II
Paskalya’dan önceki son hafta Combray’ye gittiğimizde uzaktan, kırk kilometrelik çapta bir mesafeden, trenden gördüğümüz hâliyle Combray; kenti özetleyen, temsil eden, uzaklara onun adına ondan söz eden bir kiliseden ibaretti ve yaklaştığımızda rüzgâra karşı koyunlarıyla dolaşan bir çoban misali, Orta Çağ’dan kalma surların; primitiflerin tablolarındaki küçük kasabalar gibi mükemmel bir çemberle kuşattığı evlerin yünsü, gri sırtlarının koyu renkli uzun harmanisinin etrafında sımsıkı toplanmış olduğunu görürdük. Yörenin boz taşından yapılmış, önü merdivenli, kalkan duvarların gölgelediği evlerin sıralandığı sokaklar, güneş batar batmaz “salon” perdelerini açmayı gerektirecek kadar karanlık olduğundan Cambray’de yaşamak biraz iç karartıcıydı; büyük aziz isimlerine sahip sokaklardı bunlar (Birçoğu Combray’nin ilk senyörlerinin tarihçesiyle ilgiliydi.): Saint-Hilaire Sokağı, halamın evinin bulunduğu Saint-Jacques Sokağı, parmaklıkların önünden geçen Sainte-Hildegarde Sokağı ve bahçenin küçük kapısının açıldığı Saint-Esprit Sokağı; Combray’nin bu sokakları hafızamın öylesine ücra, benim gözümde şimdiki dünyanın renklerinden öylesine farklı renklere boyanmış bir bölgesinde bulunuyorlar ki aslında, onlara hâkim Meydan’daki kilise ve sokakların hepsi, sihirli fenerin görüntülerinden daha gerçek dışı geliyor bana; bazı anlarda şimdi Saint-Hilaire Sokağı’ndan geçmek, L’Oiseau Sokağı’nda -hava deliklerinden çıkan mutfak kokusu hâlâ ara sıra içimde aynı sıcaklıkta, aynı şekilde kesik kesik yükselen eski L’Oiseau Flesché Otelinde- bir oda tutmak, Öbür Dünya’yla, Golo’yla tanışıp Brabant’lı Genoveva’yla sohbet etmekten çok daha muhteşem, doğaüstü bir temas olurmuş gibi geliyor bana.
Büyükbabamın evinde kaldığımız kuzeninin -büyük halamın-kızı olan Léonie halam, kocası Octave eniştenin ölümünden sonra başlarda Combray’den sonra Combray’deki evinden, daha sonra odasından, en sonunda da yatağından çıkmaz; artık “aşağı inmez” olmuştu; sürekli tarifsiz bir acı, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hâli içinde yatıyordu. Özel dairesi, çok daha ileride (üç sokağın arasında, kentin ortasında bir yeşil alan olan Petit-Pré’nin tam aksine) Grand-Pré’ye bağlanan Saint-Jacques Sokağı’na bakardı, hemen her kapının önünde kum taşından üç yüksek basamağın bulunduğu bu monoton, gri renkli Saint-Jacques Sokağı, Gotik tasvirler yontan bir taş ustasının İsa’nın doğumunun veya çarmıha gerilişinin heykelini yapabileceği taşa doğrudan oymuş olduğu bir geçit alayı gibiydi. Aslında halam artık evinin sadece birbirine bitişik iki odasında yaşıyor, öğleden sonraları odalardan biri havalandırılırken bir diğerine geçiyordu. Bunlar -tıpkı bazı yerlerde, havanın veya denizin geniş alanlarında, bizim göremediğimiz sayısız tek hücreli hayvanın bir ışık, bir koku yayması gibi- havada asılı duran erdemin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli, görünmez, dolu dolu yaşanan ahlaklı bir hayatın yaydığı binlerce kokuyla bizi büyüleyen taşra odalarındandırlar; şüphesiz doğal kokulardı bunlar ve âdeta yakındaki kırlar gibi mevsimin rengini taşırlardı ama evcilleşmiş, insani ve içeriye ait, meyve bahçesinden dolaba giren yılın bütün meyvelerinden ustalıkla damıtılmış, mükemmel, saf bir karışım oluştururlar, mevsimlerle değişirler ama birer mobilya gibi eve yerleşirler, kırağının