Книга Oliver Twist`in Maceraları - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Oliver Twist`in Maceraları

“Ses çıkarma Dick!” dedi Oliver, çocuk kapıya doğru koşup, ince kolunu parmaklıkların arasından sokarak el salladı. “Senden başka uyanık var mı?”

“Benden başka kimse yok.” dedi çocuk.

“Beni gördüğünü sakın söyleme kimseye Dick.” dedi Oliver. “Kaçıyorum, beni dövüyorlar, bana kötü muamele ediyorlar Dick! Ben de uzaklarda talihimi denemek üzere yola çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Ne kadar soluksun böyle sen.”

“Doktorun, onlara ölmek üzere olduğumu söylediğini duydum.” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Seni gördüğüme çok sevindim canım; ama durma, durma git haydi!”

“Olur, sana Allah’a ısmarladık diyeyim diye durdum.” dedi Oliver. “Yine görüşürüz Dick. Eminim bundan! İyileşeceksin, mesut olacaksın bir gün.”

“İnşallah.” dedi çocuk. “Öldükten sonra ancak, ondan önce değil ama. Doktor doğru söylüyor, biliyorum Oliver, çünkü düşlerim hep cennet ve meleklerle, iyi yüzlerle dolu; uyanık olduğum zaman göremediğim yüzlerle. Öp beni.” Alçak kapının üstüne çıkıp kollarını Oliver’ın boynuna doladı. “Güle güle canım! Allah korusun seni!”

Bu dua, bir çocuğun dudaklarından çıkıyordu ama Oliver’ın, başı üstünde duyduğu ilk duaydı bu; daha sonraki hayatının mücadele, acı, dert ve meşakkatleri içinde bir kerecik bile unutmadı bunu.

BÖLÜM 8

OLİVER LONDRA’YA YÜRÜYOR. YOLDA ACAYİP BİR BEYEFENDİYLE KARŞILAŞIYOR

Oliver, patikanın sonuna varıp yeniden ana yola girdi. Saat sekizdi, on kilometre uzaklaşmış olmasına rağmen takip edilmekten, yakalanmaktan korktuğu için, öğlene dek, koşarak, çitlerin arkalarına gizlene gizlene yol aldı. Derken, bir kilometre taşının yanına çöküp, “Acaba nereye gitsem?” diye düşünmeye başladı.

Yanına çökmüş olduğu taşın üstünde, iri harflerle, oranın Londra’dan tam yetmiş mil uzakta olduğunu belirten bir işaret vardı. Londra adı, çocuğun zihninde yeni bir fikir silsilesi uyandırdı. Londra, -o büyük yer- kimsecik, Mr. Bumble bile, onu bulamazdı orada. Akıllı bir çocuğun Londra’da yoksul kalmayacağını sık sık duymuştu yoksullarevindeki ihtiyarlardan; o büyük şehirde türlü geçim yolları varmış, öyle ki kasabada yetişenlerin aklı almazmış. Biri yardım etmezse sokak ortasında ölmeye mahkûm, evsiz barksız bir çocuk için tam yeriydi. Aklından bu fikirler geçerken, ayağa sıçrayıp ileri fırladı.

Londra’yla arasındaki mesafeyi tam dört mil daha kısaltmıştı ki varacağı yere erişmeyi ümit edebilmesi için daha ne kadar gitmesi gerektiğini hatırladı. Bu düşünce, kendini zorla kabul ettirdiği için, yürüyüşünü biraz yavaşlattı. Nasıl gideceğini düşündü. Bir ekmek kabuğu, kaba saba bir gömlek, iki çift çorap vardı bohçasında. Bir de meteliği vardı cebinde; her zamankinden daha iyi iş gördüğü için bir cenaze töreni dönüşü vermişti Sowerberry, hediye olsun diye. “Temiz bir gömlek…” diye düşünüyordu Oliver. “İçine rahatlık veriyor insanın, çoraplar da öyle, para da ama kış günü, altmış beş millik yolda yürümek için pek işe yaramayacak şeyler.” Oliver’ın düşünceleri daha birçok insanınki gibi zorlukları keşfetmekte son derece hazır ve becerikliyse de onları aşmak için herhangi tatbik edilir bir çare bulmaktan acizdi; bir yere varmayan bu düşüncelerden sonra, bohçasını öteki omzuna vurup yeniden koyuldu yola.

