banner banner banner
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Oliver Twist`in Maceraları


“Bir damlacık canım.” dedi Mrs. Mann ikna edici bir şekilde.

“Neyiniz var?” diye sordu kilise mübaşiri.

“Sağ olsunlar, çocuklar ara sıra rahatsızlanır da, zerrin suyuna katarım ben de, bundan dolayı bulundurmak zorunda kalıyorum. Ondan vereceğim size Mr. Bumble.” diyerek köşede duran bir büfeyi açtı, bir şişeyle bir bardak çıkardı. “Sadece cin Mr. Bumble, sizi sakın hayal kırıklığına uğratmayayım.”

“Çocuklara zerrin suyu veriyorsunuz demek Mrs. Mann?” dedi mayi karıştırma ameliyesini gözleriyle izleyerek.

“Sağ olsunlar, ne yapayım, zavallıcıklar!” dedi dadı hanım. “Gözlerimin önünde eziyet çekmelerine tahammül edemiyorum, malumunuz olduğu gibi…”

“Elbette.” dedi Mr. Bumble, tasvip ederek. “Elbette edemezsiniz. İnsaniyetli bir kadınsınız Mrs. Mann.” Bu sırada kadın bardağı yere koydu. “İlk fırsatta bunu meclise aksettireceğim, Mrs. Mann.” Mr. Bumble bardağı kendine doğru çekti. “Analık duygularınız kabarıyor, Mrs. Mann.” Mr. Bumble cinle suyu karıştırdı. “Haydi sıhhatinize, Mrs. Mann.” deyip yarısını yuvarladı.

“Şimdi işimize gelelim.” dedi kilise mübaşiri, cebinden meşin bir cüzdan çıkararak. “Oliver Twist diye yarım yamalak vaftiz edilen çocuk, bugün dokuz yaşına basıyor.”

“Sağ olsun!” diye sözünü kesti, Mrs. Mann, sol gözünü önlüğünün ucuyla kurcalayarak.

“Vadedilen on liralık mükâfata rağmen, ki bu sonradan yirmiye de çıkarıldı ve kilise üyelerinin, en muazzam ve hatta en olağanüstü didinmelerine rağmen…” dedi Mr. Bumble. “Babasının kim olduğunu ya da anasının nerede oturduğunu, adını sanını, durumunu bir türlü keşfedemedik.”

Mrs. Mann, hayretle ellerini kaldırdı; ama kısa bir an düşündükten sonra ilave etti:

“Peki, o hâlde nasıl oluyor da adı var?”

Kilise mübaşiri böbürlenerek “Ben uydurdum.” dedi.

“Siz ha, Mr. Bumble!”

“Ben ya, Mrs. Mann, sevgili mahluklarımıza alfabe sırasına göre ad buluruz. En sonuncusuna, “S” ile başlayan Swubble adını koymuştum. Bunda da sıra “T”ye gelmişti, ben de ona Twist adını verdim. Ondan sonra gelecek olan Unwin, ondan sonraki de Vilkins olacak. Alfabenin sonuna kadar hazır adlar var elimde. Z’ye gelince yine baştan başlarım.”

“Ne kadar da edebî bir şahsiyetsiniz.” dedi Mrs. Mann.

“Ya, ya!” dedi kilise mübaşiri, iltifatın pek hoşuna gittiği belliydi. “Olabilir. Edebî bir şahsiyetimdir belki de Mrs. Mann.” Cini bitirip devam etti:

“Oliver’ın burada kalması için yaşı geçtiğinden meclis yoksullarevine dönmesine karar verdi, alıp götürmek için bizzat geldim. Hemen göreyim.”

“Şimdi gidip getiririm.” dedi Mrs. Mann. Sözünü yerine getirmek için de odadan çıktı. Oliver’ın, o ana kadar geçen zaman içinde, ellerindeki ve yüzündeki tabakalaşmış kirin üst tabakasının bir yıkanışta giderilebileceği kadarı kazınmıştı, sonunda iyi kalpli hamisi tarafından odaya getirildi.

“Beye eğilerek selam ver!” dedi, Mrs. Mann.

Oliver eğilerek selamladı. Bu selam sandalyede oturan kilise mübaşiriyle, masanın üstündeki üç köşe şapkasının ortasına doğru alınmıştı.

“Benimle birlikte gelir misin Oliver?” dedi Mr. Bumble, oturaklı bir sesle.

