banner banner banner
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Oliver Twist`in Maceraları


Nihayet bir sabah, Oliver ne zamandan beri arzu ettiği müsaadeyi koparabildi. İki üç gündür markası çıkarılacak mendil kalmamıştı, akşam yemekleri de pek sudan geçiyordu, ihtiyar beyin muvafakatini göstermesine sebep herhâlde bu olacaktı. Ama sebep ne olursa olsun, Oliver’a gidebileceğini söyledi ve Charley Bates ile arkadaşı Düzenbaz’ın müşterek himayesine emanet etti.

Üç çocuk dışarı fırladılar, Düzenbaz’ın paltosunun kolları her zamanki gibi sıvanmış ve şapkası da başında yampiri takılmıştı. Bates Efendi, elleri cebinde sallana sallana yürüyordu; aralarında Oliver, nereyi gittiklerini ve ilkin imalatın hangi kolunda çalışacağını merak ediyordu.

Öyle tembel tembel, sallana sallana yürüyorlardı ki Oliver çok geçmeden arkadaşlarının işe mişe gitmeyip ihtiyar beyi aldatacaklarını sanmaya başladı. Düzenbaz’ın bir de kötü âdeti vardı, küçük çocukların başlarından şapkalarını alıyor, gelişigüzel fırlatıp atıyordu. Charley Bates ise mülkiyet hakları konusunda pek bilgisizce davranıyor, pazarların sergi yerlerinden türlü elma ve soğan aşırarak ceplerine dolduruyordu, cepleri öyle büyüktü ki içindekiler elbisesini her bir yönden berhava edecekmiş gibi görünüyordu. Bu işler öyle kötü geliyordu ki ona, Oliver, neredeyse münasip bir şekilde, geri dönmek arzusunu izhar edecekti: Düzenbaz’ın davranışlarının birden değişmesi Oliver’ın bu düşüncelerini bambaşka bir yola soktu. Garip bir ifade bozukluğu neticesi, şimdi bile “yeşil” denen Clarkenwell’daki geniş meydana yakın, dar bir avluya tam çıkmak üzereydiler ki, Düzenbaz birden durdu. Ve parmağını dudağına götürerek büyük bir dikkat ve tedbirle arkadaşlarını geri çekti.

‘Ne oldu?” dedi Oliver.

“Suss!” dedi Düzenbaz.

“Kitapçının önündeki şu moruğu görüyor musun?”

“Şu yolun karşısındaki ihtiyar beyi mi?” dedi Oliver. “Evet, görüyorum.”

“Bir yoklayalım.” dedi Düzenbaz.

“Çantada keklik.” dedi Charley Bates Efendi.

Oliver şaşkınlık içinde arkadaşlarının birinden diğerine bakıyordu. Ama soru sormaya müsaade yoktu. İki çocuk sinsi sinsi yolun karşısına geçtiler ve Oliver’ın gözünden ayırmadığı ihtiyar beyin arkasına seğirttiler. Oliver arkadaşlarının birkaç adım gerisinde duruyordu; “Dursam mı çekilsem mi?” diye durgun bir şaşkınlık içinde aval aval bakınıyordu.

İhtiyar bey pek muhterem bir zata benziyordu, başı perukalı olup altın gözlüğü vardı. Siyah kadife yakalı, camgöbeği yeşili bir ceket vardı sırtında, pantolonu beyazdı. Kolunun altında da şık bir bambudan baston vardı. Sergiden bir kitap almış, sanki kendi çalışma odasındaki rahat koltuğundaymış gibi pürdikkat okuyordu. Kendini çalışma odasında sandığına şüphe yoktu. Öylesine dalmıştı ki ne kitabı aldığı rafı ne sokağı ne de çocukları görüyordu. Kısacası, kitaptan başka bir şeye baktığı yoktu. Sayfanın birinin dibine vardığında, öteki sayfanın başına geçiyor ve büyük bir alaka ve iştahla devam edip gidiyordu.

Oliver birkaç adım geride durmuş, dehşet ve korku içinde gözleri ardına kadar açık, Düzenbaz’ın elini ihtiyar beyin cebine daldırıp bir mendil çektiğini gördü; derken mendili Charley Bates’e verdiğini, sonra son süratle köşeyi dönüp kayboluşlarını seyretti.

