“Kitap şu, öyle mi?” dedi Fang. “Kitabın parasını verdi mi?”
“Hayır, vermedi.” diye cevap verdi adam gülümseyerek.
“Hay Allah! Aklımdan çıkıp gittiydi!” diye bağırdı unutkan ihtiyar bey, saf saf.
“Zavallı bir çocuğa suç isnat edecek kadar, iyi kalpli bir bey doğrusu!” dedi Fang, insanca görünmek için komik olmaya çalışarak. “Bu kitabı pek şüpheli ve gayriahlaki şartlar altında iktisap ettiğiniz anlaşılıyor beyim; malın sahibi davacı olmadığı için talihiniz varmış. Bu size bir ders olsun beyim, yoksa kanun er geç yakalar sizi. Çocuk tahliye edilsin, salonu boşaltın!”
“Hay Allah kahretsin!” diye bağırdı ihtiyar bey, şimdiye kadar tuttuğu öfkesini koyuvererek. “Hay Allah kahretsin, şimdi ben…”
“Salonu boşaltın.” dedi Hâkim Bey. “Memur beyler duydunuz mu? Salonu boşaltın!”
Buyruk yerine getirildi; öfkeli Mr. Brownlow da bir elinde kitap, ötekinde bambu bastonu, kızgın ve kudurmuş olarak dışarı çıkarıldı. Avluya vardığında öfkesi geçiverdi. Oliver’cık kaldırımın üstünde yatıyordu; gömleğinin önünü açmışlar, şakaklarını suyla ovuyorlardı; yüzü ölü gibi sapsarıydı, bütün vücudu ürperti içinde sarsılıyordu.
“Zavallıcık, zavallıcık!” dedi Mr. Brownlow, üstüne doğru eğilerek. “Araba çağırsın biri, ne olur!”
Araba bulundu, Oliver dikkatle kaldırılıp içine kondu, ihtiyar bey de binerek karşısına geçip oturdu.
“Ben de gelebilir miyim?” dedi kitapçı, arabadan içeri başını sokarak.
“Tabii beyim, tabii buyurun.” dedi Mr. Brownlow çabucak. “Unuttum sizi. Hay Allah! Şu münasebetsiz kitap hâlâ bende, atlayın. Zavallı çocuk! Kaybedecek vaktimiz yok!”
Kitapçı arabanın içine girdi, araba kalktı.
BÖLÜM 12
OLİVER ÖMRÜNDE GÖRMEDİĞİ BİR BAKIM GÖRÜYOR. KAYGISIZ İHTİYAR BEYLE ARKADAŞLARI HAKKINDA
Araba yuvarlanıp gidiyordu. Oliver, ilk olarak Düzenbaz’la Londra’ya girdiği zaman geçtiği yerlerden geçiyordu; istasyondaki Angel’a varınca başka bir yola sapıp Pentonville’e yakın, sakin, gölgeli bir caddedeki, temiz görünüşlü bir evin önünde durdu. Eve girilince hemencecik bir yatak yapılıp Mr. Brownlow’nun genç yükü dikkatle rahat bir yatağa yatırıldı; burada sınırsız bir merhametle karşılaştı. Tir tir üstüne titriyorlardı.
Fakat günlerce Oliver, yeni dostlarının iyiliklerini fark edemedi. Güneş doğdu, battı, doğdu, battı, daha nice güneşler doğup battı, çocuk, hâlâ rahatsız yatağında, ateşin kuru ve kemirici sıcaklığı içinde, büzüldükçe büzüldü. Yaşayan vücutta yavaş yavaş sürünerek ilerleyen ateşten, kurt, ceset üstünde daha iyi iş göremezdi.
Sonunda, uzun ve kâbuslu bir rüya gibi görünen şeyden, zayıf, hâlsiz, sarı benizli olarak uyandı. Başı titreyen kolunun üstünde, yataktan hafifçe kalkıp endişeyle bakındı.
“Neresi burası? Nereye getirdiler beni?” dedi Oliver. “Burada uyumamıştım ben.”
Pek zayıf ve hâlsiz olduğundan, bu sözleri kısık bir sesle söylemişti. Yatağın ayak ucundaki perde acele açıldı, anne tavırlı, tertemiz kıyafetli yaşlı bir kadın, perdeyi açarak, oturmuş el işiyle uğraşmakta olduğu koltuktan kalktı.