Oliver, kim olursa olsun, onunla birlikte gitmeye hazır olduğunu söyleyecekti ama yukarı doğru bakınca Mrs. Mann gözüne ilişti, kilise mübaşirinin sandalyesinin arkasına geçmiş, dehşet içinde ona yumruk sallıyordu. Oliver hemen manasını anladı bunun; çünkü yumruk, hafızasından çok, vücudunda bırakmıştı izini.

“O da gelecek mi?” diye sordu zavallı Oliver’cık.

“Hayır, o gelemez.” diye cevap verdi Mr. Bumble. “Ama gelir, ara sıra, görür seni.”

Çocuk için büyük bir teselli değildi bu. Küçük olmasına rağmen yine de gitmekle sanki birazcık üzülüyormuş gibi davranmasını beceriyordu. Çocuğa zor gelmiyordu gözlerine yaş getirmek. Açlık ve daha dünkü kötü muamele, yardıma geliyordu ağlamasını kolaylaştırmak için; işte Oliver da bayağı ağlıyordu. Mrs. Mann öpücüklere boğdu onu. Oliver, yoksullarevine gittiğinde aç görünmesin diye, üstelik bir de yağ sürülmüş ekmek tutuşturdu eline. Elinde ekmek dilimi, başında küçük kahverengi bezden kepi, Oliver, Mr. Bumble’ın refakatinde, ilk yıllarının karanlığını aydınlatacak bir tek güzel yüz ve bakış görmediği bu sefil yuvadan çıktı gitti. Bir şey var ki, kapı arkasından kapandığında, yine bir burkuldu içi, arkasında bıraktığı sefalet içindeki küçük arkadaşları gibi, kendini de zavallı buluyordu. Tanımış olduğu biricik dostlarıydı onlar; böylece ilk defa, bu büyük, uçsuz bucaksız dünyadaki yalnızlığı içine çöktü.

Mr. Bumble, uzun adımlarla yürüyordu; küçük Oliver, altın yaldızlı şeridi olan kollarına yapışmış, her çeyrek kilometrede “Geldik mi acaba?” diye soruyordu. Bu sorulara Mr. Bumble, kısa kısa, üstünkörü cevaplar veriyordu. Cinin bazı gönüllerde yarattığı tatlılıktan eser kalmamıştı; şimdi yeniden bir kilise mübaşiri olup çıkmıştı.

Oliver, yoksullarevinin içinde bulunalı bir çeyrek olmuş olmamıştı ki, bu arada, bir ikinci ekmek dilimini de hemen hemen bütün bütün silip süpürmüştü ki, kendisini yaşlı bir kadına emanet eden Mr. Bumble, dönüp geldi ve o akşamın, meclisin toplantı akşamı olduğunu bildirerek, Oliver’ın huzura çıkmasını emir buyurdu.

Meclis denen şeyin, yenir yutulur bir şey olup olmadığını bilmeyen Oliver, şaşkın şaşkın bakıyor, ağlasın mı gülsün mü bilemiyordu. Mamafih düşünecek zaman bırakılmadı kendisine; çünkü Mr. Bumble, kendine gelsin diye Oliver’ın başına şöyle bir dokundu; biraz canlansın diye de kıçına vurdu; sonra da arkasından gelmesini emretti; sekiz on kadar beyin bir masanın çevresinde oturduğu, badanalanmış büyük bir salona götürdü Oliver’ı. Masanın başında, ötekilerden daha yüksekçe bir koltuğa kurulmuş, yusyuvarlak, kıpkırmızı suratlı, tostoparlak bir bey oturuyordu.

“Meclise selam.” dedi Mr. Bumble. Oliver, gözlerinde kalmış birkaç yaş damlasını silerek ve meclis denen şeyin -masadan başka bir şey görmediği için- masa olduğunu görerek, masaya doğru eğildi.

“Adın ne bakalım, küçük?” dedi yüksek koltukta oturan bey.

Oliver, bu kadar çok beyi bir arada görünce tir tir titredi, kilise mübaşiriyse Oliver’ın kıçına bir kere daha vurunca o da ağlamaya başladı. Bu iki sebepten dolayı, Oliver alçak ve titrek bir sesle cevap vermek zorunda kaldı; bunun üzerine, beyaz yelekli bir bey, Oliver’a “Aptalın biri.” dedi. Çocuğu teşvik ve teskin etmek için bundan daha iyi çare olamazdı.