keskinliğini sıcak ekmeğin hoşluğuyla yumuşatırlardı; bir köy saati misali tembel ve dakik, işsiz güçsüz ve düzenli, tasasız ve tedbirliydiler, çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusuydular, kaygıyı arttırmaktan başka işe yaramayan bir huzurda ve içinde yaşamadan geçip gidenler için sınırsız bir şiir kaynağı olan bir yavanlıkta mutluluğu bulmuşlardı. Bu odaların havası öyle teşvik edici, öyle lezzetli bir sessizlikle dolup taşardı ki ben, özellikle Paskalya haftasının hâlâ soğuk olan ilk sabahlarında, Combray’ye yeni geldiğim için tadına daha çok vardığım bu havanın içinde bir oburluk edasıyla yürür dururdum; halama günaydın demek için odasına girmeden önce birkaç dakika ilk odada bekletilirdim; bu odada kıştan kalma bir güneş şöminenin önüne ısınmaya gelmiş olur, iki tuğlanın arasında erkenden yakılmış olan ateş bütün odaya bir is kokusu yayar, odayı, köylerdeki geniş “ocak önleri”ne veya insanın altında durup dışarıda yağmurun, karın yağmasını hatta içeri kapanmanın rahatlığına gemilerin kışın limanlarda barınmalarının şiirselliği de eklensin diye, bir sel felaketinin vuku bulmasını istediği, şatolardaki dev davlumbazlara benzetirdi; dua sandalyesiyle kafa yaslayacak yerlerinde her zaman tığ işi örtüler bulunan desenli kadife koltuklar arasında gidip gidip gelirdim; sabahın nemli ve güneşli serinliğiyle mayalanıp “kabarmış” olan ve odanın havasını âdeta pıhtılaştıran iştah açıcı kokuları ateş, bir hamur gibi yaprak yaprak pişirir, kızartır, şişirir, görünmez ama elle tutulur bir köy pastası, dev bir “kek” hâline getirirdi; bu kokuların arasında, gömme dolabın, konsolun, çiçekli böcekli duvar kâğıdının daha gevrek, daha ince, daha gözde ama aynı zamanda daha kuru olan aromalarını tadar tatmaz, her zaman dillendirilmemiş bir arzuyla dönüp çiçekli yatak örtüsünün sıradan, yapışkan, yavan, ağır, meyveli kokusuna gömülürdüm.
Yan odada halamın kendi kendine alçak sesle konuştuğunu işitirdim. Hiçbir zaman yeterince yüksek sesle konuşmazdı, çünkü kafasının içinde fazla yüksek sesle konuşursa yerinden oynatacağı, kırılmış, değişken bir şey olduğuna inanırdı ama yalnız başınayken bile bu durumu fazla sürdüremezdi, uzun süre hiçbir şey söylemeden duramazdı çünkü konuşmanın boğazına iyi geldiğini, kanın boğazında durup kalmasını önlerse çektiği nefes daralmalarının ve iç sıkıntılarının azalacağı düşüncesindeydi; ayrıca yaşadığı mutlak atalet içinde, en ufak duyumlarına bile olağanüstü önem verirdi; bu duyumlarına yüklediği hareketlilik, onları kendine saklamasını zorlaştırır, iletecek bir sırdaş bulamadığı takdirde de kendine duyururdu, bu bitmez tükenmez monolog onun tek aktivitesiydi. Maalesef, yüksek sesle düşünmeyi alışkanlık hâline getirdiğinden yan odada bir insanın olup olmadığına her zaman dikkat etmezdi, kendi kendine sık sık şöyle dediğini duyardım: “Uyumadığımı kendime mutlaka hatırlatmalıyım.” (Çünkü hiçbir zaman uyumamak onun en büyük iddia kaynağıydı, bu iddianın saygısı ve izleri de hepimizin lügatinde yerini bulmuştu: Sabahları Françoise onu “uyandırmaya” gitmez, odasına “girerdi”; halam gündüz vakti bir şekerleme yapmak istediğinde bize “düşünmeye” veya “dinlenmeye” gittiğini söylerdi; sohbet ederken unutup “beni uyandıran şey” veya “rüyamda gördüğüm” gibi ifadeler kullandığında ise yüzü kızarır, hemen toparlanırdı.)