Oliver, o gün yirmi mil yürüdü ve bütün bu zaman içinde, kuru ekmek kabuğu ve yoldaki köy evleri kapılarından dilendiği birkaç yudum suyla nefsini öldürdü. Gece gelince çayıra girip bir samanlığın altında büzülüp, sabaha kadar yatmaya karar verdi. İlkin ürktü, rüzgâr boş tarlalar üstünde inleyip duruyordu; üşüyordu, açtı, yalnızlığını bu denli duymamıştı hiç, yürümekten bitkin, uyuyakaldı, unuttu gitti dertlerini.

Sabah uyandığında donmuş, her tarafı tutulmuştu, öyle acıkmıştı ki yolu üstündeki ilk köyden, parasına karşılık, küçük bir ekmek almak zorunda kaldı. Gece olduğunda ancak on iki mil ilerleyebilmişti. Ayakları acıyordu, bacaklarında takat kalmamıştı, gövdesinin altında tir tir titriyorlardı. Soğuk, ıslak hava içinde bir gece daha geçirdi, bu daha da kötüleştirdi Oliver’ı; ertesi sabah, yeniden yola çıktığı zaman, sürünerek ilerleyebiliyordu ancak.

Bir posta arabası gelinceye dek, dik bir tepenin yamacında bekledi; dışarıda oturan yolcular vardı, onlara yalvardı; ama pek az kişinin dikkatini çekebildi; dikkati çekilenler de araba tepeye varıncaya dek sabretmesini, sonra belki birkaç kuruşluk götürebileceklerini söylediler. Oliver’cık, birkaç adım arabaya ayak uydurmaya çalıştı; ama yorgun olduğu, ayakları sızladığı için devam edemedi. Dışarıda oturan yolcular bunu görünce ceplerinden çıkarmış oldukları birkaç ufak parayı, yeniden ceplerine indirdiler, çocuğun tembel bir köpek olduğunu, hiçbir şeye layık olmadığını söylediler; araba da geçip gitti, sadece bir toz bulutu kaldı ardında.

Köylerin bazılarında, koca koca, boyalı tahtalar asılıydı; köyün hudutları dâhilinde dilenenlerin hapsedileceği yazılıydı. Oliver’ı pek korkuttu bu, o köylerden elinden geldiği kadar hızla geçti. Öteki köylerdeyse han avlularında durup gelen geçene acıklı acıklı bakıyordu; bu ameliye sonucu da hancı hanım bir şey çalmak için gelmiş olduğuna emin olduğundan bu acayip çocuğu oradan defetmelerini emretti.

Çiftçi evlerinin kapısını çalacak olsa onda dokuzu, köpeklerini salıvereceklerini söyleyerek tehdit ediyordu; dükkânın birine burnunu sokacak olsa mübaşirden bahsediyorlardı -bu da Oliver’ın yüreğini ağzına getiriyordu; ağzında çoğu zaman kalbinden başka bir şey yoktu ya zaten- uzun uzun konuşuyorlardı mübaşir hakkında.

Nitekim iyi kalpli bir geçit bekçisiyle, iyiliksever bir hanım olmasaydı, Oliver’ın dertleri, annesininkilere son veren aynı ameliyeyle kısa kesilmiş olabilirdi; yani kralın yolu üstünde düşer ölüverirdi. Ama bekçi, ekmek peynir verdi ona; yeryüzünün uzak bir yerinde çıplak ayakla dolaşıp duran, deniz kazazedesi bir torunu olduğundan zavallı yetime acıdı ve verebileceği birkaç şeyi -hatta verebileceğinden de fazlasını- verdi, verirken de öyle merhametli ve nazik sözlerle, öyle acıklı gözyaşlarıyla verdi ki, bunlar Oliver’ın ruhunda, şimdiye dek duyduğu bütün acılardan daha derine indi.

Doğduğu yerden çıkalı yedinci günün sabahı, Oliver, küçük Barnet şehrine topallayarak girdi. Panjurlar kapalıydı; sokak boştu, kimse uyanıp da sabah işlerine başlamamıştı daha. Işık, çocuğa sadece kendi yalnızlığını ve terk edilmişliğini belirtmeye yaradı ancak; yaralı ayaklarla, toz toprak içinde, bir evin kapısı önündeki basamağa oturmuştu.