“Sus canım.” dedi yaşlı hanım hafifçe. “Sus ki yeniden hasta olmayasın. Pek ağır hastaydın, daha ağırı olamazdı. Az kaldı… Hadi yat yine, hadi yavrum.” Bu sözleri söyleyerek yaşlı hanım, Oliver’ın başını yavaşçacık yatağına koydu. Alnındaki saçları kaldırarak yüzüne öyle tatlı ve sevgiyle baktı ki, Oliver küçük, solup gitmiş eliyle, elinden tutup boynuna doğru çekti.
“Allah’a emanet!” dedi yaşlı kadın, gözleri yaşla dolu. “Ne kadar da kadirşinas yavrucak. Ne cici çocuk bu böyle, benim yerimde annesi olsaydı da şimdi, onu böyle yatar görseydi, kim bilir ne yapardı?”
“Belki de görüyordur şimdi.” diye fısıldadı Oliver, ellerini kavuşturarak. “Belki yanımda oturuyordur bile, bana öyle geliyor sanki.”
“Ateşten olacak yavrum.” dedi yaşlı kadın, yumuşak bir sesle.
“Öyle olacak.” dedi Oliver. “Çünkü cennet o kadar uzakta ki, oradakiler de öylesine mesut ki, işleri yok, zavallı bir çocuğun başı ucuna gelecek değiller ya; ama hasta olduğumu bilseydi acırdı bana herhâlde, orada bile olsa; çünkü ölmeden kendi de pek çekmiş; hoş benim hakkımda bir şey bilemez ya.” diye ilave etti, bir ara, sessiz durduktan sonra. “Beni görmüş olsaydı pek üzülürdü şimdi; yüzü de hep tatlı ve mesuttur düşümde gördüğümde.”
Yaşlı hanım buna cevap vermedi. İlkin gözlerini, derken yatak örtüsü üzerinde duran yüz çizgilerinin âdeta temelini teşkil eden gözlüklerini silerek, “Oliver içsin.” diye, serin bir şey getirdi; sonra da yanağını okşayarak, yatakta hareket etmeden yatmasını, yoksa hastalığının nüksedeceğini söyledi.
Böylece Oliver da hareketsiz yattı; hem her bakımdan yaşlı kadının dediklerini yerine getirmek için hem de doğrusu ya epey yormuştu onu söyledikleri. Çok geçmeden tatlı bir uykuya daldı, ta ki bir mum ışığı karşısında uzanıncaya dek; yatağın yanı başına getirilen mum, elinde, kocaman, tik tak eden altın bir saat, nabzını dinleyip de çok daha iyi olduğunu söyleyen bir bey tarafından getirilmişti.
“Çok daha iyisin değil mi yavrum?” dedi bey.
“Evet, teşekkür ederim efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Acıkmışsındır da değil mi?”
“Hayır efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Hımm.” dedi bey. “Biliyorum acıkmadığını. Acıkmamış Mrs. Bedwin.” dedi bey, hâkimane bakarak.
Yaşlı kadın doktorun pek mahir olduğu fikrindeymiş gibi saygıyla başını eğdi. Doktorun kendi de aynı fikirdeydi.
“Uykun var, değil mi yavrum?” dedi doktor.
“Hayır efendim.” dedi Oliver.
“Yok demek.” dedi doktor, bilgiçlik ve memnuniyet ifade eden bir bakışla. “Uykun yok demek? Canın da su istemiyor, değil mi?”
“İstiyor efendim. Çok istiyor.” diye cevap verdi Oliver.
“Ben de öyle tahmin etmiştim, Mrs. Bedwin.” dedi doktor. “Canının su istemesi pek tabii, biraz çay verebilirsiniz hanımefendi, biraz da kızarmış ekmek, üstünde yağ olmasın ama, fazla örtmeyin üstünü, ama üşümesin sakın; bu zahmetlere katlanacaksınız elbet.”
Yaşlı hanım bir reverans yaptı. Doktor serin mayinin tadına bakıp bilgiç bir tasvipten sonra, acele acele çıkıp gitti. Merdivenlerden aşağı inerken çizmeleri pek şaşaalı ve zengin gıcırtılar çıkarıyordu.
