Книга Oliver Twist`in Maceraları - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Oliver Twist`in Maceraları

“Hay Allah!” dedi cenazeci, Mr. Bumble’ın resmî esvabının kenarı yaldızlı yakasından tutarak. “Ben de size ondan bahsedecektim. Hay Allah! Ne güzel düğme bu böyle, Mr. Bumble! İlk defa görüyorum.”

“Evet, fena değil galiba.” dedi mübaşir, esvabını güzelleştiren koca koca sarı düğmelere gururla bakarak. “Üstündeki resim, idare heyetinin mühründeki resmin aynıdır; yaralıya, hastaya koşan iyi kalpli Samarite’nin resmi. Meclis, onu bana yılbaşı sabahı takdim etti, Mr. Sowerberry. Hatırlıyorum, ilkin, onu kapının önünde ölen müflis tüccarın tahkikatı yapıldığı gün giymiştim.”

“Hatırlıyorum.” dedi cenazeci. “Jüri azaları, soğuğa maruz kaldığı ve yaşamayı gerekli kılan şundan bundan mahrum olduğu için öldü demişlerdi. Değil mi?”

Mr. Bumble başını salladı.

“Ve zannedersem hüküm, muhakemenin hususi bir kararına bağlanmıştı! Demişlerdi ki, eğer yoksullar müfettişi vaktinde…”

“Aman ne saçma şeyler!” diye sözünü kesti mübaşir. “Meclis cahil jüri azalarının mülahazalarına kulak verecek olsaydı, az başı ağrımazdı hani.”

“Pek doğru.” dedi cenazeci. “Çok ağrırdı.”

“Jüri azaları!” dedi Mr. Bumble, kızdığı zamanki gibi bastonunu sıkı sıkı kavrayarak. “Jüri azaları, adi, alçak, serserilerdir.”

“Öyledirler.” dedi cenazeci.

“Ne felsefeden ne de iktisat ilminden anlarlar.” dedi mübaşir, istihzayla parmağını şaklatarak.

“Öyle.” dedi cenazeci.

“Onlardan nefret ediyorum!” dedi mübaşir, yüzü kıpkırmızı olmuştu.

“Ben de.” dedi cenazeci.

“Onun için tarafsız bir jürinin bizde kalmasını isterdim bir iki hafta.” dedi mübaşir. “İdare heyetinin ne büyük bir felsefe, ne doğru bir sistemle hareket ettiğini görürse başka türlü düşünür.” Öfkesi gittikçe kabaran mübaşiri yatıştırmak için, “Neyse bırakın onları siz canım.” dedi Sowerberry.

Mr. Bumble şapkasını çıkardı, astarının içinden bir mendil alarak, gazabının meydana getirdiği teri alnından sildi; şapkasını yeniden taktı ve cenazeciye dönerek daha sakin bir sesle konuştu:

“Neyse… Çocuk hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Ha!” dedi cenazeci. “Biliyorsunuz, epey yoksul vergisi ödüyorum.”

“Hımmm.” dedi Mr. Bumble. “Eeee?”

“Bu bakımdan…” dedi cenazeci. “Yoksullara bu kadar para verdiğime göre, onlardan da aynı miktarda menfaat temin etmeye hakkım var sanıyorum; çocuğu ben alacağım galiba.”

Mr. Bumble cenazecinin kolundan tutarak binaya soktu. Mr. Sowerberry meclisle beş dakika kadar halvet oldu. “Tecrübeye tabi tutmak üzere” Oliver Twist’in o akşam onunla birlikte gönderilmesine karar verildi. “Tecrübe devresi” şu demekti: Yoksullarevi birini çıraklığa verdiğinde kısa bir deneme devresinden sonra, ustası, içine fazla yiyecek tıkmadan yeter derecede çocuktan iş çıkartabildiği takdirde, birkaç yıl müddetle alır, istediğini yapar demekti.

Oliver’cık o akşam beylerin önüne getirildiğinde, o gece her işe koşmak üzere bir tabutçu çırağı olacağı ve durumundan şikâyet edip de bir daha yoksullarevine dönecek olursa boğulmak veya başına bir şey yiyerek kafası parçalanmak üzere, denize gönderileceği bildirildiğinde, Oliver o kadar az bir tepki gösterdi ki, makam oy birliğiyle kaşarlanmış bir küçük yaramaz olduğunu ilan edip Mr. Bumble’a, ortadan kaldırılması için emredildi.