Birkaç dakika sonra halamı öperdim içeri girip; Françoise çayını hazırlar veya halam, eğer kendini rahatsız hissediyorsa çay yerine hamur işi isterdi; kaynar suya koyulacak ıhlamuru eczane torbasından bir tabağa boşaltmaksa bana düşerdi. Kuruyup bükülen sapların oluşturduğu değişken kafesin kavisli bezemeleri arasında solgun çiçekler, bir ressam tarafından düzenlenip en estetik şekilde yerleştirilmiş gibi açılırlardı. Değişip olağan görünüşlerini kaybeden yapraklar, en alakasız şeyleri; bir sineğin saydam kanadını, bir etiketin yazısız arka yüzünü, bir gül yaprağını andırır ama sanki bir kuş yuvası yapar gibi yığılmış, ufalanmış veya örülmüş olurlardı. Sahte bir düzenlemede yer almayacak binlerce küçük gereksiz detay -eczacının hoş savurganlığı- tıpkı bir kitapta tanıdık bir isme rastladığımızda şaşırmamız gibi, bunların La Gare Caddesi’nde gördüğüm gerçek ıhlamur sapları olduğunu, tam da bu yüzden, yapay değil gerçek olduklarını ve kurudukları için değiştiklerini anlamanın büyük keyfini yaşatırdı bana. Ve her yeni kişilik, eski bir kişiliğin başkalaşımı olduğundan ben de minik gri toplara bakıp açmamış yeni tomurcukları tanırdım ama özellikle küçücük altın gülleri çağrıştıran çiçekleri asılı oldukları narin sap ormanında ortaya çıkaran, pembe bir ay ışığına benzer tatlı parıltı -bir duvarda, silinmiş bir freskin yerini meydana çıkaran ışıltı gibi, ağacın “renklenmiş” kısımlarıyla renklenmemiş kısımları arasındaki farkın işareti- bu taç yaprakların eczane torbasını süslemeden önce, bahar akşamlarını kokularıyla dolduran çiçeklere ait olduklarını gösterirdi bana. Renkleri hâlâ o ay ışığının pembesiydi ama çiçeklerin alaca karanlığı sayılabilecek bu şimdiki kısa hayatlarında yarı yarıya sönmüş ve küllenmişti. Çok geçmeden halam, ölü yaprak ve solgun çiçek lezzetini sevdiği ıhlamuruna küçük bir madlen batırır, yeterince yumuşayınca da bir parçasını bana uzatırdı.
Yatağının bir kenarında limon ağacından iri, sarı bir şifonyerle, hem eczane hem de ana altar9 işlevi gören bir Meryem Ana heykelciğiyle bir Vichy-Célestins şişesinin altında dua kitaplarıyla ilaç reçetelerinin, kısacası halamın yattığı yerden ibadetini de perhizini de sürdürmesi, ne pepsin10 ne de akşam duası saatini kaçırmaması için gereken her şeyin bulunduğu bir komodin vardı. Yatağın diğer tarafı pencereye bitişikti; halam can sıkıntısını gidermek için sabahtan akşama kadar, gözlerinin önünde uzanan sokağa bakıp İranlı prensler gibi, Combray’nin gündelik ama hatırlaması güç tarihçesine dalar gider, sonra da Françoise’la birlikte yorumlardı.
Halam yanında oturalı daha beş dakika olmamışken onu yorarım endişesiyle beni dışarı gönderirdi. Sabahın bu saatinde henüz peruğu olmadığı için açık olan, kemikleri, dikenli bir tacın sivri uçları veya bir tespihin taneleri gibi göründüğü solgun, donuk alnını dudaklarıma doğru uzatıp, “Hadi küçüğüm, git artık, git de ayin için hazırlan; aşağıda da Françoise’la karşılaşırsan söyle de sizinle fazla oyalanmasın, bir ihtiyacım var mı diye yukarı çıkıp bir baksın.” derdi bana.