Yavaş yavaş panjurlar açıldı, perdeler çekildi; o, bu, gelip geçmeye başladı. Aralarından bazıları durup Oliver’a bakıyordu, bazıları da hızla geçerken şöyle bir göz atıyordu sadece, ama kimse el uzatmıyordu, Oliver’ın nereden çıktığını soran olmuyordu. Dilenecek hâli yoktu, oturup kaldı oracıkta.

Bir süre öylece oturdu; meyhanelerin çokluğu şaşırtmıştı onu. Barnet’taki her iki evin biri meyhaneydi, ama küçük ama büyük. Gelip geçen arabalara bakıyordu dalgın dalgın, kendisinin tam bir hafta cesaretle davranmasını ve yaşından beklenmeyecek metîn bir tavır takınmasını gerektiren o uzun yolu, bu arabalarla katetmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordu; o sırada, az önce kendisine dikkat etmeden geçip giden bir çocuğun döndüğünü gördü; çocuk, Oliver’a bakıp duruyordu yolun karşısından. Oliver pek oralı olmadı ilkin; fakat çocuk, duruşunu değiştirmeden o kadar uzun bir süre kaldı ki öyle, Oliver başını kaldırıp gözlerini ona dikti. Bunun üzerine çocuk karşıya geçti, Oliver’a yaklaşıp “Merhaba arkadaş. Derdin ne?” dedi.

Küçük yolcuya hitap eden çocuk, Oliver’ın yaşındaydı, fakat Oliver’ın görmüş olduğu en acayip mahluktu; kısa, yukarı doğru kalkık burunlu, düz alınlı bir çocuktu, yüzünün başka çocukların yüzlerinden farklı bir yanı yoktu; bir çocukta görmeyi arzulayabileceğimiz kadar pisti, ama üstünde tam bir erkek havası vardı. Yaşına göre kısa boyluydu, bacakları epey çarpıktı, küçük, çirkin gözleri, keskin bakışları vardı. Şapkası öyle eğreti duruyordu ki, kafasında düştü düşecekti neredeyse; sahibi, ikide bir kafa atarak yerine getirmeseydi onu düşerdi de. Topuklarına kadar inen bir erkek paltosu giymişti. Kollarını yarıya kadar sıvamıştı, ellerini dışarıya çıkarabilmek içindi herhâlde, çıkarıp da pantolonunun cebine sokmak içindi; çünkü ellerini cebinden hiç çıkarmıyordu. Büyük bir adam gibi, cakalı, afili bir duruşu vardı.

“Ne o arkadaş, nen var?” dedi bu acayip küçük bey, Oliver’a.

“Çok açım, çok yorgunum.” diye cevap verdi Oliver, konuşurken gözleri dolu doluydu. “Uzun yoldan geliyorum. Yedi gündür yürüyorum.”

“Anladım.” dedi delikanlı. “Yedi gündür yürüyorsun ha. Gaga’nın yüzünden olacak. Ama…” diye ilave etti Oliver’ın şaşkınlığını görerek. “Gaga’nın ne olduğunu bilmezsin herhâlde, öyle değil mi arkadaşım?”

Oliver geçen kelimenin ekseri kuşların ağzını tarif ettiğini duyduğunu söyledi saf saf.

“Amma da toysun be!” diye bağırdı küçük bey. “Gaga demek hâkim demek yahu; Gaga’nın emriyle yürüdüğün zaman da dosdoğru gidemezsin, durmadan yukarı çıkarsın, hiç inmeden. Hiç değirmende bulunmadın mı?”

“Ne değirmeni?” diye sordu Oliver.

“Bayağı değirmen, öyle bir değirmen ki, kodese bile girebilecek kadar az yer kaplar; yel esmediği zaman daha iyi işler, çünkü çalıştıracak adam bulamazlar. Ama haydi yürü şimdi.” dedi küçük bey. “Tıkınacak bir şeyler istiyorsun demek? Gel o hâlde. Ben de az kokoz değilim ha… Ama bir iki paralık bir şeyler alabiliriz, sonra da bir çaresine bakarız. Haydi! Hadisene be! Yürü, kerkenez!”

