuz Han ve umum Türkler bunun torunları addolunuyor. Tatarların ise o zaman Mançurya’da sakin bulunan “Avar”, “Suvar”, “Cucuan” kavimlerinin ecdadı olduğunu göreceğiz.

Moğol Han’ın ahfadı ile Tatar Han’ın torunları arasında uzun zamanlarca muharebeler olduğunu da göreceğiz. Moğol Han’ın dört oğlu vardır: “Kür Han, Küz Han, Or Han, Kara Han”.

Oğuz Han işte bu Kara Han’ın oğludur. Oğuz dünyaya gelince üç gün üç gece anasının rüyasına geldi: “Hak dini kabul etmezsen açlıktan ölürüm de sütünü emmem.” dedi. Anası dini kabul etti. Oğuz ondan sonra sütünü emdi.

Oğuz, bir yaşına gelince, babası âdet veçhile bir ziyafet yaptı. Kavmin bütün büyüklerini davet etti. Bunlara: “Oğlumuz bir yaşına geldi. Buna bir ad koyunuz!” dedi. Bunlar söz söylemeye meydan bulmadan Oğuz derhâl lakırdıya başladı: “Benim adım Oğuz’dur.” dedi. Bunun üzerine ona bu adı verdiler.

Oğuz evlenecek yaşa gelince babası ona kardeşi Kür Han’ın kızını aldı. Oğuz, kızı kendi dinine davet etti. Kız babasının anasının dininden ayrılmayacağını söyledi. Oğuz bu kızdan ayrıldı. Babası ona ikinci amcasının, yani Küz Han’ın kızını aldı.

Onunla da aynı netice vukua geldi.

Oğuz bir gün avdan dönerken bir çeşme başında kızların çamaşır yıkamakta olduklarını gördü. Bunların arasında üçüncü amcası Or Han’ın kızını yanına çağırarak konuştu. Diğer amcaları kızlarından kendi dinine girmedikleri için ayrıldığını, eğer bu dini kabul ederse, kendisi ile izdivaç etmek istediğini söyledi. Kız dedi ki: “Ben hangi dinin hak olduğunu bilmem. Fakat sana itimadım var. Sen hangi dinde olursan ben de o dini tercih ederim.” Bunun üzerine babasına müracaat ederek bu üçüncü kızla evlendi.

Bir gün Oğuz uzak yerlere ava gitmişti, Kara Han ailesine bir ziyafet çekti. Söz arasında Oğuz’un niçin evvelki zevcelerini istemediğini sordu. Gelinler Oğuz’un teklifini anlattılar. Mesele tehlikeli idi. Kara Han, kavmin ulularını çağırarak müşavere etti. Oğuz’u avda yakalayıp öldürmeye karar verdiler. Kara Han haber göndererek kavmini ava davet etti. Bu meseleden haber alan küçük gelin Oğuz’a hemen işi bildirdi. Oğuz da kendi taraftarlarına haber gönderdi. Fakat bunlar azlıktılar. Kara Han’ın kardeşlerinin birçok oğulları vardı. Bu aralık onlar da hep Oğuz’un tarafına geçtiler. Oğuz onlara “Uygur” namını verdi. Nihayet muharebede Kara Han kimin attığı bilinmeyen bir ok ile vuruldu. Oğuz babasının tahtına çıktı.

Oğuz hükümdar olduktan sonra dinî muharebelerine başladı. Birer birer büyük Türk budunlarını kendi dinine idhâl etti. Bu muharebelerin tafsilatı, “Câmi’ü-t Tevârîh”te yazılıdır.

