banner banner banner
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Oliver Twist`in Maceraları


“Evet.” diye cevap verdi Oliver.

“Korkmuyor musun bu sesten, küçük bey? Sesimi duyunca tir tir titremiyor musun?” dedi Mr. Bumble.

“Hayır!” dedi Oliver cesurca.

Beklediğinden ve şimdiye dek duymaya alıştığından bambaşka bir cevapla karşılaşınca Mr. Bumble afalladı. Anahtar deliğinden geri çekildi; şöyle bir doğruldu, şaşkınlık içinde üç seyircisine bir bir baktı.

“Çocuk delirdi Mr. Bumble, başka hiçbir şey değil.” dedi Mrs. Sowerberry. “Aklının bir nebzesi yerinde kalmış olsaydı, sizinle böyle konuşmazdı.”

“Delilik değil bu hanımefendi.” dedi Mr. Bumble, bir süre derin derin düşündükten sonra. “Et bu!”

“Ne!” diye bağırdı Mrs. Sowerberry.

“Et hanımefendi, et!” diye cevap verdi Mr. Bumble, sözünün üstünde durarak. “Fazla beslemişsiniz hanımefendi. O durumdaki bir kimseye yakışmayacak bir şekilde içinde suni bir ruh ve zihin yaratmışsınız. Pratik feylesofların teşkil ettiği meclisin de fikri bu olacaktır. Yoksullara, ruh, zihin ne gerek! Vücutlarını yaşatmamız yetmez mi ki! Pirinç çorbasıyla beslemeye devam etseydiniz böyle olmazdı.”

“Aman ya Rabbi!” diye çığırdı Mrs. Sowerberry, gözlerini dindar bir tarzda mutfağın tavanına doğru kaldırarak. “Bakın, cömert davranış neler getiriyor insanın başına!” Kimsenin yemeyeceği artık yemeklerdi Mrs. Sowerberry’nin cömertliği; bu bakımdan Mr. Bumble’ın ağır ithamı altında boyun eğmesinde epey bir alçak gönüllülük ve fedakârlık vardı. Doğrusu bu ithamdan tamamıyla uzaktı Mrs. Sowerberry; ne böyle bir şeyi aklından geçirmiş ne bir şey söylemiş ne de böyle bir harekette bulunmuştu.

“Ha!” dedi Mr. Bumble, hanımefendi gözlerini yeniden yere indirdiğinde. “Şimdi yapılacak tek şey, bana kalırsa açlıktan ölünceye dek birkaç gün kömürlükte bırakmak, sonra da onu oradan alıp bütün çıraklığı süresince pirinç lapası vermek. Kötü bir aileden geliyor. Sütü bozuk! Hasta bakıcıyla doktorun dediğine göre, anası buraya kadar acı içinde sürünerek gelmiş, yerinde başkası olsaymış çoktan öteki dünyayı boylarmış.”

Mr. Bumble’ın nutkunun bu noktasında annesinden bahsedildiğini duyan Oliver, yeniden tekme savurmaya başladı, çıkardığı gürültü içinde bütün sesler boğuluyordu. Tam o sırada Mr. Sowerberry geldi, Oliver’ın suçu, hanımlar tarafından gazaba gelebilecek bir şekilde kendisine izah edildikten sonra ansızın kömürlüğün kapısını açtı ve asi çırağını yakasından tutup sürükleyerek dışarı çıkardı.

Yediği dayakla, üstü başı yırtılmıştı Oliver’ın, yüzü yara bere içindeydi, saçları alnına düşmüştü. Öfkesinin doğurduğu kırmızılık kaybolmamıştı, hücresinden çıkarıldığında cüretle Noah’ya tehditkâr bir tavırla homurdandı, korkudan eser yoktu yüzünde.

“Ne iyi çocukmuşsun sen böyle maşallah!” diyen Sowerberry, Oliver’ı sarsarak kulağına bir tokat indirdi.

“Anneme küfretti.” dedi Oliver.

“Ettiyse etti, oh olmuş, nankör köpek!” dedi Mrs. Sowerberry. “Küfre müstahakmış, hem de daha beterine.”

“Hayır!” dedi Oliver.