Oysa Oliver, hiç de hissiz değildi, tersine fazla hassastı, gördüğü fena muamele de neredeyse ömrü boyunca aptal ve sarsak olmaya mahkûm etmek üzereydi onu.

Gideceği yönün haberini hiç ses çıkarmadan dinledi; eline bavulu verildi -taşınması pek kolaydı, hepsi on beş santim uzunluğunda on santim kalınlığında bir paketti bu- kasketini gözlerine indirdi; yeniden Mr. Bumble’ın eteğine yapışıp bu yüksek rütbeli memur tarafından işkence sahnesine götürüldü.

Bir süre, Mr. Bumble bir şey söylemeden Oliver’ı sürükleyip götürdü; kilise mübaşiri başını dimdik tutuyordu, tam bir mübaşire yakışır bir şekilde rüzgârlı bir gün olduğu için de küçük Oliver, Mr. Bumble’ın pelerininin savrulan etekleri içinde kayboluyordu; Mr. Bumble, önü açılan pelerininin yeleğini ve pantolonunu açığa çıkardığına memnundu. Varacakları yere yaklaştıklarında mamafih çocuk yeni efendisi tarafından tetkik edildiğinde kusursuz görünmesi için Mr. Bumble gözlerini aşağı çevirdi; bunu tam bir hami havasıyla yaptı.

“Oliver!” dedi, Mr. Bumble.

“Buyurun efendim?” dedi Oliver, alçak ve titrek bir sesle.

“Şu kasketini gözlerinden kaldır hele, kaldır da başını dik tut.”

Oliver istenileni yapmasına ve boş duran eliyle gözlerini silmiş olmasına rağmen, hamisine bakarken yine de yaş vardı gözlerinde. Mr. Bumble, çatık kaşla baktığında yaş damlası yanağından aşağı yuvarlandı, derken bir yaş daha, bir daha. Çocuk bir gayret göstermek istedi ama işe yaramadı. Öteki elini de Mr. Bumble’ın elinden çekerek iki elini yüzüne kapadı, yaşlar çenesinden ve kemikleşmiş parmaklarından dışarı fışkırıncaya kadar ağladı.

“Demek öyle ha!” diye bağırdı Mr. Bumble, durup küçük yüküne kötü kötü bakarak. “Ömrümde gördüğüm en nankör, en edepsiz çocuksun sen Oliver, en…”

“Ne olur yapmayın efendim!” diye hıçkırıyordu Oliver, meşhur bastonu tutan eline sarılarak. “Yapmayın, ne olur yapmayın! Susacağım, valla billa. Küçücük bir çocuğum ben, üstelik…”

“Üstelik?.. Ha, söyle!” dedi Mr. Bumble hayretle.

“Öyle yalnızım ki, yapayalnız.” Ağlıyordu yine. “Herkes benden nefret ediyor. Ne olur, ne olur kızmayın bana efendim.” Çocuk kalbinin üstüne vuruyor, yol arkadaşına bakan yaşlı gözlerinden acı fışkırıyordu.

Mr. Bumble, Oliver’ın bu acıklı ve biçare manzarasına hayret içinde baktı bir süre, boğuk boğuk birkaç kere “Hım…” dedi. “Kahrolasıca öksürük!” hakkında bir şeyler mırıldandıktan sonra, Oliver’a, gözlerini silip susmasını söyledi. Elini yeniden tuttu, sessizce yürümeye devam ettiler.

Kepenklerini henüz kapamış olan cenaze levazımatçısı, Mr.

Bumble içeri girdiğinde kör bir kandil ışığı altında yevmiye defterine bir şeyler geçiriyordu.

“Vay!” dedi cenazeci, gözlerini defterden kaldırıp, sözünün arkasını getirmeden biraz duraklayarak. “Siz misiniz Mr. Bumble?”

“Ta kendisi!” diye cevap verdi kilise mübaşiri. “Çocuk işte, getirdim size.” Oliver eğilerek selam verdi.

“Demek çocuk bu.” dedi cenazeci; Oliver’ı dahi iyi görebilmek için kandili başının üstüne doğru tutarak.

“Mrs. Sowerberry, bir dakikacık buraya gelebilir misin sevgilim?”