“Küçük!” dedi yüksek koltuktaki bey. “Dinle beni. Öksüz ve yetim olduğunu biliyorsun herhâlde, öyle değil mi?”

“Efendim?” dedi Oliver’cık.

“Valla, aptal bu! Oysa ben…” dedi beyaz yelekli bey.

“Susun!” dedi ilk konuşan bey. “Anan baban olmadığını, seni kilisenin yetiştirdiğini biliyorsun ya?”

“Biliyorum.” diye cevap verdi Oliver, acı acı ağlayarak.

“Ne diye ağlıyorsun?” diye sordu beyaz yelekli bey. “Ağlanacak da ne vardı yani?”

“İnşallah her gece dua etmeyi ihmal etmiyorsundur?” dedi boğuk sesli başka bir bey. “Tam bir Hristiyan gibi, sana bakan, seni besleyen kimseler için duanı eksik etmiyorsundur?”

“Etmiyorum efendim.” diye kekeledi çocuk. En son konuşan bey, haklıydı; ama haberi yoktu haklı olduğundan. Oliver, kendini besleyen ve kendine bakan kimseler için dua etmiş olsaydı tam bir Hristiyan gibi hareket etmiş olurdu, hem de harika bir Hristiyan olurdu. Ama dua etmiyordu, kimse öğretmemişti ki.

“Bak şimdi, buraya tahsil ve terbiye görmeye, bir baltaya sap olmaya geldin.” dedi yüksek koltuktaki kırmızı yüzlü bey.

“Yarın sabah, saat altıda kıtık toplamaya başlayacaksın.” diye ilave etti asık yüzlü, beyaz yelekli bey.

Kıtık toplamak gibi bir tek ameliyede toplanan bu iyilikler için Oliver, kilise mübaşirinin emriyle eğilerek selam verdi, sonra acele acele büyük bir koğuşa sürüklendi: Orada, sert, kaba bir şilte üstünde, hıçkıra hıçkıra uykuya daldı. İngiltere’nin nazik kanunlarının ne asil bir örneği! Yoksulları uyumaya bırakmak: Zavallı Oliver’cık! Çevresindeki her şeyden habersiz uyurken meclisin, o gün bütün geleceğine azami derecede madden tesir etmek için karar aldığını bilmiyordu. Ama karar alınmıştı. O da şuydu:

Bu meclisin üyeleri pek hakim, derin, felsefi adamlardı; dikkatlerini yoksullarevine çevirdiklerinde herkesin öyle kolay kolay keşfedemeyeceği şeyi hemen buluvermişlerdi; zavallı halk seviyordu bu evi: Yoksul sınıflar için bir amme eğlence yeriydi burası, bedava bir handı; bütün yıl boyunca amme menfaatine kahvaltı, öğle yemeği, çay ve akşam yemeği veriliyordu; içinde iş miş yapılmayan, bol bol oyun oynanan, tuğla ve harçtan yapılmış bir cennet. “Ya!” dedi meclis, hakimane bir tavırla. “Biz bu durumu düzeltecek kişileriz; çok geçmeden son veririz bu işe.” Böylece şu kaideyi koydular, bütün yoksullar için iki şık tanınıyordu; -çünkü bu beyler, herkese bir seçme hakkı tanırlardı- ya yoksullarevinde yavaş yavaş açlıktan ölmek ya da evden çıkıp dışarıda çabucak açlıktan ölüp gitmek. Bunu göz önünde tutarak, su işleriyle, bol su versinler diye, mukavele yaptılar; zahire fabrikatörünün biriyle de muntazam fasılalarla, az miktarda yulaf yemeği temin etmesi için anlaştılar; her gün üç öğün pirinç lapası, haftada iki kere adam başına birer baş soğan, pazar günleri de yüz dirhem ekmek çıkarıyorlardı. Hanımlar konusunda daha nice hakimane ve insaniyetli kaideler koydular, bunları tekrarlamaya lüzum yok; Doctors Commons Mahkemesinde açılan dava pek masraflı olduğundan, yoksul evlileri boşatmak lütfunda bulunmayı üzerlerine aldılar ve bir erkeği, ailesini geçindirmeye zorlayacağına, -o zamana dek öyle yaparlardı- ailesini elinden alıp bekâr yapıp çıkıyorlardı: Yoksullarevinde çalışmak olmasaydı, bu rahata kavuşmak için, toplumun bütün sınıflarından kim bilir kaç kişi müracaat ederdi; ama meclis, sivri kafalı beylerden müteşekkildi, böylece buna da çare buldular. Bu rahatlığın yanında, yoksullarevinde pirinç lapası da vardı; bu da halkı korkutuyordu.