Yıllardır halama hizmet eden ve bir gün tamamen bizim hizmetimize gireceğine o sıralar ihtimal dahi vermeyen Françoise bizim orada olduğumuz aylar boyunca gerçekten de halamı biraz ihmal ederdi. Çocukluğumda, biz henüz Combray’ye gitmezken Léonie halam kışı Paris’te, annesinin evinde geçirdiği zamanlar Françoise’ı öyle az tanırdım ki yılbaşında büyük halamın evine gitmeden önce, annem elime bir beş frank sıkıştırır ve şöyle derdi: “Sakın yanlış kişiye verme! Ben ‘Günaydın Françoise!’ deyip o sırada senin koluna hafifçe dokunurum, o zaman verirsin.” Halamın loş sofasına girer girmez karanlıkta, şeker elyafından yapılmış gibi dimdik ve kırılgan, etkileyici bir başlığın kıvrımlarının altında, önceden yerleşmiş bir minnet tebessümünün iç içe yayılan halkalarını görürdük. Bu tebessüm, koridorun küçük kapısının eşiğinde, bir nişin içindeki azize heykelciğiymiş gibi hareketsiz ve ayakta duran Françoise’a aitti. Bu kilise karanlığına biraz olsun alışılınca Françoise’ın yüzünde tarafsız bir insanlık aşkı, yılbaşı hediyesi umudunun kalbinin en asil köşelerinde hayat bulduğu, yüksek sınıflar için beslediği sevecen bir saygı fark edilirdi. Annem sertçe kolumu çimdikler ve gür bir sesle, “Günaydın Françoise!” derdi. Bu işaretle birlikte parmaklarım açılır, avcumdaki parayı kararsız da olsa uzanmış bir ele bırakırdım. Combray’ye gitmeye başladığımızdan beri Françoise’dan başka kimseyi çok da iyi tanımıyordum; biz onun gözdeleriydik; en azından ilk yıllarda, halama gösterdiği özeni bize de gösterirdi, daha coşkulu bir sevgi duyardı çünkü ailenin bir parçası olmamızın getirdiği saygınlığa (Aile fertleri arasındaki görünmez kan bağına Yunan trajedi yazarları kadar saygı duyardı.) her zamanki efendileri olmayışımızın çekiciliği eklenirdi. Bu yüzden de Paskalya arifesinde Combray’ye vardığımız zaman annem Françoise’a, kızının, yeğenlerinin hatırını, torununun şirin olup olmadığını, büyüyünce ne olacağını, büyükannesine çekip çekmediğini sorduğunda bizi büyük bir sevinçle karşılar, o günlerde Combray’de esen buz gibi rüzgârlar yüzünden havaların hâlâ ısınmamış olmasına bizim adımıza hayıflanırdı.
Etrafta kimsecikler kalmadığında Françoise’ın yıllar önce ölen ailesi için hâlâ gözyaşı döktüğünü bilen annem, tatlı tatlı onlardan konu açar, hayatları hakkında binbir ayrıntı sorardı.
Annem, Françoise’ın, damadından hoşlanmadığını ve damadının varlığının, kızıyla birlikte olmaktan alacağı zevkin azalmasına sebep olduğunu sezmişti. Dolayısıyla Françoise Combray’den birkaç kilometre uzaklıktaki evlerine onları görmeye gideceği zaman, annem gülümseyerek, “Eğer Julien’in işi çıkmışsa, evde değilse ve Marguerite’le bütün gün baş başa kalsanız, çok üzülürsünüz ama kaderinize razı olursunuz değil mi Françoise?” derdi. Bunun üzerine Françoise gülerek, “Hanımefendi her şeyi biliyor; hanımefendi Mme Octave için getirtilen ve kalbinizin içindekileri bile görebilen X (X’i, kendisi gibi bir cahilin bu bilimsel terimi kullanabilmesine gülerek, sahte bir zorlanmayla, kendi kendine alay ederek söylerdi.) ışınlarından beter.” diye karşılık verir ve onunla meşgul olunmasından dolayı mahcup, belki de ağladığını görmememiz için ortadan kayboluverirdi; annem, bir köylünün hayatının, mutluluklarının, acılarının ilgi uyandırabileceğini, kendinden başka insanlar için bir sevinç veya üzüntü kaynağı olabileceğini hissetmenin bu yumuşak heyecanını ona yaşatan ilk kişi olmuştu. Halam, sabahın beşinden itibaren peksimeti andıran, kolalanmış, kusursuz kıvrımlı başlığıyla, mutfağında da bayramlık kıyafetleri içindeki kadar güzel olan bu zeki, çalışkan hizmetkârı annemin ne kadar takdir ettiğini bildiği için, Combray’ye ziyaretimiz süresince, Françoise’dan biraz vazgeçmeye razı olurdu; Françoise her şeyi iyi yapar, sağlığı yerinde olsun olmasın, hiç sesini çıkarmadan göze batmadan arı gibi çalışırdı; halamın hizmetkârları arasında, annem sıcak su veya kahve istediğinde, suyu gerçekten kaynar hâlde getiren bir tek Françoise’dı; bir evde onun dâhil olduğu türde hizmetkârlar, eve ilk kez gelen bir yabancının en hoşlanmadığı hizmetkârlardır çünkü belki de ev sahiplerinin bu misafire ihtiyaçları olmadığını ve kendilerini işten çıkarmaktansa onu misafir etmekten vazgeçeceklerini bildiklerinden, misafirin gönlünü kazanma zahmetine katlanmayıp herhangi bir kibarlık göstermezlerdi; ama aynı zamanda efendilerinin üzerine titrediği hizmetkârlardır çünkü efendiler, bir misafirde olumlu izlenim bırakan ancak genellikle onarılamaz bir beceriksizliği gizleyen o sahte inceliğe, yaltakçı gevezeliğe tenezzül etmez ve onların gerçek yeteneklerini tecrübeyle bilirler.