O anda mendillerin, saatlerin, mücevherlerin ve Yahudi’nin esrarı çocuğun beynine hücum etti. Bir ara korkudan damarlarındaki kanın sızladığını duydu, ateş içinde yanıyordu sanki; derken ne yapacağını şaşırmış, dehşet içinde koşmaya başladı, gelişigüzel, ayaklarının toprağa basabildiği kadar hızla kaçmaya başladı.

Bütün bunlar bir dakika içinde olmuştu. Oliver tam kaçmaya başladığında, ihtiyar bey, elini cebine götürmüş, mendili bulamayınca birden gerisin geri dönmüştü. Çocuğun bu denli hızla koştuğunu görünce soyguncunun ister istemez o olduğunu düşündü. “Hırsızı tutun!” diye avaz avaz bağırmaya başladı, elinde kitap, arkasından koşmaya koyuldu; bu protesto çığırmasına, başkaları da katıldı, Düzenbaz ile Bates Efendi, halkın nazarıdikkatini çekmemek için sokağın ortasından koşmayıp köşedeki ilk kapının içine sığınmışlardı. Oliver’ı görüp de çığırışları duyar duymaz, durumu anlamışlar, büyük bir telaşla dışarı fırlayıp namuslu hemşehriler gibi “Hırsızı tutun!” diye bağırarak koşmaya başlamışlardı.

Oliver, her ne kadar filozoflar tarafından yetiştirilmişse de nefis müdafaasının tabiatın ilk kanunu olduğuna, nazari bakımdan aşina değildi. Aşina olsaydı, belki böyle bir şeye karşı hazırlıklı olurdu. Hazırlıklı olmadığı için bu durum onu daha fazla korkutmuştu, arkasında bağırıp çağıran ihtiyar beyle iki çocuk, rüzgâr gibi uçup gidiyordu.

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu seste bir büyü var: Tüccar, peykesini bırakıyor; arabacı arabasını; kasap satırını; ekmekçi sepetini; sütçü güğümünü; bakkal çırağı paketlerini; öğrenci bilyelerini; yol kazan amele kazmasını; çocuk raketini; koşuyorlardı alabildiğine, karmakarışık, altüst, hercümerç, alabildiğine koşuyorlar, bağıra bağıra köşeleri dönerken karşılarına çıkanları yıkarak, köpekleri havlata havlata, tavukları şaşırta şaşırta koşuyorlardı; sokaklar, meydanlar, avlular, yankılanıp duruyordu havada.

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu çığırışa yüzlerce ses katılıyordu, her dönemeçte yeni bir kalabalık takılıyor, uçup gidiyorlardı, çamurlara bata çıka, kaldırımları tıkırdata tıkırdata. Pencereler açılıyor, dışarı insanlar koşuşuyor, öndeki kalabalığa karışıyor. Hikâyenin en komik yerindeyken punch’ı bırakmayan kalmıyordu elinden, hızla akan kalabalığa katılarak gürültüyü arttırıyorlar, çığırışları daha bir yükseltiyorlardı: “Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!”

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” İnsanın göğsüne iyiden iyiye kazılı “bir şeyin peşinden koşmak” tutkusu vardır. Yorulmuş bitmiş, soluk soluğa kalmış zavallı bir çocuk… Bakışlarında dehşet, gözlerinde işkence çekiyormuş gibi bir ifade, yüzünden iri iri ter taneleri; arkasından gelenlere yakalanmamak için her bir sinirini geriyordu. Arkasından gelenler, her adım atışta, daha bir yaklaştıkları için çocuğun hızını azaltmasını, bağırarak çığırarak neşe içinde karşılıyorlardı. “Hırsızı tutun! Evet, Allah rızası için tutun!”

Durduruldu nihayet; usturuplu bir yumruk durdurdu onu. Kaldırımların üstündeki kalabalık, merakla çevresini aldı. Her yeni katılan, onu bunu iterek bir kerecik olsun görmek istiyordu Oliver’ı. “Açılın!”, “Hava gelsin biraz!”, “Saçma, bu kadarı da olmaz!”, “Bey nerede?”, “İşte geliyor!”, “Beye yol verin!”, “Çocuk bu mu beyefendi?”, “Evet.”