Oliver yeniden daldı; uyandığında, saat on ikiye geliyordu. Yaşlı hanım, az sonra, yumuşak bir sesle, iyi geceler diledi ve yerini yaşlı şişman bir kadına bıraktı, yanında, içinde küçük bir dua kitabı, bir de koskoca gece başlığı olan, küçük bir bohça vardı. Başlığı başına, kitabı masaya koyup Oliver’a yanı başında oturmaya geldiğini söyledikten sonra, iskemlesini ocağın yanına çekip uyuklamaya başladı; ikide bir kâh öne düşer gibi oluyor kâh inliyor kâh boğulur gibi oluyordu. Bunun neticesi, sadece burnunu sıkı sıkı kaşıyıp yeniden uykuya dalmak oluyordu.
Böylece gece yavaş yavaş ilerledi. Mum ışığının gölgesinin tavanda meydana getirdiği küçük halkaları sayarak ve duvardaki kâğıdın karışık örneğini zayıf gözleriyle izleyerek bir süre uyanık kaldı Oliver. Odanın karanlığı ve derin sessizliği pek heybetliydi; ölümün günler ve geceler boyunca odada dolaşıp durduğunu ve yine de hâlâ korkunç mevcudiyetinin dehşeti ve karanlığına boğabileceği Oliver’ın, aklına gelince başını yastıkta öte yana çevirdi, huşu içinde Allah’a dua etti.
Yavaş yavaş, yeni atlatılmış bir acının sonrası ancak vaki olan, şu derin, sakin uykuya daldı; uyanması acı olan, sakin ve sessiz istirahat… Ölüm böyle olsaydı eğer kim hayatın bütün meşakkatlerine, dağdağasına uyanırdı; şimdi için didin dur; gelecek için kaygılan; hele o geçmişin yorgun hatıraları!
Saatler geçmişti sabah olalı; Oliver gözlerini açtı; neşesi yerine gelmişti, sevinç içindeydi, hastalık krizini atlatmıştı, yeniden bu dünyanın olmuştu artık.
Üç gün sonra, arkasında bol yastık, koltukta oturabilmeye başladı, daha pek yürüyemeyecek kadar zayıf olduğundan Mrs. Bedwin kendisine ait olan küçük kapıcı odasına taşıtmıştı küçük Oliver’ı. Onu ocağın yanı başına yerleştirdikten sonra, iyi ihtiyarcık da oturdu ve Oliver’ı çok iyi gördüğüne sevindiğinden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Sen bana bakma yavrum.” dedi ihtiyarcık. “İkide bir ağlarım böyle ferahlamak için. Bak geçti. Ağlamıyorum artık. Ferahladım şimdi.”
“Bana çok iyi davranıyorsunuz.” dedi Oliver.
“Sen şimdi bırak onu yavrum.” dedi ihtiyar ona. “Çorbanı düşünelim şimdi biz. Geç oldu çünkü; doktor, Mr. Brownlow’nun bu sabah gelip seni görme ihtimali olduğunu söyledi; bu yüzden iyi görünmemiz gerek, ne kadar iyi görünürsek o kadar memnun olur.” Bunu söyledikten sonra, yaşlı hanım küçük bir tencere içinde et suyu ısıtmaya başladı; Oliver, bu tencerenin tüzüğe göre dağıtıldığında asgari üç yüz elli fakir çocuğu doyurabileceğini düşünüyordu.
“Resme bakmak hoşuna gider mi yavrum?” diye sordu yaşlı hanım.
Oliver’ın koltuğun tam karşısında, duvarda asılı duran, bir portreye dikkatle baktığını görmüştü.
“Bilmem efendim.” dedi Oliver, gözlerini resimden ayırmadan. “O kadar az resim gördüm ki, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne güzel, tatlı bir yüzü var şu kadının!”
“Ah!” dedi yaşlı kadın. “Ressamlar bütün hanımları asıllarından güzel yaparlar, sonra sipariş alamazlar yavrum. Benzerlikleri çeken makineyi icat eden adamın pek başarılı bir iş yapmadığını bilmesi gerekti; biraz fazla namuslu oluyor.” dedi yaşlı kadın, bu ince zekâsına katıla katıla gülerek.