Annemlerin bütün ihtiyaçlarının karşılandığından emin olduktan sonra Françoise, halama pepsinini vermek ve öğle yemeğinde ne yiyeceğini sormak için tekrar yukarı çıkar, genellikle önemli bir konuda görüşünü belirtmesi veya açıklamada bulunması gerekirdi:
“Mme Goupil, kız kardeşini almaya on beş dakika geç gitti, düşünebiliyor musunuz Françoise? Yolda biraz oyalanıp da kiliseye rahip kutsal ekmekle şarabı dağıtırken varırsa hiç şaşırmam!”
“Eh! Sonunda olacağı budur!” diye cevap verirdi Françoise.
“Françoise beş dakika önce gelseydiniz, elinde Mme Callot’nun sattıklarının iki katı kalınlığındaki kuşkonmazlarla geçen Mme Imbert’i görecektiniz; hizmetçisinden öğrenin bakalım, nereden almış. Siz bu sene bütün soslara kuşkonmaz koyuyorsunuz ya, misafirlerimiz için de öyle güzellerinden alırdınız.”
“Saygıdeğer pederden aldığına kuşkum yok.” derdi Françoise.
“Ah benim zavallı Françoise’cığım! Saygıdeğer pederden almış olur mu hiç?!” diye karşılık verirdi halam omuz silkerek. “Siz de biliyorsunuz ki onun yetiştirdikleri ufacık, işe yaramaz kuşkonmazlar. Bunlarsa kol kadardı diyorum size! Sizin kolunuz kadar değil elbette ama bu sene daha da zayıflayan benim kolum gibiydiler… Françoise, şu biraz önceki kafamı şişiren gürültüyü işitmediniz mi?”
“Hayır, Madam Octave.”
“Ah! Küçüğüm, Tanrı’ya şükredin kafanız pek sağlammış. Doktor Piperaud’yu çağırmaya giden Maguelone’un sesiymiş. Doktor anında çıktı, birlikte L’Oiseau Sokağı’na döndüler. Çocuklardan biri hastalanmış olmalı.”
“Ah yüce Tanrı’m!” diye iç geçirdi Françoise, kendisi, tanımadığı birinin başına bir kötülük gelse bile dünyanın öbür ucunda da olsa hemen ağlamaklı konuşmaya başlardı.
“Françoise ölüm çanları kimin için çaldı? Ah! Tanrı’m, Mme Rousseau içindir! Geçen akşam vefat ettiğini unutuvermişim. Ah! Yüce Tanrı’mın beni de çağırma vakti geldi artık. Zavallı Octave’cığım öldüğünden beri kafam yerinde değil. Ama sizin de vaktinizi alıyorum kızım…”
“Ama hayır Madam Octave, benim vaktim o kadar değerli değil; vakti yaratan bize parayla satmadı ya! Gene de gidip şu ateşe bakayım sönmüş olmasın…”
Böylece Françoise’la halam, günün ilk olaylarını, bu sabah seansında birlikte değerlendirmiş olurlardı. Ama bazen de olaylar öyle gizemli ve önemli bir niteliğe bürünürlerdi ki halam Françoise’ın yukarı çıkmasını bekleyemezdi, art arda dört defa çalan zilin muazzam sesi evin içinde yankılanırdı.
“Ama Madam Octave pepsin saati henüz gelmedi ki!” derdi Françoise. “Yoksa bir hâlsizlik mi hissettiniz?”