Oliver, toz, çamur içinde yatıyordu; kanayan ağzıyla, çevresini saran yüz yığınına, vahşi vahşi bakıyordu. O sırada ihtiyar bey, takipçilerin önünden halkın arasına itila kakıla sürüklendi.

“Evet.” dedi bey. “Maalesef o çocuk.”

“Maalesef mi?” diye fısıldadı kalabalık. “Kıyak doğrusu!”

“Zavallı çocuk!” dedi bey. “Yaralanmış.”

“Ben yaraladım efendim.” dedi, iri yarı bir çocuk, ileri atılarak. “Yumruğumu bir kondurdum ağzına! Ben tuttum onu efendim.”

Çocuk sırıtarak şapkasıyla selamlar, gibi yaptı, zahmetleri için bir şeyler bekliyordu ama ihtiyar bey, nefret dolu bir ifadeyle ona bir göz atarak şimdi kendisi konuşmak istiyormuş gibi bir tavır takındı; sıvışabilirdi de, herkes de onun arkasına takılırdı; ama bir polis -ki bu durumlarda en son yetişen odur genel olarak- kalabalığı yararak geldi ve Oliver’ı yakasından yakaladı.

“Gel buraya! Kalk oradan!” dedi polis sert sert.

“Ben değildim efendim, valla billa ben değildim. Öteki iki çocuk yaptı.” dedi Oliver. Ellerine ihtirasla yapışıp çevresine baktı. “Burada bir yerde onlar.”

“Hayır efendim, burada değiller.” Bunu espri için söylüyordu ama yalan da değildi çünkü Düzenbaz ile Charley Bates en uygun avludan sıvışmışlardı.

“Gel hadi, kalk!”

“Bir yerini incitmeyin.” dedi ihtiyar bey merhametle.

“Yok canım, incitir miyim hiç!” dedi polis, bunu ispat etmek için de ceketinin arkasını boydan boya yırttı. “Gel bakalım. Bilirim seni; boşuna uğraşma, kalkacak mısın sen küçük şeytan!”

Ayağa kalkacak hâli olmayan Oliver, ayakta durabilmek için şöyle bir kımıldadı; derken ceketinin yakasından tutulmuş bir vaziyette, sokaklarda hızla sürüklenerek götürülmeye başlandı. Beyefendi kalabalıkla birlikte polisin yanı başında yürüyordu. Şenliğe o bu katıldıkça, biraz önde kalıyor, ikide bir dönüp, Oliver’a bakıyordu. Çocuklar zafer naraları atıyorlardı; yürüyüp gittiler.

BÖLÜM 11

SULH MAHKEMESİ HÂKİMİ Mr. FANG’IN MUAMELESİ ADALETİ YERİNE GETİRME USULÜNÜN KÜÇÜK BİR NUMUNESİNİ GÖSTERİYOR

Suç, adı çıkmış bir şehir karakolunun bölgesinde, hem de burnunun dibinde işlenmişti. Kalabalık sadece iki üç sokak giderek Oliver’a refakat etmek zevkini tatmin etmiş, Mutton Hill dedikleri yere doğru inmişlerdi; derken Oliver, alçak bir kemerli yoldan ve pis bir avludan geçirilerek arka kapıdan bu adalet müsveddesi dispansere götürüldü. Kaldırım taşlı, küçük bir avluydu bu. Yüzünde bir tutam favori sakal, elinde bir tutam anahtar, enine boyuna bir adamla karşılaştılar.

“Yine ne oldu?” dedi adam kaygısızca.

“Küçük bir yankesici.” dedi, Oliver’ı tutmakta olan adam. “Soyulan taraf siz misiniz beyefendi?” diye sordu anahtarlı adam.

“Evet benim.” dedi ihtiyar bey. “Ama mendili alanın bu çocuk olduğunu pek sanmıyorum. Davacı olmak niyetinde değilim.”

“Hâkim Bey’in huzuruna çıkması gerek şimdi beyin.” diye cevap verdi adam. “Hâkim Bey hazretlerinin bir dakikaya kadar işi bitiyor. Hadi bakalım, boynu kopasıca!”