Oliver’ın kalkmasına yardım etti; küçük bey, onu yandaki mumcu dükkânına götürdü, oradan domuz sucuğuyla yüz dirhem ekmek aldı, sucuk temiz dursun ve toz topraktan uzak olsun diye de somuna bir delik açıp içine soktu sucuğu. Küçük bey ekmeği koltuğunun altına sıkıştırarak küçük bir meyhaneye girdi, binanın arka tarafındaki mahzene doğru götürdü Oliver’ı; orada esrarlı delikanlı emrederek bir bira testisi getirtti; Oliver yeni arkadaşının talimatı üzerine yemeye koyuldu, sindire sindire yedi, bu arada garip çocuk, büyük dikkatle ona bakıyordu ikide bir.

“Londra’ya mı gidiyordun?” dedi garip çocuk, Oliver yemeğini bitirince.

“Evet.”

“Yatacak yerin var mı?”

“Yok.”

“Paran?”

“Yok.”

Garip çocuk, paltosunun koca kollarının izin verdiği kadar ellerini cebine sokup bir ıslık çaldı.

“Londra’da mı oturuyorsun?”

“Evet, evden dışarı çıkmadığım zamanlar.” dedi çocuk. “Geceyi geçirmek için bir yer istersin herhâlde, öyle değil mi?”

“Elbette.” dedi Oliver. “Bizim oradan ayrılalı, bir dam altı görmedim hiç.”

“Sen keyfine bak, bana bırak işi.” dedi küçük bey. “Bu gece Londra’da kalmam gerek, orada oturan muhterem bir bey tanıyorum, beş para bile almadan bedavasına yatırır seni; tabii tanıdığı bir bey tarafından tanıştırılırsan eğer. Beni de tanımaz doğrusu ya!”

Küçük bey gülümsedi, sanki konuşmasının son kısmının istihzalı olduğunu belirtmek istermiş gibi; bu arada birasını da bitirdi.

Bu barınak teklifinin karşı durulamayacak bir cazibesi vardı; üstelik yaşlı beyin şüphe götürmeyecek bir tarzda hemencecik rahat bir yer temin edeceği de kararlaşmıştı. Bu daha bir dostça, daha samimi bir konuşmanın açılmasına sebep oldu, bu sırada arkadaşının adının Jack Dawkins ve yukarıda zikredilen yaşlı beyin gözdesi olduğunu öğrendi.

Mr. Dawkins’ın görünüşü, himayesine aldığı kimselere pek öyle ahım şahım bir rahat temin edebileceğini göstermiyordu; ama gelişigüzel, ulu orta konuşmasına bakılırsa ve arkadaşları arasında kendisine “Becerikli Düzenbaz” adının verilmiş olduğunu itiraf ettiğine göre; hamisinin ahlak kaideleri, çocuğun üstünde pek sökmemiş olabilir diye düşündü Oliver. Bu intibaya rağmen yaşlı bey hakkında en kısa bir zamanda iyi fikir beslemeye karar verdi. Düzenbaz’ın ıslah olmaması, gelecekteki tanışacağı beyin şerefini azaltamayacağını düşündü.

Jack Dawkins, Londra’ya gece olmadan önce girmek istemediğinden Islington’daki istasyona vardıklarında saat on bir sularıydı. Angel’dan St. John’s Road’a geçtiler. Sadler’s Wells Tiyatrosu’na çıkan küçük bir sokağa girdiler; derken Exmouth Street Coppice Row’dan geçip yoksullarevinin yanındaki küçük avludan aşağı indiler; bir zamanlar Hockley-In-The-Hole denilen, klasik tarzdaki bir parktan, Little Saffron Hill’e; oradan Saffron Hill The Great’e. Derken, o tepe boyunca hızlı hızlı gitmeye başlayan Dawkins, Oliver’a peşini bırakmamasını söyledi.

Her ne kadar Oliver, liderini gözden kaçırmaması için bütün dikkatini sarf ediyorduysa da yürüdükçe yolun iki yanına göz atmaktan alamıyordu kendini. Bundan daha pis, daha sefil bir yer görmemişti. Sokak dardı, çamur içindeydi, hava pis kokularla doluydu. Küçük küçük dükkânlar vardı ama ticari mal olarak hiçbir şey yok gibiydi; gecenin bu saatinde bile, çığlık çığlığa içeri dışarı koşup duruyorlardı. Mevkinin umumi şaşaası içinde, en canlı görünen meyhanelerdi; İrlandalı aşağı tabakadan halk boğuşup duruyordu, orada burada ana yoldan ayrılan avlular, üstü kapalı sokaklar, sarhoş kadın ve erkeklerin, pislik içinde, herkesin gözü önünde debelendiği, küçük kulübeler vardı. Kapıların çoğundan, sapına kadar serseri kılıklı tipler beliriyordu, hayırlı iş peşinde olmadıkları belliydi.