“Yok canım…” derdi halam. “Aslında öyle de denebilir, biliyorsunuz ki artık kendimi hâlsiz hissetmediğim bir an bile yok gibi; bir gün Mme Rousseau gibi kendimi bilmeden göçüp gideceğim ama zili bunun için çalmadım. İster inanın ister inanmayın Mme Goupil’i hiç tanımadığım bir kızla gördüm biraz önce. Hadi, gidin de Camus’den biraz tuz alın. Théodore, o kızın kim olduğunu mutlaka biliyordur.”
“M. Pupin’in kızıdır.” derdi Françoise sabahtan beri iki defa Camus’ye gitmiş olduğundan hazırdaki açıklamayı benimsemekten yana.
“M. Pupin’in kızı mı?! Ah! Ne diyorsunuz Françoise’cığım! Öyle olsa tanımaz mıyım?!”
“Ama büyük kızını demiyorum ki Madam Octave, küçüğünü kastediyorum, Jouy’da, yatılı okulda olanı. Bu sabah galiba ben de gördüm onu.”
“Ha! O zaman başka…” derdi halam. “Bayram için geldi herhâlde. Tabii ya! Şimdi anlaşıldı, bayram için gelmiş olacak. Durum buysa Mme Sazerat öğle yemeği için birazdan kız kardeşine gelir. Tamam işte! Galopin’in çırağının da elinde bir turtayla geçtiğini gördüm! Göreceksiniz, o turta kesin Mme Goupil’lere gidiyordur.”
“Mme Goupil’in misafirleri varsa az sonra herkes öğle yemeğine gelir Madam Octave çünkü saat epey geç oldu.” derdi öğle yemeğiyle ilgilenmek için sabırsızlandığı sırada halama böyle bir oyalanma fırsatı çıkacağına sevinen Françoise.
“Yok canım! On ikiden önce gelmezler.” diye cevap verirdi halam kadere boyun eğen bir ses tonuyla ama her şeyden vazgeçmiş olduğu hâlde, Mme Goupil’in öğle yemeği için misafirleri olduğunu öğrenmenin kendisine bu müthiş fakat ne yazık ki bir saatten daha fazla beklemek zorunda kalacağı bir haz verdiğini göstermek korkusuyla duvar saatine endişe dolu kaçamak bir bakış atardı. “Tam da benim öğle yemeği saatime denk geliyor!” diye ekledi alçak sesle kendi kendine. Öğle yemeği onun için yeterli bir oyalanma şekliydi, onun için beraberinde başka bir uğraş daha istemezdi. “Bari, kremalı yumurtamı düz tabakta vermeyi unutmayın.”
Üzeri yazılı resimlerle süslenmiş tek tabaklardı bu düz tabaklar ve halam her yemekte, o gün servis edilen tabağın üzerindeki yazıları okuyarak eğlenirdi. Gözlüklerini takar, yüksek sesle okurdu: “Ali Baba ve Kırk Haramiler, Alâeddin’in Sihirli Lambası.” sonra da gülerek “Güzel, çok güzel…” diye eklerdi.
“Camus’ye gidebilirdim aslında…” derdi Françoise halamın artık kendisini göndermeyeceğinden emin olunca.
“Hayır canım, gerek yok, Matmazel Pupin’dir şüphesiz; Françoise’cığım, sizi de boş yere çağırdığım için pişman oldum, kusura bakmayın.”