“Evet.” dedi Mrs. Sowerberry.

“Yalan!” dedi Oliver.

Mrs. Sowerberry hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu gözyaşı seli, Mr. Sowerberry’yi zor durumda bıraktı. Oliver’a en şiddetli cezayı vermede bir an gecikmiş olsaydı, her tecrübeli okuyucunun bileceği gibi, evlilik hayatının bütün kavgalarında görülebileceği gibi, kaba herif, gayritabii bir koca, hakaret eden bir mahluk, insan müsveddesi ve bunun gibi, bu bölümün içinde sayılamayacak derecede daha birçok güzel sıfatlara bürünmesi gerekecekti. Aslına bakacak olursanız, kendi kudreti dâhilinde -bu kudret de pek ahım şahım değildi ya- çocuğa karşı hüsnüniyetle davranmıştı; belki de böyle davranması kendi menfaatine olduğu için ya da karısı ondan nefret ettiği için. Mamafih bu gözyaşı seli, elini kolunu bağlamış oldu, bu yüzden hemen dayak atmaya başladı, öyle ki Mrs. Sowerberry’nin kendisinin bile bu dayak içine sindi, böylece daha sonra Mr. Bumble’ın asasının tatbikine lüzum kalmadı. Günün geri kalan kısmında, Oliver bir tulumla bir dilim ekmeğin refakatinde arka mutfağa kapatıldı ve geceleyin Mrs. Sowerberry kapının dışında annesi hakkında hiç de övücü sözler söylemeksizin, birtakım laflar ettikten sonra, kapıyı açıp içeri baktı ve Noah ile Charlotte’un yuhaları ve alayları içinde kasvetli yatağı olan yukarı kattaki odaya götürüldü. Cenazecinin loş atölyesinin sessizlik ve durgunluğunda bir başına kaldıktan sonra ancak gündüzki muamelenin bir zavallı çocukta uyandırabileceği duyguların eline bıraktı kendini, meydan okuyuşlarını istihfafla karşılamış, dayağı gık demeden yemişti; onu canlı canlı ateşte kızartacak olsalar bile içindeki çığlığı zapt etmek için onu epey bir süre ayakta tutacak gururunun kabardığını duymuştu içinde. Ama şimdi onu duyacak, onu görecek kimse olmadığı için, diz üstü yere çöküp elleriyle yüzünü kapayarak, öyle yaşlar döktü ki… Tanrı esirgesin öteki küçüklerden!

Uzun müddet böyle kaldı Oliver. Ayağa kalktığında mum tükenmek üzereydi, dikkatle bakınıp çevresini dinledikten sonra kapının sürgüsünü yavaşça açıp dış dünyaya baktı.

Soğuk ve karanlık bir geceydi. Yıldızlar, çocuğun gözlerine yeryüzünden daha bir uzaklaşmış gibi geliyordu, rüzgâr esmiyordu; ağaçların yere yansıttığı karanlık gölgeler, bu denli durgunluktan dolayı, bir ölüm, bir mezar havası içinde gibiydi. Yavaşça yeniden kapadı kapıyı. Ölmekte olan mum ışığından faydalanarak, tek tük giyeceğini bir bohçaya sarıp, sıranın birine oturarak sabahı beklemeye başladı.

Günün ilk ışığı panjurların arasından girmeye uğraşırken, Oliver kalkıp, kapının sürgüsünü açtı. Ürkek ürkek bakındı -bir an durakladı- derken bir de baktı, kapıyı kapamıştı, sokaktaydı artık.

Ne tarafa sıvışsam diye sağına soluna baktı. At arabalarının, yokuş yukarı ıkına sıkına çıktığını hatırladı, kendi de tırmanmaya başladı. Tarlaların ortasından geçen bir patikaya geldi. Patikanın, az ileride yolla birleştiğini biliyordu. Patikaya dalıp hızlı hızlı yürümesine devam etti.

Bu patika boyunca Mr. Bumble kendini çiftlikten yoksullarevine götürdüğü zaman yanında koşuşunu iyi hatırlıyordu. Yol, dosdoğru çiftlik evinin önünden geçiyordu. Bu aklına gelince kalbi güm güm atmaya başladı; neredeyse dönüp geri gidecekti. Ama epey yol almıştı, dönerse epey zaman kaybederdi. Hem daha pek erken olduğu için görünmek tehlikesi de yoktu; böylece devam etti yürümesine.