Tepenin dibine vardıklarında “Acaba kaçsam mı?” diye düşünüyordu Oliver. Arkadaşı kolundan tuttu, Field Lane’e yakın bir evin kapısını iterek açıp Oliver’ı içeri soktu, arkasından da kapıyı kapadı.

“Kim o?” diye bir ses geldi Düzenbaz’ın ıslığına karşılık.

“Plummy ile Siam!” dedi küçük bey.

Merak edilecek bir şey olmadığını ifade eden bir parolaydı herhâlde; çünkü koridorun ta dibindeki duvarda, hafif bir mum ışığı göründü ve eski mutfak merdiveninin kırık yerindeki tırabzandan bir adam başı belirdi.

“İki kişisiniz.” dedi adam, mumu ileri doğru tutup ellerini gözlerine siper ederek. “Yanındaki kim?”

“Yeni bir arkadaş.” dedi Jack Dawkins, Oliver’ı öne iterek.

“Nereden geliyor?”

“Greenland’den. Fagin yukarıda mı?”

“Mendilleri ayırıyor. Çıkın haydi!” Mum geri çekildi, yüz kayboldu.

Oliver tek eliyle tutunarak, öteki eli arkadaşı tarafından sıkı sıkı tutulmuş, büyük zorlukla, karanlık ve kırık dökük merdivenden çıktı; Düzenbaz pek kolaylıkla çıkıyordu oysa, alışık olduğu belliydi. Arka taraftaki bir odanın kapısını iterek açtı, arkasından Oliver’ı içeri çekti. Odanın duvarları, tavanı, kapkara olmuştu pislikten, eskilikten. Ocağın önünde bir masa vardı, üstünde de bira şişesine dikilmiş bir mum, iki üç kalaylı tencere, bir somun ekmek, tereyağı, bir de tabak. Ocağın üstündeki rafa bir iple tutturulmuş, içinde birkaç sosisin kızardığı bir tava vardı, başında, elinde bir çatalla, kocamış, kurumuş bir Yahudi duruyordu, şeytanca bakışları ve iğrenç yüzü, keçeleşmiş kızıl saçlarıyla gölgelenmişti. Üstünde, yağ içinde, ince bir entari vardı, göğsü açıktı; dikkati, bir tavaya, bir üstünde dizi dizi ipek mendillerin asılı olduğu ipe seyiriyordu. Yerde bir alay eski çuvallardan yapılmış, kaba saba yataklar seriliydi. Masanın çevresinde dört beş çocuk vardı. En büyüğü Düzenbaz’dı aralarında, kil pipolarını tüttürüyorlar ve büyük adam tavrıyla içki içiyorlardı. Düzenbaz ihtiyar Yahudi’ye fısıltıyla bir şeyler söylerken bu çocuklar da çevresini aldı, sonra da dönüp Oliver’a sırıttılar. Elinde çatal, Yahudi de sırıttı.

“İşte bu Fagin.” dedi Jack Dawkins. “Arkadaşım Twist.”

Yahudi sırıttı; Oliver yerlere kadar eğilerek selam verdi, derken elini tuttu ve yakından tanımak şerefine nail olmayı ümit ettiğini belirtti. Bunun üzerine, pipolu küçük beyler çevresini sardı, iki elini de sallaya sallaya sıktılar, hele küçük bohça tutan elini. Küçük beylerden biri telaşla kasketini alıp astı; bir başkası ellerini ceplerine sokmak gibi büyük bir lütuf gösterdi; Oliver yorgun olduğundan yatmadan ceplerini boşaltmak için zahmet etmesin diye. Yahudi’nin çatalı, sevgi gösterisinde bulunan gençlerin omuzlarına, kafalarına bol bol batmasaydı, bu iltifatlar daha da ileri gidecekti.

“Seninle tanıştığımıza çok sevindik doğrusu.” dedi Yahudi.