Mrs. Sowerberry, dükkânın arkasındaki küçük bir odadan çıkıp kısa boylu, ufak tefek, kara kuru, suyu çekilmiş, hırçın bir kadın manzarası arz etti.

“Sevgilim…” dedi Mr. Sowerberry, hürmetkârane. “Yoksullarevinden gelecek olan çocuk işte burada.” Oliver eğilerek yeniden selam verdi.

“Aman ya Rabb’im!” dedi cenazecinin karısı. “Ne de ufak şey böyle bu!”

“Yalan değil, biraz ufakça.” dedi Mr. Bumble, sanki büyük olmaması çocuğun kabahatiymiş gibi Oliver’ın yüzüne bakarak. “Küçük olmasına küçük ama büyür Mrs. Sowerberry, büyür.”

“Büyür, büyür.” diye cevap verdi hanımefendi huysuz bir edayla. “Bizim yiyeceğimizi, içeceğimizi sömürerek büyür tabii. Yoksullarevinden çocuk almanın iktisadi tarafını anlamıyorum bir türlü; çünkü onları tutmak için değerlerinden fazla sarf etmek gerekiyor. Yine de erkekler, hep kendilerinin doğru düşündüğünü sanırlar. Haydi aşağı, küçük kemik torbası seni.” Cenazecinin karısı, bu sözlerle birlikte, Oliver’ı, bir kapı açıp, dik bir merdivenden aşağı, karanlık, ıslak, taş bir mahzene doğru itti; buraya mutfak diyorlardı ama aslında kömürlüğün giriş yeriydi; içeride, topukları aşınmış ayakkabılı, yamanacak tarafı kalmamış olan mavi yün çoraplı, pasaklı bir kız oturuyordu.

“Hey Charlotte, baksana!” dedi, Oliver’ın arkasından aşağı inen Mrs. Sowerberry. “Şu çocuğa Trip için ayrılan soğuk et parçalarından birazını veriver. Trip sabahtan beri eve uğramadı, yemese de olur, inşallah çocuk onları yemeyecek kadar müşkülpesent değildir. Ne dersin çocuk?”

Et lafı üzerine gözleri parıldayan ve yutmak için içi tir tir titreyen iştah içindeki Oliver, müşkülpesent olmadığını söyledi; bunun üzerine bir tabak dolusu yemek artığı kondu önüne.

Yediği, içtiği, yağlı özlü şeylerin, vücudunda safra hâline geldiği, kanı donmuş, kalbi taşlaşmış bir filozof, keşke orada bulunsaydı da köpeğin bile yemeye tenezzül etmediği bu yemek artıklarına Oliver Twist’in sarılışını görseydi bir. Oliver’ın, et parçalarını açlığın verdiği o büyük vahşetle parçalarken, korkunç açgözlülüğünü görseydi bir. Bunlardan daha da çok istediğim bir şey var; feylesofun bu çeşit bir yemeği aynı iştahla yediğini görmek.

“Tamam.” dedi cenazeci, Oliver akşam yemeğini bitirdiğinde. Bütün bu zaman, sessiz sessiz, dehşet içinde müstakbel iştahını düşünerek Oliver’ın yemek yiyişini seyretmişti. “Bitti mi?”

Çevresinde herhangi yiyecek bir şey olmadığı için Oliver, müspet cevap verdi bu suale.

“Şimdi benimle gel.” dedi Mrs. Sowerberry. Kör bir kandil alarak merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı. “Yatağın, peykenin altında. Herhâlde tabutların arasında yatmaktan tedirgin olmazsınız öyle değil mi? Olsan da başka yatacak yerim yok ya. Hadi bakalım, bütün gece burada kalacak değilim seninle.” Oliver daha fazla oyalanmadı, kös kös yeni efendisinin ardından gitti.