Oğuz Han’ın “Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han” namlarında altı oğlu oldu. Bunlardan “Oğuz İli”nin altı “oğuş”u vücuda geldi. İlki üç şehzadeden doğan oğuşlara “Boz Ok”, son üç şehzadeden doğan oğuşlara “Üç Ok” denildi. Birinciler “Oğuz İli”nin “Sağ Kol”unu teşkil etti. Menkabe bu taksimatın sebebini şu suretle anlatıyor. Bir gün Oğuz Han büyük oğulları Gün, Ay, Yıldız Hanları gün doğusu tarafına, küçük oğulları Gök, Dağ, Deniz Hanları gün batısı tarafına gönderdi. Bunlar birçok avla beraber buldukları şeyleri de getirdiler. Büyük kardeşler bir altın “yay”, küçük kardeşler ise üç altın “ok” bulmuşlardır. “Oğuz Han” altın yayı üçe taksim ederek, her birini büyük şehzadelerden birine verdi: “Size Boz Ok denilecek. Oğuz İli’nin Sağ Kol’unu teşkil edeceksiniz. Ok, yaya tabi olduğu için hükümdarlık sizin soyunuzda kalacak; küçük kardeşlerinizin soyları vezir ve emir olarak size “tabi olacaklardır.” dedi. Üç altın oku da küçük şehzadelere vererek ve “Siz de Oğuz İli’nin Sol Kol’unu teşkil edeceksiniz! Ve büyük kardeşlerinize tabi olacaksınız!” dedi. Sonra her şehzadenin dörder oğlu dünyaya gelmekle, her oğuş dörder boya ayrılmış ve Oğuz İli, yirmi dört boyu muhtevî olmuştur. Bu teşkilatın mahiyetini ileride göreceğiz.

Oğuz Han, Oğuz İli’ni tanzim ettikten sonra bunları altı müttefik buduna iltihak etti. Bunlar “Uygur, Karluk, Kanglı, Kıpçak, Kalaç, Ağaç Eri” budunları idi. Demek ki Oğuz ilinin altı oğuşu ile altı da ulusu vardı.

“Oğuz Menkabesi” Uygurca bir metinde başka bir şekilde anlatılıyordu. Radloff’tan naklen Köprülüzade Fuad Bey’in “Türk Edebiyatı Tarihi”nde şu suretle icmal edilmiştir:

“Oğuz doğduğu zaman yüzü mavi, ağzı ateş gibi kırmızı, gözü, saçı ve kaşları siyah bir dünya güzeliydi. Annesinin memesinden ilk sütü emdikten sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi, lakırdı etmeye başladı.

Kırk günde büyüdü, dolaşıp oynuyordu. Oğuz’un ayakları öküze, vücudu kurda, göğsü ayıya benzerdi. Böğürleri kıllı idi. At sürüsü güder, beygire binerek izinsiz avlanırdı. Günler geceler geçti. Delikanlı oldu. O sırada bu memlekette büyük bir orman vardı. İçinde dereler, ırmaklar akardı. Hayvanlar, kuşlar çoktu. Bu ormanda büyük bir canavar vardı, beygirleri parçalayıp yer, insanları yutardı. Kahraman Oğuz, bunu öldürmeye karar verdi. Bir gün mızrak, ok, yay, kılıç, kalkan ile beygire atlayarak ava gitti. Bir geyik yakaladı. Bu geyiği bir av kırbacıyla ağaca bağlayarak çekildi gitti. Sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu almıştı. Bunun üzerine bir ayı yakaladı, altın işlemeli kemeriyle bir ağaca bağlayarak çekildi gitti. Sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu da almıştı. Oğuz ağacın altına yerleşti. Canavar tekrar gelince başı ile Oğuz’un kalkanına çarptı. Oğuz, mızrağı ile onun kafasına vurarak öldürdü. Kılıcı ile de kafasını kesti, çekildi, gitti. Tekrar geldiği zaman bir akbabanın onun barsaklarını yemek için geldiğini gördü. Onu da öldürdü.

Oğuz bir gün Tanrı’ya ibadet ediyordu. Birdenbire ortalık karardı. Gökten mavi bir ışık düştü, güneşten ve aydan parlaktı. Oğuz ona karşı gitti. Bu ışığın ortasında, tek başına bir kız oturuyordu. Çok güzeldi, başında Kutup Yıldızı gibi yanan parlak bir işaret vardı. O kadar güzeldi ki gülünce mavi gök de gülüyor, ağlayınca mavi gök de ağlıyordu. Oğuz onu görünce aklı başından gitti. Sevdi, aldı. Günler, geceler geçti. Oğuz’un bu kızdan üç oğlu oldu, ‘Gün, Ay, Yıldız’ isimlerini verdiler. Oğuz, bir gün ava gitmişti. Uzaktan bir gölün ortasında bir ağaç kapısında yalnız bir kız gördü. O kadar güzeldi ki görenler bayılır, süt veya kımız olup akardı. Oğuz, onu görünce aklı başından gitti, sevdi, aldı. Günler, geceler geçti; Oğuz’un bu kızdan üç oğlu oldu. ‘Gök, Dağ, Deniz’ adını verdiler. Oğuz Han bir şölen (yani umumi bir ziyafet) yaptı. Şölenden sonra tiginlere ve halka emretti. Ve dedi ki: ‘Ben artık sizin hakanınızım, siz bana hizmet edeceksiniz.’ Sonra dört tarafa emirler vererek hakanlardan itaat diledi. ‘Bana tabi olanlara hediyeler verip onları dost bileceğim. Olmayanları düşman bileceğim.’ dedi.