“Düzenbaz, sosisleri çıkar, şu fıçıyı ocağın yanına çek de Oliver otursun! Mendillere bakıyorsun ha? Ne kadar çok değil mi? Yıkamak için çıkarmıştık, işte böyle Oliver, işte böyle. Ha, ha, ha.”

Bu konuşmanın son kısmı, neşeli Yahudi moruğunun, ümit içindeki talebelerinin, gürültülü çığırışmalarıyla selamlanmıştı. Bu gürültü içinde akşam yemeğine oturdular.

Oliver kendi payına düşeni yedi, derken Yahudi cinle su doldurdu. Aynı bardaktan başkası da içeceği için çabuk dikmesini söyledi. Oliver, söyleneni yerine getirdi. Hemen sonra kendisinin hafifçe çuvallardan birinin üstüne kaldırıldığını hissetti, derken derin bir uykuya daldı.

BÖLÜM 9

CANA YAKIN YAŞLI BEYEFENDİ VE BECERİKLİ TALEBELERİ HAKKINDA MÜTEMMİM MALUMAT

Ertesi sabah, Oliver geç uyandı uykusundan. Odada ihtiyar Yahudi’den başka kimse yoktu, o da saplı bir kap içinde kahvaltı için kahve yapıyordu; bir yandan demir saplı bir kaşıkla karıştırıyor, bir yandan da kendi kendine ıslık çalıyordu. İkide bir duruyor, en ufak bir ses bile gelse aşağıdan kulak kabartıyordu. Bir şey olmadığına kanaat getirdikten sonra, eskisi gibi ıslık çalarak karıştırmasına devam ediyordu.

Her ne kadar Oliver uyanmışsa da uykudan kurtaramıyordu kendini. Uykuyla uyanıklık arasında bir uyuşukluk içindeydi. Gözleriniz sıkı sıkı kapalı ve duyularınız tamamıyla şuursuzluğa bürünmüş bir tarzda beş gecede göreceğinizden, gözleriniz yarı açık, çevrenizde olan bitenleri hayal meyal görürken, ekseri daha çok rüya görürsünüz. Bu gibi zamanlarda ölümlü kişi aklının neyle uğraştığını bilir, muazzam güçlerinin farkına varır, arkadaşı vücudun tahakkümünden kurtuldu mu zaman ve mekânı tekmeleyip atarak yeryüzünden sıçrar gider.

Oliver da tam böyle bir durumdaydı. Yahudi’yi yarı kapalı gözle görüyordu; hafif hafif ıslık çalışını duyuyordu, kaşığın, kabın kenarlarına değdikçe fıkırdayışını duyuyordu; bu duyular bir yandan zihnini meşgul ederken bir yandan şimdiye dek tanışmış olduğu herkesle uğraşıyordu.

Kahve olunca Yahudi kabı, ocağın kenarına çekti; birkaç dakika kararsız durakladı, ne yapacağını kestiremiyormuş gibi dönüp Oliver’a baktı ve adıyla seslendi. Oliver cevap vermedi, görünüşe bakılırsa horul horul uyuyordu. Bundan emin olduktan sonra Yahudi kapıya doğru seğirtti ve sürgüyü çekti. Oliver döşemedeki bir kapağın açılıp, içinden küçük bir kutu çıkarılarak masanın üstüne konduğunu duyar gibi oldu; derken Yahudi’nin, gözleri ışıldayarak içine baktığını gördü. Yahudi masaya eski bir sandalye çekerek oturdu. Kutudan, üstünde ışıl ışıl mücevherler olan, altın bir saat çıkardı.

“Hıh!” dedi Yahudi omuzlarını silkerek ve her çizgisiyle korkunç korkunç sırıtarak. “Aferin köpeklere, aferin, sonuna kadar dayandılar. Moruk papaza söylemediler nerede olduklarını bir türlü. Fagin’i ele vermediler! Ne diye versinler? Boyunlarına geçen düğümden kurtulacak değillerdi ya? Ne de ömürleri bir saniye daha uzardı. Hayır, hayır! Aslan çocuklar doğrusu, aslan çocuklar!”

Bu sözlerle ve buna benzer düşüncelerle Yahudi, saati, emin yerine yeniden koydu. Aynı kutudan, en az bir yarım düzine saat daha çıkardı, bu çıkışlar aynı zevkle takip olundu, bundan başka, kıymetli maddelerden, pahalı işçilikle yapılmış, öyle yüzük, bilezik, broş ve mücevherat çıktı ki Oliver ne adlarını biliyordu ne sanlarını.