BÖLÜM 5

OLİVER YENİ ŞERİKLERLE TANIŞIYOR. İLK DEFA OLARAK CENAZE MERASİMİNE GİDİYOR, EFENDİSİNİN İŞİ HAKKINDA PEK LEHTE OLMAYAN BİR BİLGİ EDİNİYOR

Oliver, cenazecinin dükkânında yalnız başına kalınca kandili bir tezgâhın üstüne koyup kendinden büyük birçok kimselerin pek iyi anlayacağı dehşet ve korku içinde ürkek ürkek bakındı. Dükkânın ortasında duran siyah ayaklar üstündeki bitmemiş bir tabut, öyle meşum ve ölümü andırır görünüyordu ki, gözleri kasvetli nesne tarafına seyrettiğinde soğuk bir ürperti duydu; korkunç bir şeklin, ağır ağır içinden başını kaldıracağını ve kendini korkudan deli edeceğini bekliyordu. Duvara dayalı, sıra sıra düzgün olarak aynı biçimde kesilmiş, uzun uzun karaağaç keresteleri vardı; kör ışıkta, elleri pantolonunun cebinde, yüksek omuzlu hayaletleri andırıyorlardı. Tabut üstüne konan levhalar, tahta parçaları, parlak başlı çiviler, siyah kumaş parçaları yerde sürünüyordu; arkadaki duvarda, kocaman bir kapı önünde, nöbet bekleyen, dik yakalı, cenaze başında ağlamak için parayla tutulan, iki kişi vardı; uzakta, dört tane siyah, güçlü kuvvetli at, bir cenaze arabası çekiyordu; canlı bir resimdi. Dükkân kapalı ve sıcaktı. İçerisi tabut kokusuyla doluydu, ot yatağın tıkılmış olduğu peykenin altındaki kuytu yer, mezara benziyordu.

Sadece bu kasvetli duygular değildi Oliver’ı altüst eden. Garip bir yerde yapayalnızdı; en cesurumuzun bile böyle durumlarda nasıl bazen ürperdiğini ve kendini yapayalnız hissettiğini hepimiz biliriz. Ne sevdiği bir dostu vardı çocuğun ne de onu seven biri. Ne esef edeceği birinden ayrı düşmüştü ne de unutamayacağı bir yüz vardı kalbini burkan. Ama yine de buruktu kalbi; dar yatağına sürünerek girdiğinde yatak keşke tabut olsaydı diye düşünüyordu, başı üstünde hafif hafif dalgalanan otlar, uykusunda ninni söyleyen, eski, uzun uzun çalan çan sesi, kilise avlusunda sakin ve ebedî uykusuna yatmış olsaydı.

Oliver, sabahleyin dükkân kapısının tekmelenmesiyle uyandı. Bu tekmeler, elbisesini giyinceye kadar, öfke ve şiddetle yirmi beş kere tekrarlandı. Zinciri açarken tekme kesildi, bir ses duyuldu:

“Kapıyı açsana ulan!” diye bağırdı, kapıyı tekmeleyen bacağa ait ses.

“Şimdi açıyorum efendim.” diye cevap verdi Oliver, zinciri açıp anahtarı çevirerek.

“Yeni çocuk sensin herhâlde, öyle mi?” dedi ses anahtar deliğinden.

“Evet efendim.” diye cevap verdi Oliver.

“Kaç yaşındasın sen bakayım?” diye sordu ses.

“On efendim.” dedi Oliver.

“O hâlde girince dayak atayım sana.” dedi ses. “Görürsün sen, yoksullarevi kardeşim benim, görürsün!” Bu mültefit vaatte bulunduktan sonra, aynı ses ıslık çalmaya başladı.

Bu sözlerin manasını öyle iyi biliyordu ki Oliver, bu ameliyeye pek sık maruz kaldığından, sesin sahibi her kim olursa olsun, sözünü bütün namusuyla yerine getireceğinden zerre kadar şüphesi yoktu. Titrek ellerle sürgüyü çekip kapıyı açtı.

Bir iki saniye sokağın yukarısına doğru baktı, sonra aşağısına doğru baktı, derken yolun üstüne baktı. Anahtar deliğinden kendisine hitap eden meçhul kimsenin ısınmak için birkaç adım uzaklaşmış olacağı zehabına kapıldı; bir kilometre taşı üstüne oturmuş, elinde bir dilim tereyağı sürülmüş ekmek, iştahlı iştahlı yiyen, meccani mektep talebesi bir oğlandan başka kimse yoktu. Ekmek dilimini çakıyla ağzı büyüklüğünde lokmalara ayırıyor, büyük bir hünerle yutuyordu.

“Affedersiniz.” dedi Oliver sonunda, başka bir ziyaretçi zuhur etmediği için. “Siz miydiniz vuran?”

“Bendim tekmeleyen.” diye cevap verdi meccani mektep talebesi.

“Tabut mu istiyordunuz?” diye sordu Oliver saf saf.