Ama halam da biliyordu ki Françoise’ı bir hiç yüzünden çağırmamıştı çünkü Combray’de “hiç tanımadığınız bir kişi” bir mitoloji tanrısı kadar inanılmaz bir varlıktı ve zaten Saint-Esprit Sokağı’nda veya Meydan’da, ne zaman bu hayret verici görüntülerden biri peydah olsa derin araştırmalar sonucunda hayal ürünü kahraman Combray’li birilerinin bilmem kaçıncı dereceden bir akrabası sıfatıyla, yani medeni durumu itibarıyla kişisel veya soyut bağlamda “tanıdığımız biri” düzeyine indirgenirdi mutlaka: Mme Sauton’un askerden dönen oğlu, Başrahip Perdreau’nun manastırdan ayrılan yeğeni, Rahibin Châteaudun’de tahsildar olan, emekliye ayrılan veya bayram için gelen erkek kardeşi gibi… Karşılaşıldıkları an hemen tanınmadıkları için Combray’de tanımadığımız insanlar olduğunu zannetmenin heyecanını yaşatmışlardı. Oysa Mme Sauton da rahip de “misafir” beklediklerini çok önceden belirtmişlerdi. Akşam eve döndüğümüzde halama gezimizden bahsetmek için yukarı, yanına çıktığımda Pont-Vieux yakınlarında büyükbabamın tanımadığı bir adama rastladığımızı söyleme gafletinde bulunursam halam, “Büyükbabanın tanımadığı bir adam mı? Mümkün değil! Hiç olur mu öyle şey!” diye haykırırdı. Buna rağmen, bu haber onu biraz etkilediğinden durumu netleştirmek isterdi, büyükbabam çağrılırdı. “Pont-Vieux yakınlarında kiminle karşılaştınız dayıcığım?” Hiç tanımadığınız biri miydi?” -“Tanımaz olur muyum!” diye cevap verirdi büyükbabam. “Prosper’di, hani şu Mme Bouillebœuf’ün bahçıvanının erkek kardeşi.”– “Ah! Peki öyleyse!” derdi halam biraz rahatlamış ve yüzü hafifçe kızarmış hâlde; sonra “Bu küçük, bana sizin hiç tanımadığınız biriyle karşılaştığınızı söyledi de…” diye eklerdi alaycı bir gülümsemeyle omuz silkerek. Bana bir dahaki sefere daha temkinli olmam ve halamı endişelendirmemek için düşünmeden konuşmamam gerektiği öğütlenirdi. Combray’de neredeyse herkesi, insandan hayvana her şeyi o kadar iyi tanırdık ki halam tesadüfen yanından geçen “hiç tanımadığı” bir köpek görse onu düşünmekten kendini alamaz, mantık yürütme becerisini ve boş saatlerini tamamen bu akılalmaz olaya adardı.
“Mme Sazerat’nın köpeği olmalı.” derdi Françoise söylediğine kendi de pek inanmazdı ya halam “kafa patlatmasın” diye onu biraz olsun yatıştırmaya çalışırdı.
“Sanki ben Mme Sazerat’nın köpeğini tanımıyorum!” diye karşılık verirdi eleştirel zihni bir gerçeği bu kadar kolay kabullenmeyen halam.
“Ah! M. Galopin’in Lisieux’den getirdiği yeni köpeğidir o zaman.”
“Ha! Evet o olabilir.”
“Pek tatlı bir hayvana benziyor.” diye eklerdi Théodore’dan aldığı bilgiyi aktaran Françoise. “Âdeta bir insan gibi akıllıymış, her zaman neşeli, sevecen ve nazikmiş. Bu yaşta böyle kibar hayvan bulmak çok zordur. Madam Octave, ben çıkmak zorundayım, oyalanacak vaktim yok, saat neredeyse on oldu, henüz fırınım yanmadı, kuşkonmazlarımı ayıklayacağım daha…”
“Ama nasıl olur Françoise, yine mi kuşkonmaz! Bu sene cidden kuşkonmaz hastalığına yakalandınız. Parisli misafirlerimizi bıktıracaksınız!”
“Hiç olur mu Madam Octave! Misafirleriniz kuşkonmazı çok seviyorlar. Kiliseden aç dönecekler hem, görürsünüz hiç nazlanmadan yiyecekler.”
“Onlar henüz kiliseye varmamışlardır bile; vakit kaybetmeseniz iyi olur. Hadi siz yemeğinize devam edin.”