“Şu bir benzerlik mi efendim?” dedi Oliver.
“Evet.” dedi yaşlı kadın, et suyundan başını kaldırıp şöyle bir bakarak. “Bu bir portre.”
“Kimin efendim?” diye sordu Oliver.
“Doğrusu, bilmiyorum.” diye cevap verdi yaşlı kadın, neşeli bir tavırla.
“Ne senin ne benim bildiğimiz bir benzerlik olmasa herhâlde.”
“Öyle güzel ki.” diye cevap verdi Oliver.
“Şey, korkmadığından emin misin kuzum ondan?” diye sordu yaşlı kadın, büyük bir hayretle çocuğun resme bakışındaki dehşeti görerek.
“Yok, yok.” dedi Oliver çabucak. “Ama gözleri öyle hüzünlü bakıyor ki, sanki oturduğum yere doğru, bana doğru bakıyor. Kalbim çarpıyor baktıkça.” diye ilave etti, yavaş bir sesle. “Sanki canlıymış, benimle konuşmak istiyormuş da konuşamıyormuş gibi.”
“Allah korusun!” diye bağırdı kadın, ürkerek. “Öyle şeyler deme yavrum, hastalıktan sonra zayıf düştün. Sinirlerin zayıfladı. Koltuğunu öte tarafa çevireyim de görmeyesin onu. Hah, oldu işte!” dedi yaşlı kadın, sözlerini yerine getirerek. “Şimdi istesen de göremezsin.”
Oliver, sanki yeri değiştirilmemiş gibi, zihninin gözü içinde ayan beyan görüyordu onu; ama ihtiyarcığı telaşa düşürmek istemiyordu; böylece kadın ona bakınca gülümsedi; Mrs. Bedwin, Oliver’ın daha rahat olduğunu fark edince böyle heybetli bir yemek hazırlanışına uygun bir telaşla et suyunun içine tuz attı, kızarmış ekmek doğradı. Oliver olağanüstü bir süratle yedi bitirdi, son kaşığı da yuvarlamışken kapıya hafifçe vuruldu. “Buyurun!” dedi yaşlı kadın. Mr. Brownlow idi giren.
İhtiyar bey, bütün çevikliğiyle girmişti ama gözlüğünü alnına kaldırıp da Oliver’a iyi bakabilmek için ellerini pelerininin eteklerinin arkasına götürmüştü ki, yüzünün çizgileri acayip bir şekilde büzüldü, buruştu. Hastalık Oliver’ı pek bitkin ve hayaletimsi bir hâle getirmişti, hamisine hürmet göstermek için kalkmaya çalıştı. Ama gerisin geri düştü koltuğuna, bir şey var ki, doğrusunu söylemek gerekirse, insan sınıfından altı adet, normal büyüklükte, yaşlı beyinkini içine alabilecek gibi olan Mr. Brownlow’nun kalbi, izah etmek için kendimizde yeterince feylesofluk görmediğimiz hidrolik bir ameliyeyle, gözlerine yaş pompaladı.
“Zavallı çocuk! Zavallı çocuk!” dedi Mr. Brownlow, boğazını temizleyerek. “Sesim kısıldı bu sabah, Mrs. Bedwin. Korkarım soğuk aldım.”
“İnşallah almamışsınızdır efendim.” dedi Mrs. Bedwin. “Her şeyiniz havalandırılmıştır, efendim.”
“Bilmiyorum Bedwin, bilmiyorum.” dedi Mr. Brownlow. “Dün akşam yemeğindeki peçetem biraz yaştı galiba, neyse aldırma. Nasılsın yavrum?”
“Çok iyiyim efendim.” diye cevap verdi Oliver. “Bana gösterdiğiniz yakınlık için de çok müteşekkirim efendim.”
“İyi çocuk.” dedi Mr. Brownlow. “Bir şeyler verdin mi ona Bed-win? Abur cubur filan?”
“Demin bir kâse et suyu içti efendim.” diye cevap verdi Mrs. Bed-win. Son sözün üstünde daha bir durarak, abur cuburla et suyu arasında büyük fark olduğunu belirtmek istermiş gibi şöyle bir toparlandı.