Bu sözler üzerine meccani mektep talebesi dehşet ve vahşet içinde baktı, Oliver’ın, mafevkleriyle böyle şakalar yaptığı takdirde, kendisinin tabuta ihtiyacı olacağını söyledi.

“Benim kim olduğumu biliyor musun yoksullarevi çocuğu?” dedi meccani mektep talebesi sözüne devam ederek, tehditkâr bir tavırla taşın üstünden inip.

“Hayır efendim.” dedi Oliver.

“Ben, Mr. Noah Claypole’um…” dedi meccani mektep talebesi. “Ve sen benim emrim altındasın. Kaldır şu kepenkleri bakalım miskin seni!” Bu sözlerle birlikte, Oliver’a bir tekme yapıştırıp büyük bir vakarla dükkâna girdi. Koca kafalı, kuş gözlü, kütük gibi hantal görünüşlü bir delikanlı için durum ne olursa olsun, vakarlı görünmek kolay değildir; ama bütün bunlara bir kırmızı burun ve çil gibi cazibesini arttıran özellikler ilave ederseniz bu daha da zor olur.

Oliver kepenkleri kaldırdı, evin yanındaki küçük bir bahçeye, gündüzün durduğu yere birinci kepengi götürürken ağırlığı altında sendeleyerek bir de cam kırdı; bu ameliyeye Noah da yardım etmek lütfunu esirgemeyip “Güzel bir papara yersin!” der gibi tesellide bulunarak, yardım etmeye tenezzül etti. Mr. Sowerberry çok geçmeden geldi. Hemen ardından da Mrs. Sowerberry. Oliver, Noah’nın müjdelediği paparayı yedikten sonra, kahvaltı etmek üzere delikanlı beyin ardından aşağı indi.

“Noah, yaklaş şöyle ocağa.” dedi Charlotte. “Efendinin kahvaltısından âlâ bir domuz salamı parçası sakladım. Oliver, Mr. Noah’nın ardından kapıyı kapayıver de ekmek tenekesi üstüne koyduğum et parçalarını al. İşte senin çayın; al götür onu şu sandığa, orada iç, çabuk ol ama, dükkâna bakacaksın, anlıyor musun?”

“Anladın mı yoksullarevi çocuğu?” dedi Noah Claypole.

“İlahi Noah!” dedi Charlotte. “Ne tuhaf mahluksun kuzum sen! Çocuğu rahat bıraksana.”

“Rahat mı bırakayım?” dedi Noah. “Herkes yeterince rahat bırakıyor zaten. Ne babası var karışacak ne anası, bütün akrabaları bırakmış onu kendi hâline. Öyle değil mi Charlotte? Hi, hi, hi.”

“Amma da antikasın be!” dedi Charlotte, Noah’nın da katıldığı bir kahkaha tufanı içinde boğuldu; derken ikisi de odanın en soğuk köşesindeki sandığın üstüne oturmuş, titreyen ve kendi için özel olarak ayrılmış olan yemek artıklarını yiyen Oliver Twist’e alaylı alaylı baktılar.

Noah, bir yoksullarevi yetimi değildi, o bir meccani mektep talebesiydi. Âdem ile Havva değildi anası babası, soyu sopu belliydi, yakında bir yerde oturuyorlardı; annesi bir çamaşırcıydı, babasıysa ayyaş, askerin biri, tahta bacağı yüzünden askerden çıkarılmıştı, gündelik de bir iki kuruş maaş bağlamışlardı. Komşu dükkânlarda çalışan çocuklar, uzun zaman kendisiyle “sadaka çocuğu” diye alay etmişlerdi, alçakça sıfatlarla tavsif etmeye kalkışmışlardı onu; Noah ise bütün bunlara ses çıkarmadan tahammül etmişti. Ama talih şimdi zavallı bir yetim çıkarmıştı karşısına, öyle ki en aşağılık biri bile alay edebilirdi onunla, bu yüzden, acısını zevkle ondan çıkarıyordu. Bu düşünmeye değer bir konu. İnsan tabiatının ne kadar güzel olduğunu gösteriyor, aynı güzel huyların en yüksek bir lortta olabileceği gibi bir meccani mektep talebesinde de olabileceğini gösteriyor bu.