Eve vardı. Bu erken saatte, insan yoktu görünürde. Oliver durarak bir göz attı bahçeye. Çocuğun biri yataklardan birine ot dolduruyordu; durup soluk yüzünü kaldırınca Oliver, çocuğun eski arkadaşlarından biri olduğunu gördü. Gitmeden onu görmesi hoşuna gitmişti Oliver’ın, çünkü kendinden küçükse de dostu ve oyun arkadaşı olmuştu, kaç kere birlikte dayak yemişler, aç bırakılmışlar, hapse girmişlerdi.

“Ses çıkarma Dick!” dedi Oliver, çocuk kapıya doğru koşup, ince kolunu parmaklıkların arasından sokarak el salladı. “Senden başka uyanık var mı?”

“Benden başka kimse yok.” dedi çocuk.

“Beni gördüğünü sakın söyleme kimseye Dick.” dedi Oliver. “Kaçıyorum, beni dövüyorlar, bana kötü muamele ediyorlar Dick! Ben de uzaklarda talihimi denemek üzere yola çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Ne kadar soluksun böyle sen.”

“Doktorun, onlara ölmek üzere olduğumu söylediğini duydum.” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Seni gördüğüme çok sevindim canım; ama durma, durma git haydi!”

“Olur, sana Allah’a ısmarladık diyeyim diye durdum.” dedi Oliver. “Yine görüşürüz Dick. Eminim bundan! İyileşeceksin, mesut olacaksın bir gün.”

“İnşallah.” dedi çocuk. “Öldükten sonra ancak, ondan önce değil ama. Doktor doğru söylüyor, biliyorum Oliver, çünkü düşlerim hep cennet ve meleklerle, iyi yüzlerle dolu; uyanık olduğum zaman göremediğim yüzlerle. Öp beni.” Alçak kapının üstüne çıkıp kollarını Oliver’ın boynuna doladı. “Güle güle canım! Allah korusun seni!”

Bu dua, bir çocuğun dudaklarından çıkıyordu ama Oliver’ın, başı üstünde duyduğu ilk duaydı bu; daha sonraki hayatının mücadele, acı, dert ve meşakkatleri içinde bir kerecik bile unutmadı bunu.

BÖLÜM 8

OLİVER LONDRA’YA YÜRÜYOR. YOLDA ACAYİP BİR BEYEFENDİYLE KARŞILAŞIYOR

Oliver, patikanın sonuna varıp yeniden ana yola girdi. Saat sekizdi, on kilometre uzaklaşmış olmasına rağmen takip edilmekten, yakalanmaktan korktuğu için, öğlene dek, koşarak, çitlerin arkalarına gizlene gizlene yol aldı. Derken, bir kilometre taşının yanına çöküp, “Acaba nereye gitsem?” diye düşünmeye başladı.

Yanına çökmüş olduğu taşın üstünde, iri harflerle, oranın Londra’dan tam yetmiş mil uzakta olduğunu belirten bir işaret vardı. Londra adı, çocuğun zihninde yeni bir fikir silsilesi uyandırdı. Londra, -o büyük yer- kimsecik, Mr. Bumble bile, onu bulamazdı orada. Akıllı bir çocuğun Londra’da yoksul kalmayacağını sık sık duymuştu yoksullarevindeki ihtiyarlardan; o büyük şehirde türlü geçim yolları varmış, öyle ki kasabada yetişenlerin aklı almazmış. Biri yardım etmezse sokak ortasında ölmeye mahkûm, evsiz barksız bir çocuk için tam yeriydi. Aklından bu fikirler geçerken, ayağa sıçrayıp ileri fırladı.