“Aman sen de!” dedi Mr. Brownlow, hafif bir ürpertiyle. “Bir iki bardak şarap, daha iyi gelirdi ona. Öyle değil mi Tom White?”
“Adım Oliver, efendim.” diye cevap verdi küçük hasta, hayretle bakarak.
“Oliver mı?” dedi Mr. Brownlow. “Peki öteki adın ne? Oliver White mı?”
“Hayır, Twist; Oliver Twist.”
“Acayip bir isim.” dedi ihtiyar bey. “Hâkime, niye White olduğunu söylettin?”
“Ben öyle bir şey demedim efendim.” dedi Oliver şaşkınlık içinde.
Bunun bir yanlışlık olduğu aşikârdı, ihtiyar bey, Oliver’ın yüzüne ciddi ciddi baktı. Çocuktan şüphe etmeye imkân yoktu; ince ve açık her yüz çizgisinde gerçek vardı.
“Bir yanlışlık olacak.” dedi Mr. Brownlow. Ama her ne kadar Oliver’dan gözünü ayırmamak için herhangi bir sebep kalmadıysa da çocuğun yüz çizgileri ile tanıdığı bir yüz arasındaki benzerlik fikri ağır bastığından gözlerini alamıyordu.
“Bana darılmadınız ya efendim?” dedi Oliver, gözlerini yalvararak kaldırıp.
“Hayır, hayır.” diye cevap verdi ihtiyar bey. “Vay canına! Bu ne? Bedwin şuraya bak!”
Bunu söyleyerek Oliver’ın başı üstündeki resmi gösterdi birden, sonra da çocuğun yüzüne işaret etti. Canlı kopyasıydı. Gözler, baş, ağız, her çizgisi aynıydı. İfade öylesine aynıydı ki, o anda, en küçük çizgi bile korkunç bir dakiklikle kopya edilmişti.
Oliver bu, ani haykırışın sebebini bilmiyordu; buna tahammül edecek kadar kuvveti olmadığından bayılıverdi. Zayıf düşmesinden meydana gelen bu bayılma, okuyucuya neşeli ihtiyar beyin iki genç talebesi hakkında bilgi vermemiz ve kendisini meraktan kurtarmamız için bir fırsat.
Düzenbaz ile dört başı mamur dostu Bates Efendi, daha önce de anlatıldığı gibi, Mr. Brownlow’nun şahsi malının gayrikanuni nakl-i icrası neticesi, Oliver’ın takipçileri tarafından çıkarılan çıngara katılmış, böylece kendilerine karşı duydukları, övülecek ve yakışır bir saygıyla harekete gelmişlerdi; tebaasının hürriyetinin ve ferdin serbestliğinin hakikatli bir İngiliz’in en başta gelen ve en gurur duyduğu övünmeleri arasında olduğuna bakılırsa, bazı derin ve sağlam hüküm veren feylesofların – iyi toprak ananın hatt-ı harekâtını pek akıllıca düstur ve nazariye meselesi hâline getirerek ve övülür hakimliği ve anlayışına karşı pek temiz, güzel bir iltifatla karşılayarak her türlü gönül işlerini, cömert duygu ve sevki tamamıyla bir yana atarak- tabiatın bütün hatt-ı harekatının ana kaynakları olarak ortaya koyduğu, küçük kanun külliyatını, kendi kendilerini korumak ve güven altına almak kaygılarının bu kuvvetli delilinin teyit ve tasdik ettiği kadar hemen hemen bu hareketin onları bütün halkın ve vatanseverlerin gözü önünde göklere çıkarılmalarına meyyal etmesi gerektiği hakkında okuyucunun dikkatini çekmeme pek hacet yok. Çünkü cinsiyetinin bir sürü zaaf ve zayıflıklarından çok daha yüksekte olan, kâinatça tasdik edilen bir dişinin, tamamen altındadır bu meseleler.