Oliver cenazeciye gireli üç hafta, bir ay kadar bir zaman olmuştu. Mr. ve Mrs. Sowerberry -dükkân kapanmıştı- arkadaki küçük odada akşam yemeği yiyorlardı, Mr. Sowerberry hürmetkârane birkaç bakıştan sonra “Sevgilim…” dedi. Daha bir şeyler söyleyecekti ama Mrs. Sowerberry ters ters bakınca sözünü kısa kesti.

“Eee?” dedi Mrs. Sowerberry sert bir tavırla.

“Hiç sevgilim, bir şey yok.” dedi Mr. Sowerberry.

“Kaba herif, sen de!” dedi Mrs. Sowerberry.

Mr. Sowerberry tevazuyla “Beni dinlemek istemezsin belki dedim de. Şey, demek istiyordum…”

“Bana ne söylüyorsun?” dedi Mrs. Sowerberry. “Ben neyim ki, bana sorma lütfen. Sırlarına girmek istemiyorum.” Mrs. Sowerberry bu söz üzerine isterik bir kahkaha attı; bu müthiş bir geleceği müjdeliyordu.

“Ama sevgilim…” dedi Mr. Sowerberry, “senin fikrini sormak istiyordum.”

“Benim fikrimi filan sorma!” diye cevap verdi Mrs. Sowerberry bir poz takınarak. “Git başkasına akıl danış!” Mr. Sowerberry’yi ürküten bir isterik kahkaha daha attı. Bu pek sık görülen ve tavsiye edilen bir muameledir evliler arasında, pek tesirli olur. Bunun üzerine, Mr. Sowerberry, Mrs. Sowerberry’nin duymaya teşne olduğu şeyi söyleyebilmesi için niyaza başladı. Üç çeyrek saatlik bir çekişme sonunda bu izin büyük bir lütufla bahşedildi.

“Sadece küçük Oliver Twist’ten bahsedecektim, o kadar.” dedi Mr. Sowerberry. “Pek güzel bu çocuk, sevgilim.”

“İster istemez. Görmüyor musun ne güzel besleniyor.” dedi.

“Yüzünde bir hüzün ifadesi var sevgilim.” diye sözüne devam etti Mr. Sowerberry. “Pek ilgi çekici bir ifade. Çok güzel matemcilik yapar.”

Mrs. Sowerberry, bir hayret ifadesiyle başını kaldırıp baktı. Mr. Sowerberry bunun farkına vardı, hanımefendisinin müşahedede bulunmasına bırakmadan devam etti:

“Büyük ölüler için, demek istemiyorum sevgilim; sadece çocuklar için. Küçük bir ölü için, bir küçüğün ağlayarak matem tutması, ölçüye pek uygun gelir, sevgilim. Emin ol ki bu fikir fena değil.”

Cenaze alanında pek zevki olan Mrs. Sowerberry, bu fikrin yeniliği karşısında şaşkına dönmüştü ama bu durumda bunu açıktan açığa söylemesi vakarını bozacağından sadece böyle tabii bir fikrin o zamana kadar nasıl olup da kocasının aklına gelmediğini haşince sordu. Mr. Sowerberry, haklı olarak, bunu, teklifine karşı gösterilen rıza olarak tefsir etti; bu yüzden, Oliver’ın bu mesleğin esrarına vâkıf olması için hemen işe başlamasına çabucak karar verildi; böylece efendisinden gelecek sefer hizmet talep edildiğinde onunla birlikte gidecekti.

Bu fırsat gelmekte gecikmedi. Ertesi sabah, kahvaltıdan yarım saat sonra, Mr. Bumble dükkâna geldi; bastonunu peykeye dayayıp cebinden büyük, meşin cüzdanını çıkardı; içinden küçük bir kâğıt parçası alıp Mr. Sowerberry’ye verdi.

“Hımm.” dedi cenazeci, iştahla kâğıda bir göz atarak. “Bir tabut siparişi, öyle mi?”

“İlkin bir tabut, sonra da bir cenaze merasimi.” dedi Mr. Bumble, meşin cüzdanını kayışına bağlayarak. Cüzdanı da kendi gibi pek tombuldu.

“Bayton.” dedi cenazeci, kâğıt parçasından başını kaldırıp, Mr. Bumble’a bakarak. “Hiç işitmedim bu ismi.”

Bumble başını sallayarak cevap verdi:

“İnatçı kimseler, Mr. Sowerberry, pek inatçı. Üstelik de kibirli maalesef.”