Londra’yla arasındaki mesafeyi tam dört mil daha kısaltmıştı ki varacağı yere erişmeyi ümit edebilmesi için daha ne kadar gitmesi gerektiğini hatırladı. Bu düşünce, kendini zorla kabul ettirdiği için, yürüyüşünü biraz yavaşlattı. Nasıl gideceğini düşündü. Bir ekmek kabuğu, kaba saba bir gömlek, iki çift çorap vardı bohçasında. Bir de meteliği vardı cebinde; her zamankinden daha iyi iş gördüğü için bir cenaze töreni dönüşü vermişti Sowerberry, hediye olsun diye. “Temiz bir gömlek…” diye düşünüyordu Oliver. “İçine rahatlık veriyor insanın, çoraplar da öyle, para da ama kış günü, altmış beş millik yolda yürümek için pek işe yaramayacak şeyler.” Oliver’ın düşünceleri daha birçok insanınki gibi zorlukları keşfetmekte son derece hazır ve becerikliyse de onları aşmak için herhangi tatbik edilir bir çare bulmaktan acizdi; bir yere varmayan bu düşüncelerden sonra, bohçasını öteki omzuna vurup yeniden koyuldu yola.

Oliver, o gün yirmi mil yürüdü ve bütün bu zaman içinde, kuru ekmek kabuğu ve yoldaki köy evleri kapılarından dilendiği birkaç yudum suyla nefsini öldürdü. Gece gelince çayıra girip bir samanlığın altında büzülüp, sabaha kadar yatmaya karar verdi. İlkin ürktü, rüzgâr boş tarlalar üstünde inleyip duruyordu; üşüyordu, açtı, yalnızlığını bu denli duymamıştı hiç, yürümekten bitkin, uyuyakaldı, unuttu gitti dertlerini.

Sabah uyandığında donmuş, her tarafı tutulmuştu, öyle acıkmıştı ki yolu üstündeki ilk köyden, parasına karşılık, küçük bir ekmek almak zorunda kaldı. Gece olduğunda ancak on iki mil ilerleyebilmişti. Ayakları acıyordu, bacaklarında takat kalmamıştı, gövdesinin altında tir tir titriyorlardı. Soğuk, ıslak hava içinde bir gece daha geçirdi, bu daha da kötüleştirdi Oliver’ı; ertesi sabah, yeniden yola çıktığı zaman, sürünerek ilerleyebiliyordu ancak.

Bir posta arabası gelinceye dek, dik bir tepenin yamacında bekledi; dışarıda oturan yolcular vardı, onlara yalvardı; ama pek az kişinin dikkatini çekebildi; dikkati çekilenler de araba tepeye varıncaya dek sabretmesini, sonra belki birkaç kuruşluk götürebileceklerini söylediler. Oliver’cık, birkaç adım arabaya ayak uydurmaya çalıştı; ama yorgun olduğu, ayakları sızladığı için devam edemedi. Dışarıda oturan yolcular bunu görünce ceplerinden çıkarmış oldukları birkaç ufak parayı, yeniden ceplerine indirdiler, çocuğun tembel bir köpek olduğunu, hiçbir şeye layık olmadığını söylediler; araba da geçip gitti, sadece bir toz bulutu kaldı ardında.

Köylerin bazılarında, koca koca, boyalı tahtalar asılıydı; köyün hudutları dâhilinde dilenenlerin hapsedileceği yazılıydı. Oliver’ı pek korkuttu bu, o köylerden elinden geldiği kadar hızla geçti. Öteki köylerdeyse han avlularında durup gelen geçene acıklı acıklı bakıyordu; bu ameliye sonucu da hancı hanım bir şey çalmak için gelmiş olduğuna emin olduğundan bu acayip çocuğu oradan defetmelerini emretti.

Çiftçi evlerinin kapısını çalacak olsa onda dokuzu, köpeklerini salıvereceklerini söyleyerek tehdit ediyordu; dükkânın birine burnunu sokacak olsa mübaşirden bahsediyorlardı -bu da Oliver’ın yüreğini ağzına getiriyordu; ağzında çoğu zaman kalbinden başka bir şey yoktu ya zaten- uzun uzun konuşuyorlardı mübaşir hakkında.