O vakitler sağ tarafta ‘Altun Kaan’ vardı. Oğuz’a hediyeler, altınlar, gümüşler, akik ve zümrütler gönderdi. Sol’da ‘Urum Kaan’ vardı. Birçok ordulara, şehirlere malikti. Bu kaan, Oğuz’un fermanını dinlemedi. O vakit Oğuz ordusunu hazırladı. Sancağını çekti, atına bindi. Kırk gün sonra ‘Buz Dağ’ eteklerine geldi. Bir sabah Oğuz’un yurduna gün ışığına benzer bir ışık girdi. İçinde boz tüylü, boz yeleli erkek ‘Kurt’ göründü ve Oğuz’a yol göstermek istediğini söyledi. Ondan sonra kurdun arkası sıra gittiler. Nihayet kurt, ‘İdil Müren’ kenarında durdu. Oğuz’un askeri de durdu. Orada, siyah bir adada cenge giriştiler. Nehrin suyu, kan damarı gibi kıpkırmızı oldu. Nihayet ‘Urum Kaan’ kaçtı. Memleketi, hazinesi, halkı Oğuz’a kaldı. Onun ‘Urus Bey’ adlı bir kardeşi vardı. Urus Bey, oğluna dağ tepesinde Tering Müren, ‘Derin Irmak’ arasında müstahkem bir şehir ısmarlamıştı. Oğuz o şehre doğru yürüdü. Urus Bey oğlu haber gönderdi: ‘Bizim saadetimiz senin de saadetindir. Tanrı bu toprağı sana bağışlamış, ben sana başımı verir, saadetimi feda ederim’ dedi. Bundan onun adı da ‘Saklab’ oldu. Tekrar ordusu ile İdil’i geçti. Orada bir büyük hakan yaşıyordu. Oğuz onun da ardına düştü: ‘İdil Suyu’ndan akacağım.’ dedi. Orda ‘Uluğ Ordu Bey’ isminde bir tigin vardı. Orası çok ağaçlık bir memleket olduğundan onlardan kesti. Ağaçların üzerine binerek nehri geçti. Oğuz, gülerek dedi ki: ‘Sen de benim gibi bir hakan ol, ana Kıpçak densin.’ Tekrar yoluna devam etti. Bu aralık boz tüylü, boz yeleli kurt tekrar göründü: ‘Ordu ile yürüyerek tiginleri, halkı buraya getir, ben önden size yol göstereceğim.’ dedi. Yürüdüler. Oğuz Han, vadide bir aygıra bindi, onu pek seviyordu. Fakat at çölde gözden kayboluverdi. Burada yüksek bir dağ vardı. Tepesi daima karlı olduğundan ‘Buz Dağ’ derlerdi. Oğuz, atının kaçmasına çok kederlendi. Orduda büyük kahraman bir tigin vardı. Yüksek dağa tırmandı. Dokuz gün sonra Oğuz’a atını getirip verdi. Her tarafı kar ile bembeyaz olduğundan Oğuz ona birçok hediyelerle beraber ‘Karluk’ adını verdi. Ve birçok irinlerin üzerine Han yaptı. Tekrar yola düzüldüler. Yolda bir büyük ev gördü. Damı altından pencereleri halis gümüşten ve demirdendi. Kapısının anahtarı yoktu. Orduda, ‘Tumur Dukagul’ adlı akıllı bir adam vardı. Oğuz ona: ‘Burada kal, aç, sonra orduya gel.’ dedi. Ve ‘Kalaç’ adını verdi. Tekrar yola düzüldüler. Yine bir gün boz saçlı, boz yeleli kurt birdenbire durdu. Ordu da ona uydu. Burası ekilir bir ova idi. ‘Çürçit’ derlerdi. Burada büyük kavim yaşardı. Birçok beygirleri, sığırları, inekleri vardı. Birçok altın ve gümüşlere, elmaslara maliktiler. Bunlar, Oğuz’a karşı çıktılar. Ok ve kılıçla şiddetli bir cenk oldu. Oğuz galip geldi, Çürçit Hanı’nın başını kesti. Ahalisini itaata aldı. Burada birçok mallar ele geçti. Lakin yük hayvanları, katır, öküz pek azdı. Oğuz’un ordusunda, ‘Barmaklak Çözdüm Bilig’ adlı akıllı bir adam vardı. Hemen bir kağnı yaptı, malları oraya doldurdu. Hayvanları da koştu. Herkes onun gibi arabalar yapıp eşyasını yüklemeye başladı. Oğuz Han bunu görüp güldü ve ona ‘Kanglı (Kağnılı)’ adını verdi. Tekrar yürüdüler. Boz saçlı, boz yeleli kurt önde idi. ‘Tangut’ ve ‘Şakım’ memleketine geldiler. Birçok cenklerden sonra Oğuz, oraları da ele aldı. Gayet gizli bir köşede çok zengin, çok sıcak bir memleket vardı. Adına ‘Baçak’ derlerdi. Burada birçok vahşi hayvanlar, av kuşları yaşardı. Ahalinin yüzü siyahtı, hakanı ‘Mazar’ adlı birisi idi. Oğuz, onu da yendi, kaçırdı, memleketini zapt etti. Oradan atına binerek memlekine, yurduna döndü.