“Kibirli ha!” diye bağırdı Mr. Sowerberry istihzayla. “Yok canım. Ee, pes.”

“Aman sormayın, iğrenç bir şey.” dedi mübaşir. “Ahlak kaidelerinden öyle uzak ki, Mr. Sowerberry!”

“Ya, öyle!” dedi cenazeci.

“Bu ailenin varlığından ancak evvelsi gece haberdar olduk.” dedi mübaşir. “Aynı evde oturan bir kadın kötü durumda olan bir kadına bakılsın diye kurula müracaat ederek bir mahalle doktoru gönderilmesini istemeseydi, haberimiz olmayacaktı da. Doktor öğle yemeğine çıkmışmış ama çırağı -çok becerikli bir oğlan- hemencecik bir boya şişesi içine, bir ilaç koyup göndermiş.”

“Ne de çabuk!” dedi cenazeci.

“Sormayın.” dedi mübaşir. “Peki bu asilerin nankörce davranışlarına ne buyurulur? Koca olacak adam, tutmuş ilacın karısının derdine deva olmayacağını söylemiş, kadın da almamış ilacı; ‘Almadı.’ diyor, düşünün bir beyim! İyi, kuvvetli, şifalı bir ilaç, daha geçenlerde iki İrlandalı çiftçiyle, bir kömür hamalında büyük başarı elde edilmişti, daha geçen hafta -boya şişesi içinde bedava gönderilen bir ilaç- ‘İlacı almayacak!” diye haber gönderiyor, düşünün bir!”

Bu vahşet, Mr. Bumble’ın zihninde bütün kuvvetiyle belirdiğinde bastonuyla peykeye vurdu ve öfkeden kıpkırmızı oldu.

“Doğrusu…” dedi cenazeci, “Ömrümde…”

“Ben de!” diye bağırdı mübaşir. “Kimse görmemiştir böylesini ama artık öldü, gömmemiz gerekiyor şimdi; talimat da burada, ne kadar çabuk halledersek o kadar iyi.”

Bu sözlerle Mr. Bumble, o heyecanın verdiği ateş içinde ilkin şapkasını ters giydi, sonra da dükkândan fırlayıp çıktı.

“Pek kızgın, Oliver; seni sormayı bile unuttu!” dedi Mr. Sowerberry, yoldan aşağı uygun adımlarla giden mübaşirin arkasından bakarak.

“Öyle efendim.” dedi Oliver; bu müzakere esnasında görünmemeye dikkat etmişti; Mr. Bumble’ın sesini duyması yetmişti onu baştan aşağı titretmeye. Mamafih Mr. Bumble’ın bakışından kaçmasa da olurdu; beyaz yelekli beyin kehanetinin üstünde derin iz bırakmış olduğu bu memur, cenazecinin Oliver’ı tecrübe devresine almış olduğundan ve adamın yedi yıl müddetle Oliver’ı kabul etmesi kesinleşinceye kadar çocuğun yoksullarevine dönme tehlikesi kanunca ve bilfiil bertaraf edilinceye dek Oliver’dan söz etmemeyi tercih etmişti.

“Pekâlâ.” dedi Mr. Sowerberry şapkasını alarak. “İş ne kadar çabuk yapılırsa o kadar iyi. Noah dükkâna sahip ol. Oliver, şapkanı al, benimle gel.”

Oliver itaat etti ve mesleki vazifesini ifa etmek üzere efendisinin arkasından gitti. Şehrin kesif nüfuslu kısımlarından bir süre yürüdüler, derken o zamana kadar geçmiş oldukları sokaklardan daha pis ve sefil dar bir sokağa girdiler, söz konusu olan evi bulmak için bakınmaya başladılar. Evler iki tarafta da yüksek ve büyüktü ama hepsi de kağşamıştı, en yoksul sınıf buralarda otururdu. Kolları kavuşuk iki büklüm vücutlar, ara sıra peydah olan sefil manzaralı tek tük erkek ve kadın ayrıca delil teşkil etmeseydi bile bu evlerin ihmal edilmiş oldukları belliydi. Bu evler dizisinin çoğunun cephelerinde dükkânlar vardı ama kapalıydı bu dükkânlar, baştan başa küf kaplıydı; sadece üst katlarda oturuluyordu. Eskilikten ve çürümeden dolayı tehlike arz eden bazı evler, sokağa çökmesin diye, bir uçları sokağa sıkı sıkı dikilmiş, duvarlar boyunca yükselen, koca koca kalaslarla desteklenmişti. Ama bu harap inler bile, evsiz barksız birkaç serserinin gecelediği yerler olmuştu; kapı ve pencere yerini kaplayan, kaba kerestelerin çoğu, yerlerinden sökülmüş, bir insan vücudunun geçeceği kadar delik açılmıştı. Bu inin içerisi leş gibiydi. Orada burada çürümüş ve tefessüh etmiş farelerin bile temsil ettiği açlık korkunç bir manzara arz ediyordu.