Bu ufak tefek şeyleri yerine koyduktan sonra, Yahudi başka bir şey aldı eline, o kadar küçük duruyordu ki bu avcunun içinde, üstünde pek küçük bir yazı var gibiydi. Çünkü Yahudi onu masanın üstüne koyup, eliyle gözlerini gölgeleyerek, onu uzun uzun, ciddi ciddi inceledi, derken istediğini başaramamış gibi bıraktı, sandalyesinin arkalığına dayanarak hırıldamaya başladı:

“Ölüm cezası ne hoş şey! Ölüler asla nedamet çekmezler, ölüler hiçbir zaman garip hikâyeleri canlandırmazlar! Ne iyi oldu be! Beşi de bir sırada çekildi ipe! Ele verecek, kalleşlik edecek kimse kalmadı.”

Yahudi bu kelimeleri söylerken boş bakışlarla önüne bakmakta olan parlak kara gözleri, Oliver’ın yüzüne geldi, çocuğun gözleri dilsiz bir merak içinde onun gözlerine bakıyordu. Her ne kadar bu bakışın farkına varması kısacık bir an içinde olduysa bile -tahmin edilebilecek en kısa bir zaman içinde- ihtiyar Yahudi’nin gözlendiğini çakması için yeterdi. Kutunun kapağını çarparak kapadı; masanın üstünde duran ekmek bıçağını kapıp dehşet içinde atıldı, bir yandan da tir tir titriyordu. Bu öfke içindeki hâlinde bile, Oliver bıçağın titrediğini görüyordu.

“Ne yapıyorsun?” dedi Yahudi. “Ne halt etmeye gözlüyorsun beni? Ne diye uyanırsın? Ne gördün bakalım, konuşsana be! Hadi, yoksa gebertirim seni!”

“Uyuyacak fazla uykum kalmamıştı ki.” diye cevap verdi Oliver, boynunu bükerek. “Sizi rahatsız ettiysem özür dilerim efendim.”

“Bir saatten beri uyanık değil miydin sen?” dedi dehşetle kaşlarını çocuğa çatarak.

“Hayır, hayır, valla hayır!” dedi Oliver.

“Emin misin?” diye bağırdı Yahudi, eskisinden daha dehşetle tehdit ederek.

“Valla billa efendim!” diye cevap verdi Oliver ciddi ciddi. “Valla billa!”

“Neyse yavrum.” dedi Yahudi birden eski tavrına dönerek. Yerine koymadan bıçakla biraz oynamak istedi, sanki onu eline oynamak için almış gibi. “Elbette biliyorum, sadece şöyle bir korkutayım demiştim de. Aslan çocuksun sen! Ha, ha, ha! Aslan çocuksun sen, Oliver!” İhtiyar Yahudi, kıkır kıkır gülerek ellerini ovuşturdu. Ama yine de sıkkın sıkkın kutuya doğru bakıyordu.

“Şu güzel şeylerden hiç gördüğün oldu mu yavrum?” dedi Yahudi bir an durup, elini kutunun üstüne koyarak.

“Gördüm efendim.” dedi Oliver.

“Ya?” dedi Yahudi, biraz şaşırarak. “Şey, benim onlar Oliver; bütün varım yoğum şu bir avuç şey. İhtiyarlığımda bunlarla geçinmeye çalışacağım. O, bu cimri diyor benim için, cimri deyip çıkıyorlar.”

Oliver, ihtiyar beyin bu kadar saati olmasına rağmen, böyle pis bir yerde oturduğunu düşünerek bayağı cimri herhâlde diyordu kendi kendine; ama Düzenbaz ile öteki çocuklar için göstermekte olduğu yakınlık aklına geldiği için paralarını onlar için sarf edebileceğini tahmin ederek ihtiyar beye saygıyla bakıp yattığı yerden, kalkmak için müsaade istedi.

“Elbette yavrum, elbette kalkabilirsin.” dedi ihtiyar. “Dur, kapının yanındaki köşede bir su testisi var, al gel onu, sana bir leğen vereyim de yüzünü gözünü yıka yavrum.”

Oliver kalktı, odanın öte yanına gitti. Testiyi kaldırmak için bir an eğildi, başını çevirdiğinde kutu yerinde yoktu.