Oliver, buradan çıktıktan sonra, altı ay kadar bu sistem tam faaliyette devam etti. İlkin masraflı oldu bu iş, cenaze levazımatçısının hesap pusulası yükseldi ve bir iki hafta kadar süren lapa rejiminden sonra, zayıf, çelimsiz vücutları üstünde dökülen elbiseleri daraltmak gerekti. Bu arada yoksullarevinin sakinleri de azalıyordu, meclis de zevkten bitiyordu.

Çocukların beslendiği yer, büyükçe, taş bir salondu, bir ucunda bakır bir kazan dururdu: Önünde önlük, aşçıbaşı, bu bakır kazandan ihtiyar iki kadının yardımıyla, yemek zamanlarında lapa kepçelerdi. Bu şölende her çocuk, bir tas lapa alırdı -sadece bir tas- muazzam amme eğlenceleri olduğu vakit değişirdi bu, o zamanlar birer yüz dirhemlik ekmek de verirlerdi. Taslar yıkanmazdı. Çocuklar pırıl pırıl oluncaya dek tası kaşıklarıyla parlatırlardı; bu ameliyeyi tamamladıktan sonra (Uzun sürmezdi bu, kaşıklar hemen hemen tas büyüklüğündeydi.) oturdukları yerde, bakır kazana bakarlardı; öyle aç gözlerle bakarlardı ki, kazanı çiğ çiğ yiyecekmiş gibi sanki; bu arada durmadan parmaklarını emerler, yerlerde kazara dökülmüş lapa var mı diye bakarlardı. Oğlan çocuklarının iştahları ekseri yerindedir. Oliver Twist ile arkadaşları, bu yavaş yavaş açlıktan ölme işkencesine, üç ay tahammül edebildiler; sonunda, öyle bir gözleri döndü ki açlıktan, böyle şeylere alışmamış ve yaşına göre boyu biraz fazla uzun olan oğlanlardan biri, -babasının bir aşçı dükkânı varmış- bir tas lapa daha yemediği takdirde, gecenin birinde yanındaki çocuğu yiyebileceğini meşum bir tavırla anlattı, yanında yatan da zayıf, ufak tefek bir oğlandı. Gözleri dönmüştü, bütün dediklerine inandılar. Bir meclis toplandı, o akşam gidip da aşçıbaşından kimin bir tas daha isteyeceği üstünde bir karara varmak için kura çekildi: Oliver’a düştü.

Akşam oldu; çocuklar yerlerini aldılar. Aşçıbaşı, kıyafetiyle bakır kazanın önünde durdu, yardımcılar sıra hâlinde arkasında bekliyorlardı, lapa dağıtıldı, kısa bir dua okundu. Lapa ortadan kalktı, oğlanlar aralarında fısıldaşıp Oliver’a göz kırptılar, birbirlerini de dirsekleriyle dürttüler. Küçük olmasına rağmen, açlıktan ne yapacağını bilemiyor; açlık, gözünü pekleştiriyordu. Masadan kalktı, elinde tasla kaşık, aşçıbaşına doğru ilerleyerek -kendi cesaretine kendi de şaşmıştı- “Lütfen efendim, biraz daha.” dedi.

Aşçıbaşı, şişman ve sıhhati yerinde bir adam olmasına rağmen, sararıverdi. Küçük asiye, şaşkın şaşkın bakakaldı birkaç saniye, derken, düşmeyeyim diye kazana dayandı. Arkasındaki yardımcılar, hayret içinde, oğlanlarsa korkuyla bakıyorlardı.

“Ne!” diyebildi aşçıbaşı zayıf bir sesle.

“Lütfen efendim.” diye cevap verdi Oliver. “Lütfen biraz daha verir misiniz?”

Aşçıbaşı kepçeyi Oliver’ın başına indirdi, derken kollarını çevresine sıkı sıkı dolayarak kilise mübaşirini çağırmaya başladı avaz avaz.