Oğuz Han tarafında beyaz sakallı, koyu saçlı, pek akıllı bir ihtiyar vardı. Pek anlayışlı, pek iyi düşünür bir adam idi. Bir bakıcı olan bu adamın ismi ‘Uluğ Türk’ idi. Bir gün rüyasında Altın Yay ve Üç Gümüş Ok gördü. Bu Altın Yay doğudan batıya kadar uzanıyor ve bu Üç Ok gece tarafına uçuyordu. Uyanınca bunları Oğuz’a bildirdi ve bir nasihat etti. Oğuz onun nasihatini tutarak ertesi sabah büyük kardeşleri, küçükleri çağırdı. Dedi ki: ‘Artık ihtiyarladım. Benim için artık hükümdarlık kalmadı. Gün, Ay, Yıldız, siz güneşin doğduğu tarafa; Gök, Dağ, Deniz, siz de gece tarafına gidiniz!’ Çocuklar bu emri yaptılar. Gün, Ay Yıldız çok hayvanlar ve kuşlar öldürdükten sonra ‘Altın bir yay’ buldular ve babalarına getirdiler. Oğuz, yayı üçe ayırdı: ‘En büyük kardeşler, yay sizin olsun, yay gibi oku göğe fırlatınız!’ dedi. Öbür üçü birçok hayvanlar ve kuşlar öldürdükten sonra çölde bir Gümüş Ok buldular ve babalarına getirdiler. Oğuz oku üçe ayırdı: ‘Ey küçük kardeşler, ok sizin olsun. Yay oku atar. Siz de ok gibisiniz.’ dedi. Bunun üzerine büyük bir kurultay topladı. Herkesi çağırdı. Obasının sağına kırk kulak uzunluğunda bir sırık dikti, tepesine bir altın tavuk ve tavuğun ayağına beyaz bir koyun, bağladı. Sol tarafına, kırk kulaç uzunluğunda bir sırık dikti. Tepesine bir gümüş tavuk ve tavuğun ayağına bir siyah koyun bağladı. Sağ tarafta Boz Oklar oturuyordu. Sol tarafta Üç Oklar oturuyordu. Böylece kırk gün, kırk gece eğlendiler. Bundan sonra Oğuz, yurdunu oğulları arasında taksim etti: ‘Ey oğullarım, çok yaşadım, mızrakla çok cenk ettim, çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım, dostları güldürdüm. Gök Tanrı’ya her şeyi feda ettim, size de yurdumu veriyorum’ dedi.”