Yarım yamalak yüzünü yıkayıp ortalığı düzenledikten sonra, leğeni Yahudi’nin talimatına uygun olarak pencereden boşaltmıştı ki Düzenbaz geri geldi; yanında taptaze gencecik bir arkadaşı vardı, Oliver evvelsi gece onu tütün içerken görmüştü. Şimdi Charley Bates diye resmen tanıştırıldı ona. Düzenbaz’ın şapkasının içinde getirdiği birkaç sıcak sandviç, domuz ve kahveyle kahvaltı etmek üzere dördü de oturdu.

“Ne var ne yok bakalım?” dedi Yahudi, Düzenbaz’a hitaben; bir yandan da sinsi sinsi Oliver’a bakarak. “Bu sabah çalıştınız mı yavrularım?”

“Hem de nasıl?” dedi Düzenbaz.

“Ateş gibi.” dedi Charley Bates.

“Aferin çocuklar, aferin.” dedi Yahudi. “Ne getirdin bakalım Düzenbaz?”

“Bir çift cüzdan.” dedi küçük bey.

“İçi dolu mu?” dedi Yahudi iştahla.

“Oldukça.” dedi Düzenbaz; biri yeşil, biri kırmızı iki cüzdan çıkardı.

“Daha da ağır olabilirdi.” dedi Yahudi içini dikkatle gözden geçirdikten sonra. “Ama temiz iş, iyi bir elden çıkmış, öyle değil mi Oliver?”

“Çok güzel.” dedi Oliver. Mr. Charley Bates kahkahayla güldü buna. Oliver gülünecek hiçbir şey göremiyordu bunda.

“Sen ne getirdin bakalım?” dedi Fagin, Charley Bates’e.

“Mendil.” dedi Bates Efendi, dört adet mendil çıkararak.

“Hımm.” dedi Yahudi, dikkatle inceleyerek. “Çok iyi mal, çok iyi. İyi markayı koyamamışlar, markaları gözlü iğneyle çıkarılmalı, Oliver’a nasıl yapılacağını öğretiriz. Ne dersin Oliver ha? Hah, hah, hah!”

“Lütfederseniz.” dedi Oliver.

“Charley Bates gibi sen de kolaylıkla marka çıkarmak istersin, değil mi yavrum?” dedi Oliver’a.

“Çok isterim efendim, öğretirseniz eğer.” diye cevap verdi Oliver.

Bates Efendi, bu cevabı öyle gülünç buldu ki bir kahkaha daha koyuverdi, bu kahkaha içtiği kahveyle buluşunca ve yanlış bir yola girdiğinden neredeyse turfanda boğulmasına sebep olacaktı.

“Amma da toy be!” dedi Charley, kendine gelince, sanki nezaketsiz davranışı için topluluktan özür dilermiş gibi.

Düzenbaz bir şey söylemedi, sadece Oliver’ın gözleri üstüne düşen saçlarını düzeltti ve yavaş yavaş her şeyi öğreneceğini söyledi; bunun üzerine Oliver’ın yüzünün kızardığını gören ihtiyar Yahudi, konuyu değiştirdi ve o sabahki idam merasiminde kalabalık olup olmadığını sordu. Bu Oliver’ı daha da çok şaşırttı; çünkü çocukların verdikleri cevaplara bakılırsa ikisi de idamda bulunmuştu; Oliver şaşıp kalıyordu, hem bu kadar çalışmış hem de idamı görecek kadar vakit bulabilmişlerdi.

Kahvaltı ortadan kaldırıldıktan sonra, neşeli beyefendiyle çocuklar, pek merakâver ve hiç görülmemiş bir oyuna başladılar. Oyun şöyleydi; neşeli ihtiyar beyefendi pantolonun ceplerinden birine enfiye kutusu soktu, ötekine bir cüzdan, yelek cebine bir saat koydu, boynuna da bir zincir taktı; gömleğine yalancı bir iğne iliştirdi, ceketini ilikledi, ceketinin ceplerine gözlük muhafazasını, mendili koydu ve gündüzün herhangi bir vakitte sokaklarda dolaşan ihtiyar beylerin tavrıyla, elinde bir baston, ileri geri odada yürümeye başladı. Kâh ocağın önünde duruyor kâh kapıya gidiyor, dikkat içinde dükkân vitrinlerini seyrediyormuş gibi yapıyordu.