Nitekim iyi kalpli bir geçit bekçisiyle, iyiliksever bir hanım olmasaydı, Oliver’ın dertleri, annesininkilere son veren aynı ameliyeyle kısa kesilmiş olabilirdi; yani kralın yolu üstünde düşer ölüverirdi. Ama bekçi, ekmek peynir verdi ona; yeryüzünün uzak bir yerinde çıplak ayakla dolaşıp duran, deniz kazazedesi bir torunu olduğundan zavallı yetime acıdı ve verebileceği birkaç şeyi -hatta verebileceğinden de fazlasını- verdi, verirken de öyle merhametli ve nazik sözlerle, öyle acıklı gözyaşlarıyla verdi ki, bunlar Oliver’ın ruhunda, şimdiye dek duyduğu bütün acılardan daha derine indi.

Doğduğu yerden çıkalı yedinci günün sabahı, Oliver, küçük Barnet şehrine topallayarak girdi. Panjurlar kapalıydı; sokak boştu, kimse uyanıp da sabah işlerine başlamamıştı daha. Işık, çocuğa sadece kendi yalnızlığını ve terk edilmişliğini belirtmeye yaradı ancak; yaralı ayaklarla, toz toprak içinde, bir evin kapısı önündeki basamağa oturmuştu.

Yavaş yavaş panjurlar açıldı, perdeler çekildi; o, bu, gelip geçmeye başladı. Aralarından bazıları durup Oliver’a bakıyordu, bazıları da hızla geçerken şöyle bir göz atıyordu sadece, ama kimse el uzatmıyordu, Oliver’ın nereden çıktığını soran olmuyordu. Dilenecek hâli yoktu, oturup kaldı oracıkta.

Bir süre öylece oturdu; meyhanelerin çokluğu şaşırtmıştı onu. Barnet’taki her iki evin biri meyhaneydi, ama küçük ama büyük. Gelip geçen arabalara bakıyordu dalgın dalgın, kendisinin tam bir hafta cesaretle davranmasını ve yaşından beklenmeyecek metîn bir tavır takınmasını gerektiren o uzun yolu, bu arabalarla katetmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordu; o sırada, az önce kendisine dikkat etmeden geçip giden bir çocuğun döndüğünü gördü; çocuk, Oliver’a bakıp duruyordu yolun karşısından. Oliver pek oralı olmadı ilkin; fakat çocuk, duruşunu değiştirmeden o kadar uzun bir süre kaldı ki öyle, Oliver başını kaldırıp gözlerini ona dikti. Bunun üzerine çocuk karşıya geçti, Oliver’a yaklaşıp “Merhaba arkadaş. Derdin ne?” dedi.

Küçük yolcuya hitap eden çocuk, Oliver’ın yaşındaydı, fakat Oliver’ın görmüş olduğu en acayip mahluktu; kısa, yukarı doğru kalkık burunlu, düz alınlı bir çocuktu, yüzünün başka çocukların yüzlerinden farklı bir yanı yoktu; bir çocukta görmeyi arzulayabileceğimiz kadar pisti, ama üstünde tam bir erkek havası vardı. Yaşına göre kısa boyluydu, bacakları epey çarpıktı, küçük, çirkin gözleri, keskin bakışları vardı. Şapkası öyle eğreti duruyordu ki, kafasında düştü düşecekti neredeyse; sahibi, ikide bir kafa atarak yerine getirmeseydi onu düşerdi de. Topuklarına kadar inen bir erkek paltosu giymişti. Kollarını yarıya kadar sıvamıştı, ellerini dışarıya çıkarabilmek içindi herhâlde, çıkarıp da pantolonunun cebine sokmak içindi; çünkü ellerini cebinden hiç çıkarmıyordu. Büyük bir adam gibi, cakalı, afili bir duruşu vardı.

“Ne o arkadaş, nen var?” dedi bu acayip küçük bey, Oliver’a.

“Çok açım, çok yorgunum.” diye cevap verdi Oliver, konuşurken gözleri dolu doluydu. “Uzun yoldan geliyorum. Yedi gündür yürüyorum.”

“Anladım.” dedi delikanlı. “Yedi gündür yürüyorsun ha. Gaga’nın yüzünden olacak. Ama…” diye ilave etti Oliver’ın şaşkınlığını görerek. “Gaga’nın ne olduğunu bilmezsin herhâlde, öyle değil mi arkadaşım?”