Dede Korkut Kitabı’nın birinci Oğuznamesi’nin mevzuunu teşkil eden “Boğaç Han” da “Oğuz Han” olmak melhuzdur. Boğaç “boğa” kelimesinden müştaktır. Boğaç on beş yaşına gelinceye kadar adsızdı. Bu yaşta, dövüş için hazırlanmış bir boğayı mağlup ederek öldürdükten sonra Boğaç ismini aldı. Babasının kırk yiğidi Boğaç’ı kıskandıkları için “İzinsiz ava çıkıyor.” diye aleyhinde iftirada bulundular. Babası onu öldürmek için bir sürgün avı tertip etti. Avda oğlunu ok ile yaraladı. Halk kitapları arasında “Şah İsmail” isminde bir kitap vardır ki bunun kahramanı “Oğuz Han”dan başka bir kimse değildir. Şah İsmail de on beş yaşına kadar adsız kalıyor. Ona da babası düşman oluyor. O da Oğuz Han gibi üç kız ile evleniyor. Bu dört misalin mukayesesinden, Oğuz Han menkabesinin müşterek bir şekli çıkarılabilir.

Şane Menkabesi: Şane Türkleri “Cucuvan Tatarları”nın hâkimiyetinden kurtaran kahramandır. Şane, Moğolcada kudret manasınadır. Börteçine = Şane (Boz kurt) demektir. Türkleri Ergenekon’dan yani millî felaketten kurtaran, bu Şane adlı kahramandır. Hakaniyye Devleti’nin müessisi olan Karluk Hanları İslamiyet devrinde bile Şane’nin evladı olmakla iftihar ediyordu.

Kendilerini Şane’ye nisbet eden, yalnız Göktürkler değildi. Oğuzlar ve Çingiz zamanında Moğollar da kendilerini Şane evladı addediyorlardı. Zaten Moğollar halis Oğuz olduklarını iddia ediyorlardı. “Ergenekon” menkabesi yanlış olarak Göktürklere nispet edilmiştir. Sâmiü’tlevârih ve diğer menbalar Ergenekon’u Oğuzlara isnat ediyor. Mamafih Ergenekon Oğuzlarda, Göktürklerde, Karluklarda müşterektir. Çünkü hepsinin anane ve menkabesinde “Kurt halaskârlığı” vardır. Bundan başka, Cucuvanlara karşı ilk isyan edenler “Huey-hu”lar yahut Talaslar yani Oğuzlarla Dokuz Oğuzlardır (Deguignes). Türk istiklali bunların isyanı ile başlar. Göktürkler sonradan Cucuvan boyunduruğundan kurtulmuşlardır.

Huey-huIarda Kurt Menkabesi: “Hiung-nu” hüküm-darlarından birinin gayet güzel iki kızı vardı. Bir gün kendi kendine bu kadar güzel kızları, Âdemoğullarına vermek münasip olup olmayacağını düşündü ve nihayet onları doğrudan doğruya Tanrı’ya takdime karar verdi. Bu maksatla kendi imparatorluğunun hududu üzerinde, hâli bir mahal intihap ederek, çok yüksek bir kule yaptırdı. Ve Tanrı’dan kızlarını kendisine zevce olarak almasını niyaz ve istirham ederek onları götürüp kuleye bıraktı. Nihayet kulenin önünde ihtiyar bir kurt gözüktü. Kulenin dibine yapışarak gece ve gündüz ulumaya başladı, hatta orada kendisine bir in yaparak üç ay hiç kımıldamadan orada kaldı. Kızlardan biri, hemşiresine dedi ki: “Babamız bizi Tanrı’ya takdim için burada bıraktı. Sakın bu kurt Tanrı tarafından gelmiş olmasın?” Ve hemen kuleden inerek yanına gitti, onun zevcesi oldu. Çocuklar doğurdu ve Huey-hular, onun neslinden türedi.[47 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. f, s. 69 (Z.G.)]

Huey-huların bu menkabesi, bu kavmin kendisini Kurt neslinden addettiğini gösterir. Sancaklarının başında Kurtbaşı bulunması da bunu müeyyiddir.[48 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. m, s. 69 (Z.G.)] Gerek bunlar ve gerek Talaşlar, Kanglılar, Oğuzlar ve Göktürkler seslerinin kurt sesini andırdığını iddia ederler, kurt sesi çıkarmaya çalışırlar.

Ergenekon Menkabesi: Moğollara yani Oğuz soyuna “İlhan” padişah olmuştu. Tatarların hanı da “Sevinci Han”dı. Moğollar, o taraftaki bütün kavimlerden daha kalabalık oldukları için hepsini ayrı ayrı ezerlerdi. Moğollardan çok darbe yiyen Sevinç Han, Kırgız Han’ı ve sair illeri kandırdı, hep birden Moğollar aleyhine ayaklandılar. Nihayet hile ile onlara galebe eylediler. Moğollar hep bir arada yaşadıkları için düşmanları onları ortadan kaldırdılar. Yalnız İlhan’ın “Kıyan” isminde bir oğlu vardı. O sene evlenmiş idi. Bir de “Tokuz” adlı bir yeğeni vardı. Bunlar zevceleri ile beraber düşmanların ellerinden kaçıp bir memlekete geldiler. Orada at, davar, deve mebzuldu.