Pek nazik ve kötü durumda bulunan bu küçük beylerin tavr-ı hareketinin sırf felsefi tabiatı hakkında delil göstermek zorunda olsam (bu hikâyenin yukarısında da anlatıldığı gibi) bu delili, küçük beylerin, genel dikkat Oliver’ın üstünde toplandığı zaman takipten vazgeçmelerinde bulurdum; vazgeçip de en kestirme yoldan eve yollanışlarında. Her ne kadar ünlü, âlim, hakim kimselerin, herhangi büyük bir neticeye varmak için, kestirme yolu seçtiğini iddia edecek değilsem de sarhoşların, muazzam bir fikir akımının baskısı altında başvurmaya meyyal olduğu gibi, onların tuttukları yol, türlü dolambaçlı yollarla ve istidlalci tereddütleri ile mesafeyi elden geldiği kadar uzaklaştırmak olduğundan, kendilerine tesir etmesi muhtemel olması tahmin edilecek herhangi bir mümkün ama beklenmedik duruma karşı büyük bilgi ve basiret göstermek için teorilerini ispata çalışırken birçok güçlü feylesofların şaşmaz âdetidir bu. Böylece büyük bir hakkı ispat etmek için birazcık hataya düşebilirsiniz; neticenin haklı çıkarabileceği her türlü çareye başvurabilirsiniz; bu arada hakkın miktarı ya da hatanın miktarı ya da ikisinin arasındaki fark kendine has vakıanın bitarafane açık ve anlayışlı görüşüyle tayin edilip halledilmesi için tamamen o ilgili feylesofa bırakılmıştır.
İki çocuk, pek karışık, dar sokak ve avlular labirentinden büyük hızla koşup geçtikten sonra ancak alçak ve karanlık bir kemerin altında durmaya cesaret edebildiler. Konuşabilecek, nefes alabilecek duruma gelinceye dek orada kaldıktan sonra, Bates Efendi bir neşe ve zevk çığlığı attı; derken zapt edilmesi mümkün olmayan bir kahkaha tufanı içinde kendini bir kapı önü merdivenine atıp sevinç içinde yuvarlandı.
“Ne oluyor?” diye sordu Düzenbaz.
“Ha, ha, ha!” diye gürlüyordu Charley Bates.
“Gürültü etme!” diye çıkıştı Düzenbaz, kuşkuyla bakınarak. “Paçayı ele vermek mi istiyorsun sersem?”
“Ne yapayım, elimde değil.” dedi Charley. “Elimde değil! Tabanları yağlaması, köşeleri hızla dönüşü, direklere çarpışı, derken kendisi de direklerin ta kendileri gibi demirden yapılmış gibi koşusuna devam etmesi, gözümün önüne geliyor, bir de beni düşün, mendil cebimde, arkasından türkü söylemem! Ha, ha, ha!”
Bates Efendi’nin canlı hayali, sahneyi, gözü önünde pek renklendiriyordu. Katıla katıla güldükten sonra, merdivenlerde yeniden yuvarlanarak eskisinden daha da gürültüyle gülmeye bağladı.
“Fagin ne diyecek şimdi?” dedi Düzenbaz, dostunun nefes nefese kalmasından istifade edip.
“Ne diyebilir ki?” dedi Charley Bates.
“Ne mi diyebilir?” dedi Düzenbaz.
“Elbette ne diyebilir ki?” dedi Charley, sonra birden kalakaldı. Düzenbaz’ın tavrı ciddiydi çünkü. “Ne der, dersin?”
Mr. Dawkins, bir iki dakika ıslık çaldı; derken şapkasını çıkararak başını kaşıdı ve üç kere salladı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Charley.
Entelektüel yüz ifadesine hafif bir istihza katarak alaylı bir hava çıkardı Düzenbaz.
Bu izah ediciydi ama tatmin edici değildi. Bates Efendi böyle görüyordu, yine tekrarladı:
“Ne demek istiyorsun?”
Düzenbaz cevap vermedi; şapkasını yeniden başına koyarak ve uzun kuyruklu paltosunun eteklerini koltuğunun altında toplayarak, diliyle avurdunu şişirdi; sonra burnuna yarım düzine kadar manalı manalı vurarak topuğu üstünde dönüp sinsi sinsi avludan aşağı yürümeye başladı. Bates Efendi düşünceli bir edayla arkasından gitti.