Oliver’la efendisinin önünde durduğu açık kapıda ne tokmak vardı ne zil; böylece cenazeci karanlık koridordan el yordamıyla dikkatle geçerek, Oliver’ın korkmadan arkasından gelmesini söyleyerek, merdivenin ilk kısmını çıktı. Sahanlıkta karşısına çıkan kapıya vurdu.

Kapı, on üç on dört yaşlarında bir kız tarafından açıldı. Cenazeci, söz konusu olan evin o olduğunu gösteren şeyi derhâl gördü. İçeri girdi, arkasından da Oliver.

Odada ateş yoktu; boş sobanın başında duran erkek, durmadan inip kalkıyordu olduğu yerde. Bir de yaşlı kadın vardı, soğuk sobanın başına alçak bir sandalye çekmiş, onun yanında oturuyordu. Bir başka köşede paçavralar içinde birkaç çocuk vardı; kapının karşısındaki, küçük kuytu köşede, yerde, eski püskü bir battaniyeyle örtülü bir şey yatıyordu. Oliver oraya doğru baktığında korkuyla titredi, ister istemez efendisine sokuldu; üstünün örtülü olmasına rağmen, çocuk onun ceset olduğunu fark etmişti.

Erkeğin yüzü ipince, sopsoluktu, saçı sakalı kurşuniydi, gözleri kan çanağı gibiydi. İhtiyar kadının yüzü buruş buruştu; kala kala iki dişi kalmıştı ağzında, onlar da alt dudağından dışarı fırlamıştı; gözleri pırıl pırıl yanıyor, bakışları değdiği yeri deliyordu. Oliver, kadına da erkeğe de bakmaktan korkuyordu. Dışarıda görmüş olduğu farelere öyle benziyorlardı ki.

Cenazeci kuytu köşeye doğru ilerlemeye başlayınca, erkek “Kimse yaklaşamaz ona!” diye bağırdı vahşice atılıp. “Çekil oradan! Allah belanı versin senin, çekil yoksa karışmam!”

“Saçmalamayın dostum.” dedi cenazeci, sefaletin her türlüsüne iyiden iyiye alışıktı. “Saçmalamayın.”

“Beni dinle!” dedi adam, ellerini kenetleyerek öfkeyle ayağını yere vurup. “Toprağa gömdürmem onu. Rahat edemez orada; kurtlar rahat vermez, yiyecek demiyorum, çünkü yenecek yeri kalmadı zaten, eriyip gitti.”

Cenazeci bu hezeyana karşı bir cevap vermek lütfunda bulunmadı; cebinden bir şerit çıkarıp cesedin yanına çöküverdi.

“Ah!” dedi adam hıçkırarak, ölü kadının ayak ucunda diz çöktü. “Çökün, diz çökün, hepiniz çökün çevresinde, hepiniz. Anlıyor musunuz? Açlıktan öldü zavallı. Ateşleninceye kadar durumunun kötülüğünü anlayamadım; derken kemikleri derisinin altından görünmeye başladı. Ne ateş vardı ne mum, karanlıkta öldü, karanlıkta! Çocuklarının yüzlerini bile görmeden, sadece nefes nefese adlarını söyledi, o kadar. Sokaklarda onun için dileniyordum, tutup beni hapse attılar. Döndüğümde ölmek üzereydi; kalbindeki bütün kanı kurudu, onu açlıktan öldürdüler. Bunu gören Tanrı’nın huzurunda yemin ederim ki, açlıktan öldü!” Elleriyle saçlarını hapazlayarak, avazı çıktığı kadar çığlık ata ata yerde kıvranmaya başladı. Gözleri sabit bakıyordu, dudakları köpük içindeydi.