Halam Françoise’la böyle çene çalarken ben de annemlerle birlikte ayine giderdim. O kadar severdim ki kilisemizi, görünüşü şimdi bile o kadar canlı ki! Altından geçtiğimiz eskimiş, simsiyah, kalbur gibi delik deşik olmuş giriş sundurmasının köşeleri (biraz ilerisindeki vaftiz kurnası gibi) yamulmuş ve iyice oyulmuştu, sanki kiliseye giren köylü kadınların harmanilerinin ve kutsanmış sudan alan çekingen parmaklarının usulca dokunuşu, yüzyıllar boyu tekrarlanıp tahrip edici bir güç kazanarak taşı aşındırabilmiş, araba tekerleklerinin her gün sürtünerek sınır taşında izler bırakmaları gibi taşta kanallar açmıştı. Altında Combray başrahiplerinin asil kalıntılarının gömülü olduğu, âdeta ruhani bir döşemeye benzeyen koro yerindeki mezar taşları bile cansız ve sert bir madde değildirler çünkü zaman onları yumuşak kılmış, bal gibi akışkanlaştırmıştı, kendi dikdörtgen çevrelerinin dışına taşmışlar, bir yerde sarı bir dalga; çiçekli, Gotik bir büyük harfi önüne katıp sürükleyerek, mermerin beyaz menekşelerini kaplamıştı, diğer yanda ise tekrar toparlanmışlar, özlü Latince yazıyı daha da büzüştürmüş, bu kısaltılmış harflerin dizilişinde bir değişiklik daha yapmış, diğer harfleri haddinden fazla yayılmış olan bir kelimenin iki harfini birbirine yaklaştırmışlardı. Vitraylar, hiçbir zaman güneşin kendini çok az gösterdiği günlerdeki kadar çok parıldamazlardı; bu yüzden, dışarıda hava kapalıysa bilirdik ki kilise ışıldayacaktı; vitraylardan biri boydan boya, iskambil kâğıtlarındaki papazlara benzeyen, en tepede, taştan bir tentenin altında, gökyüzüyle yeryüzü arasında yaşayan tek bir kişilikle doluydu (Ayin saati değilken, bazen hafta içi günlerde öğle vakti -havalandırılmış, boş kilisenin daha insani, daha şaşalı göründüğü, güneş vurmuş güzel ahşaplarıyla, tıpkı Orta Çağ üslubunda bir otelin oyma taşlı, boyalı camlı lobisi gibi, içinde yaşanabilirmiş izlenimi uyandırdığı nadir anlardan birinde- vitrayın eğri, mavi yansımasında, bir anlığına Mme Sezarat’ın diz çöktüğü, yanındaki dua sandalyesine öğle yemeği için karşıdaki pastaneden aldığı, sicimlere bağlanmış pötifurlarla dolu bir paket bıraktığı görülürdü.); bir diğer vitrayda, eteklerinde bir mücadelenin süregeldiği pembe karlarla kaplı bir dağ, şafağın kızıllığıyla parıldayan kar tanelerinin yapışıp kaldığı bir cam gibi, karmakarışık tipisiyle şişirdiği pencereyi kırağıyla kaplamıştı sanki (Sanırım aynı şafak kızıllığı altar panosunu da öylesine canlı renklere boyamıştı ki bu renkler sanki taşa sonsuza dek tutturulmamış da dışarıdan gelen ışık hüzmesi tarafından bir an için oraya yerleştirilmiş, az sonra kayboluverecekmiş gibi görünürlerdi.) ve bütün o vitraylar o kadar eskiydi ki yer yer gümüşi eskilikleri yüzyılların tozuyla ışıldar, o hoş camdan, aşınmış nakışlarına kadar iplik iplik parlardı. Üst bölümde yer alan vitraylardan biri, mavi rengin baskın olduğu, VI. Charles’ı eğlendirmiş olan iskambil oyunlarını andıran, yaklaşık yüz küçük dikdörtgen şeklinde vitraydan oluşuyordu ama kâh bir ışık demetinin parlaması kâh yanıp sönen vitrayda gezinen bakışlarımın, seyyar ve benzersiz bir yangını taşımasından hemen sonra cam, bir tavus kuşu kuyruğunun değişken parıltısına bürünür, ardından titreşen, oynak, alev alev ve olağan dışı, karanlık, kayalık tavandan aşağıya, rutubetli duvarlar boyunca damlayan bir yağmur olup ellerinde ayin kitaplarıyla duran annemleri bir yılan kıvraklığındaki sarkıtlarla renklenen herhangi bir mağaranın ortasında takip ediyormuşum gibi gelirdi bana; birkaç saniye sonra, baklava biçimindeki küçük vitraylar, dev bir madalyona yan yana sıralanmış safirlerin kırılmaz sertliğini, derin şeffaflığını almış olurlar ama arkalarında, bütün bu zenginliklerden daha çok sevilen, güneşin bir anlık gülümsemesi hissedilirdi; güneş, değerli taşları sarmalayan mavi ve hoş ışık selinde olsun, meydanın kaldırım taşları veya pazardaki hasırların üzerinde olsun kolayca tanınırdı hatta Paskalya’dan önce Combray’ye gittiğimiz ilk pazarlar, altın yaldızlı sırça unutmabenilerden dokunmuş bu göz alıcı halıyı, sanki Aziz Louis’nin torunlarından kalma, tarihten bir ilkbaharmış gibi sererek toprağın hâlâ çıplak ve simsiyah olduğunu unutturup beni avuturdu.