Bu muhaverenin vukusundan birkaç dakika sonraki çıtırdayan merdivenler üstündeki ayak gürültüsü; sol elinde küçük bir ekmek somunu ve domuz beyni sucuğu, sağ elinde bir çakı -nihalenin üstünde de kalaylı bir tencere vardı- ocağın başında oturan, neşeli yaşlı beyi, yerinden kaldırdı. Dönünce, soluk yüzünde alçakça bir gülümseme göründü, kalın kızıl kaşlarının altından keskin gözlerle bakarak kapıya doğru eğilip, dinledi.
“O da ne?” diye mırıldandı Yahudi; yüzünün çizgileri değişti. “Yalnız ikisi geliyor, üçüncüsü nerede peki? Başları belaya mı girdi yoksa, hey!”
Ayak sesleri yaklaştı, sahanlığa kadar geldi. Kapı hafifçe açıldı. Düzenbaz’la Charley Bates girip arkalarında kapıyı kapadılar.
BÖLÜM 13
ZEKİ OKURLARIMIZA YENİ ŞAHSİYETLER VE BU ŞAHSİYETLERLE İLGİLİ HOŞ HADİSELER
“Oliver nerede?” dedi Yahudi, tehdit dolu bir bakışla yerinden kalkarak. “Çocuk nerede?”
Küçük hırsızlar, dehşet içindeki öğretmenlerine bakıyorlardı; bir yandan da kuşkulu kuşkulu göz atıyorlardı birbirlerine. Ama cevap filan vermediler.
“Çocuk ne oldu?” dedi Yahudi, Düzenbaz’ı yakasından yakalayıp korkunç lanetler yağdırarak. “Konuş, yoksa boğarım seni!”
Mr. Fagin öyle ciddi görünüyordu ki, Charley Bates, her zaman olduğu gibi, suya sabuna dokunmamak istediğinden, boğulma sırası kendine gelebileceği için diz çöküp yüksek sesle usturuplu bir inleme çıkardı. Kızgın bir boğanın çıkarabileceği bir sesle konuşan borazanın çıkarabileceği bir ses karışımı gibi bir şey.
“Konuşacak mısın sen?” diye gürleyip duruyordu Yahudi; Düzenbaz’ı öyle bir sarsıyordu ki, koca paltosu içinde durabilmesi mucizeydi doğrusu.
“Aynasızlar yakaladı, işte o kadar!” dedi Düzenbaz. “Bıraksana be!” derken koca paltosu içinden sıyrılıverip paltoyu Yahudi’nin elinde bıraktı, derken çatalı kavradığı gibi, neşeli yaşlı beye saldırdı; çatal adamın yeleğine sürünerek geçti; değecek olsaydı, kolayca yerine konamayacak, epey bir miktar neşe dışarı çıkarmış olurdu.
Zayıf, nahif görünüşünden beklenmeyecek büyük bir çeviklikle Yahudi geri sıçrayarak tehlikeyi bertaraf etti ve bira testisini yakalayıp mütecavizin başına fırlatmak istedi. Ama tam o sırada, Charley Bates pek korkunç bir ulumayla dikkati çektiğinden testi bu küçük beye doğru fırlatıldı.
“Bu da ne?” dedi derinden bir ses. “Hangi şeytan attı bunu? İyi ki yüzüme birayı yedim, testi gelecek olsaydı, canına okurdum alimallah. İnsanların yüzüne su yerine bira atacak kadar zengin, yağmacı, gürültücü Yahudi’den başka kim olabilir. Ne var Fagin? Atkımı berbat ettin. Pis mahluk, efendinden utanmıyormuş gibi ne diye orada duruyorsun, haydi içeri bakayım.” Bu sözleri homurdanan adam, otuz beş yaşlarında, enine boyuna bir adamdı; kadife bir palto ve pislik içinde berbat bir pantolon giymişti; yarım çizmeleri, tombul baldırlı bir çift tombul bacak ihtiva eden kurşuni pamuk çorapları, bir de kordonla bağlanan botları vardı. Başında, kahverengi bir şapka, boynunda da pis, mavi benekli bir eşarp vardı; eşarbının uzun eskimiş ucuyla, konuştukça yüzündeki birayı siliyordu; bu hareketi yaparken üç günlük sakallı abus çehresi ve çatık kaşları beliriyordu; gözlerinin biri yakında kazaya uğradığını belirten rengârenk bir halkayla çevriliydi.