Bunlar bu malları sürerek bir sarp dağ içinde kar yığılı bir yola uğradılar. Bu yol çok tehlikeli idi, fakat oradan geçtiler. Yalnız tek yolu olan bu dağın içerisi geniş ve güzeldi. Akarsular ve çeşmeler, türlü sebzeler, yemişler, av hayvanları vardı. Hayvanların kışın etini, yazın sütünü yiyip içtiler. Derisini giydiler. Dağların karı eridi. Oraya “Ergenekon” dediler. Bu iki adamdan çok nesil üredi. Dört yüz yıl burada kalıp çoğaldılar. Nihayet buraya sığamayacaklarını anlayarak çıkmaya karar verdiler. Fakat yol bulunmuyordu. Bir demirci dedi ki: “Burada demirden bir dağ var, onu eritelim.” Hemen dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp yetmişlere koydular. Birikip körüklediler. Derhâl, yüklü deve çıkabilecek kadar yol oldu. Çıktılar ve Tatarlardan intikam aldılar. Bu esnada hükümdarları “Börteçine = Bozkurt” idi.[49 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi ,C. I, s. 67 (Z.G.).]

Tukyuların Menkabesi: Tukyuların, yani Göktürklerin menkabesi iki şekilde Çin tarihlerine geçmiştir:

1) Hiung-nularla aynı cinsten olan Tukyular Hiung-nu memleketinin şimalindeki “So” krallığından çıkmışlardır. Reisleri “Kapan Pu”nun on altı kardeşi vardır ki; bunlardan birisinin anası bir kurttu. Kurttan doğmuş olan “Y-ush-Nii Chouoctions”, rüzgârlara ve yağmurlara hükmediyordu. Düşmanları diğer kardeşlerini mahvettikleri zaman bu, tabi-atiyle o felaketten kurtuldu. Bunun iki zevcesi vardı, biri Yaz Tanrısı’nın diğeri Kış Tanrısı’nın kızı idi. Bunlardan da ikişer oğlu olmuştu. Kendi kavmi bu çocukların en büyüğü olan “Natüliu”yu hükümdar yaptılar; o zaman “Tukyu” adını aldı. Bunun on zevcesi olduğu için çocuklarından her biri analarının adını almışlardı. “Kurt = Assenae” bu isimlerden biri idi ve bu ismi ilk taşıyan hükümdar “A-hien-che” idi.

2) Tukyular iptida garp denizinin “Si-hai” veya Hazar Denizi’nin garp kenarlarında oturuyorlardı. Komşu bir kavim bunları kamilen mahvetti. Yalnız bir delikanlı kaldı ki onu öldürmeye cesaret edemeyerek ellerini ayaklarını kesip büyük bir bataklığa bıraktılar. Burada bir dişi kurt ona baktı, yiyecek getirdi, hayatını kurtardı. Bu esnada kurt, bundan gebe kaldı. Komşu kavmin hükümdarı gibi bunu öldürmek için bir asker tayin etti. Askeri gittiği zaman, kurdu delikanlının yanında gördü. Kurt bu aralık bir mâbudun yardımına mazhar olmuş gibi, delikanlıyı oradan alarak denizin şark tarafına geçirdi ve bir dağın üstüne indi. Bu dağ “Kao Cang” memleketinin şimali garbîsinde idi. Dağın eteğinde bir mağara vardı. Kurt oraya girdi. Orada yeşilliklerle mâlâmâl, iki yüz “Li”; vüsatinde bir saha buldu. Orada on oğlan doğurdu ki bunlardan biri aile ismi olarak “Asena = Şane” namını aldı. Diğer kardeşlerinin en zekisi olduğu cihetle, biraz sonra hükümdar oldu ve neslini unutmadığını göstermek için çadırının kapısı önüne, üzerinde bir kurt kafası bulunan bir bayrak dikti. Nihayet birçok nesillerden sonra “A-hien-che” bunlara hükümdar oldu ve kavmini oradan çıkararak “Cücen”lerin tâbiyyetine girdi.