Bu, Oliver’a adamın konuşurken açtığı, kapıdan girmesi için bir davetti, taş bir odaya giriliyordu. Burada üstü başı arandı. Üstünde bir şey bulamadılar, kapıyı kilitleyip gittiler.

Bu oda bir hücre biçiminde ve büyüklüğünde bir yerdi, oldukça karanlıktı. Dayanılmayacak derecede pisti; çünkü pazartesi sabahıydı. Başka yerde hapis olan altı sarhoş, cumartesi gecesinden beri burada kalmıştı. Bu haydi neyse. Şu bizim polis merkezlerinde, erkek ve kadınlar, incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebep yüzünden -bu ifade dikkate değer- zindanlara tıkılır, öyle ki, ölüm hükmü giymiş olan, en korkunç mücrimlerin kapatıldığı, New Gate’tekiler bu zindanların yanında saray gibidir, karşılaştıracak olursanız. Bundan şüphesi olan varsa bir karşılaştırsın ikisini.

Anahtar kilidin içinde tıkırdayınca ihtiyar bey, Oliver kadar korktu. İhtiyar bey, içini çekerek bütün bu gürültünün sebebi olan kitaba baktı.

Düşünceli düşünceli, kitabın kabıyla çenesine vurarak yavaş yavaş uzaklaşırken, “Şu çocuğun yüzünde bir şey var.” diyordu. “Dokunuyor bana, ilgimi çeken bir yanı var. Masum mu acaba? Öyle görünüyordu. Neyse, anlarız!” diye bağırdı bey aniden durup göğe bakarak.

“Hey ya Rabb’im! Bu bakışı nerede görmüştüm yahu?”

İhtiyar bey, birkaç dakika düşündükten sonra, aynı düşünceli yüzle, avluya açılan, arkadaki bir odaya doğru yürüdü. Orada bir köşeye çekilerek zihninin gözü önüne yıllardır, önüne perde gerilmiş olan, sıra sıra, bir sürü yüz getirdi. “Hayır.” dedi ihtiyar bey başını sallayarak. “Hayal oyunu herhâlde.”

Bir bir yeniden geçirdi o yüzleri. Gözünün önüne getirmişti bir kere. Nicedir onları örtmekte olan kefeni kaldırıp da yenisini koymak kolay değildi. Dost yüzleri vardı arasında, düşman yüzleri ve kalabalıktan bakan yabancı sayılacak yüzler; şimdi kocamış, bir zamanki çiçek gibi genç kızların yüzleri. Gözlerin ferini, parlak gülümsemeyi geri getiren, ruhu kil maskesi ardında ışıtan, mezar ötesinde güzellik fısıldatan, mezardan daha üstün gücü olan zihnin, eski tazeliği ve güzelliğine bürüdüğü, mezarın örttüğü, değiştirdiği yüzler; cennet yoluna yumuşak ve nazik bir parlaklık veren bir aşk yaratmak için, ululanmak üzere yeryüzünden alınan, değişmiş yüzler.

Hâlâ ihtiyar bey, Oliver’ın çizgilerine benzeyen hiçbir yüzü canlandıramadı. Uyandırmış olduğu hatıraların üzerine içini çekti ve dalgın yaşlı bir bey olduğundan o hatıraları küflü kitabın içine yeniden gömebildi.

Biri omzuna dokundu, anahtarlı adam kendisiyle birlikte büroya gelmesi için ricada bulunuyordu. Kitabını acele kapattı ve meşhur Mr. Fang’ın haşmetli huzuruna çıkarıldı.

Büro, ön taraftaki bir salondu, duvarlar tahta kaplıydı. Mr. Fang, ta uçta, bir kürsünün ardında duruyordu. Kapının bir yanında zavallı Oliver’cığın içine emanet edilmiş olduğu tahta bir kafes vardı.

Mr. Fang, zayıf, uzun sırtlı, dik boyunlu, orta boyda bir adamdı, olan biten saçı, başının kenarlarında ve ensesindeydi. Yüzü ciddi olup kıpkırmızıydı. Kendine gerekli olduğundan daha fazla içmemiş olsaydı yüzüne iftira davası açar ve epey bir zarar ziyan alabilirdi.