“Gelsene ulan!” diye homurdandı bu kavgacı hırt. Kabarık beyaz tüylü, yüzü gözü tırmık içinde bir köpek, sinsi sinsi içeri girdi.
“Ne diye daha önce gelmedin?” dedi adam. “Beni efendi olarak kabul etmeyecek kadar kibirlenmeye başladın değil mi? Çök!”
Bu buyruk, hayvanı odanın öte ucuna fırlatan bir tekmenin refakatinde sadır olmuştu. Mamafih hayvan bu gibi şeylere alışık gibiydi, ses etmeden köşeye usulca çörekleniverdi; şeytan bakışlı gözlerini dakikada yirmi kere kırparak odayı gözden geçiriyordu.
“Ne halt ediyorsun sen? Çocuklara kötü muamele ha! Seni gidi açgözlü, cimri, doymak bilmez, moruk serseri seni!” dedi adam bir yana çökerek. “Dua et gebertmediklerine! Onların yerinde olsam, köküne kibrit suyu ekerdim senin. Senin çırağın olsaydım ben, senin yerinde yeller eserdi şimdi, üstelik hayır satamazdım satmasına, cam bir mahfaza içinde çirkinlik numunesi diye saklamaktan başka bir işe yaramazsın sen. Ne yazık ki senin girebileceğin büyüklükte cam mahfazalar yapmıyorlar.”
“Sus, sus, Mr. Sikes.” dedi Yahudi tir tir titreyerek. “O kadar yüksek sesle konuşma canım.”
“Şimdi senin canına başlarım ha!” dedi haydut. “Canıma manıma başladın mı yine bir şeyler karıştırıyorsun demektir. Adımı biliyorsun ya, adımla çağır beni. Zamanı gelince küçük düşürtmem adımı ağzımda.”
“Peki, peki, o hâlde, Bill Sikes.” dedi Yahudi, iğrenç bir tevazuyla. “Keyfin yok gibi Bill.”
“Yok gibi.” dedi Sikes. “Seninkinin de yerinde olduğunu sanmıyorum, testi fırlatmanla keyfini gösteriyorsan, böyle gevezelik…”
“Deli misin sen?” dedi Yahudi, adamın kolundan yakalayıp oğlanları göstererek.
Mr. Sikes sol kulağının altına bir düğüm yapıyormuş gibi yaptı ve başını sağ omzuna doğru seğirtti; bu pandomimi Yahudi pek iyi anlamış gibiydi. Derken konuşmasının, her tarafına serpili -burada tekrarlayacak olsak pek anlaşılabilecek cinsten olmayan- kaba küfürler savurarak içki istedi.
“Sakın zehir koymayasın içine.” dedi Mr. Sikes, elini masanın üstüne koyarak.
Bu şaka yollu söylenmişti; ama okur, Yahudi’nin kansız dudağını ısırarak büfeye doğru dönerken yüzünde beliren şeytani ifadeyi görseydi, bu ihtiyat tedbirinin pek fuzuli olmadığını düşünürdü. Bu şakanın ihtiyar Yahudi’nin neşeli kalbindeki hakikatten pek uzak olmadığını anlardı.
Birkaç kadeh yuvarladıktan sonra, Mr. Sikes, küçük beylere bir nazar atfetmeye tenezzül buyurdu; bu nazikane hareket konuşmaya yol açtı ki bu konuşma esnasında Oliver’ın yakalanışının sebebi ve tarzı, teferruatıyla anlatıldı, bu arada Düzenbaz kendine en uygun şekilde bazı tahriflerde bulunmaktan çekinmedi.
“Başımızı belaya sokabilecek bir şey yumurtlamasından korkuyorum.” dedi Yahudi.
“Pek muhtemel.” dedi Sikes, pis pis sırıtarak. “Boku yedin Fagin.”
“Üstelik…” diye ilave etti Yahudi, söylenen sözü duymamış gibi; konuşurken dikkatle karşısındakine bakıyordu. “Bizim foyamız meydana çıkarsa daha birçok kimselerinki de çıkar, bu da benden fazla seni tehlikeye düşürür azizim.”
Adam ürkmüş gibi Yahudi’ye döndü. Ama ihtiyar beyin omuzları kulaklarını kapayacak kadar kalkmıştı, gözleri de karşı duvara takılı, aval aval bakıyordu.