banner banner banner
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3


“Ne yapacaksın?” diye sordum.

“Pipo içeceğim.” diye cevap verdi. “Bu en az üç pipoluk bir sorun. Benimle elli dakika kadar konuşmamanı rica ediyorum.” Dizlerini atmaca gibi burnuna doğru çekerek koltuğuna kıvrıldı gözleri kapalı bir hâlde. Piposu tuhaf bir kuşun gagası gibi duruyordu ağzında. Uykuya daldığını düşündüm hatta ben de uyukluyordum ki aniden karar veren bir adam edasıyla koltuğundan fırladı ve piposunu şömine rafına koydu.

“Sarasate, St. James Salonu’nda çalacak bu öğleden sonra.” dedi. “Ne diyorsun, Watson? Hastaların seni birkaç saatliğine bana bağışlarlar mı?”

“Bugün yapacak bir işim yok. Benim mesleğim çok fazla merak uyandırmıyor.”

“O zaman şapkanı al ve benimle gel. Önce şehre uğramam gerekiyor. Yolda bir şeyler yeriz. Programda çok fazla Alman müziği olduğunu gördüm, İtalyan ya da Fransız müziğine tercih ederim. İçe bakışa dayalı bir müzik ve ben de biraz içe bakış yapmak istiyorum. Haydi gidelim!”

Metro ile Aldersgate’e kadar gittik. Kısa bir yürüyüş sonrasında sabah dinlediğimiz o tuhaf hikâyenin geçtiği yere, Saxe-Coburg Meydanı’na ulaştık. Avuç içi kadar, fakir ama temiz bir yerdi. Pis, iki katlı, kiremitli evler; parmaklıklarla çevrili küçük alanlara bakıyordu. Çimlerle kaplı yerler ve birkaç tane solmuş defne ağacı, sisli ortamla büyük bir savaş veriyor gibiydi. Üç yaldızlı top ile süslü, beyaz renkle yazılmış, kahverengi üzerinde “JABEZ WILSON” yazan tabela, köşedeki evde asılıydı. Kızıl saçlı müşterimiz işlerini burada yürütüyordu. Sherlock Holmes evin önünde durup kafasını hafifçe yana eğdi. Göz kapaklarını kısarak pırıl pırıl gözleriyle evi incelemeye başladı. Sonra sokağın bir ucundan diğer ucuna kadar evleri inceleyerek yürüdü. En sonunda tefecinin evine gelip bastonunu iki üç kez kaldırıma kuvvetlice bastırarak sapladı ve sonra kapıyı çaldı. Pırıl pırıl temiz yüzlü bir delikanlı kapıyı hemen açtı ve onu içeriye buyur etti.

“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Buradan Strand’e nasıl gidebileceğimi soracaktım.”

“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra oradan da dördüncü sokağa girin.” diye cevap verdi delikanlı ve kapıyı kapattı.

“Akıllı bir çocuk.” dedi Holmes uzaklaşırken. “Bence Londra’nın en akıllı dördüncü adamı, hatta üçüncüsü olduğunu bile iddia ederim. Onunla ilgili bir şeyler biliyorum.”

“Bu belli oluyor.” dedim. “Bay Wilson’ın yardımcısının, Kızıl Saçlılar Kulübü gizeminde bir parmağı olduğunu varsayabiliriz. Sırf onu görebilmek için adres sorduğuna eminim.”

“Onu değil.”

“O hâlde?”

“Pantolonunun diz kısmını.”

“Peki, ne buldun?”

“Görmek istediğimi.”

“Kaldırımı niye eşeledin?”

“Sevgili doktor, şimdi gözlem yapma zamanı, konuşmanın sırası değil. Biz, düşmanın ülkesindeki iki gizli ajanız. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bir şeyler biliyoruz. Şimdi gizli kalan diğer şeyleri keşfedelim.”

Bir resmin önü ile arkası birbirine ne kadar zıt ise Saxe-Coburg Meydanı’ndan döndüğümüzde karşımıza çıkan yol da meydanla o kadar tezatlık arz ediyordu. Şehrin trafiğini kuzeyden batıya taşıyan ana caddelerden biriydi. Ticaret merkezleri bölgede yoğun olduğu için buranın geleni gideni çoktu. Patika yollar, akın akın yürüyen yayaların ayak izlerinden dolayı siyahlaşmıştı. Lüks dükkânlarla görkemli iş merkezlerinin biraz önce ayrıldığımız sönük ve durgun meydana bitişik olduğunu görmek çok ilginçti.

“Bakalım şimdi…” dedi Holmes köşede durup etrafına bakınarak. “Buradaki evleri sırasıyla hatırlamak istiyorum. Londra hakkında bilgi edinmek benim hobilerimden biri. Tütün dükkânı Mortimer’s, ufak gazete bayisi, City ve Suburban Bankasının Coburg Şubesi, Vejetaryen Lokantası, McFarlane’ın araba garajı… Bunun sonunda da öbür sokağa geçiliyor. Evet doktor, işimizi yaptık ve artık şov zamanı! Önce bir sandviç yiyip kahve içelim, sonra bizi muammalarıyla sinirlendirecek kızıl saçlı müşterilerin olmadığı; tatlılığın, inceliğin ve uyumun bulunduğu keman dinletisine gidelim.”

Arkadaşım çok istekli bir müzisyendi ve sadece yetenekli bir icracı değil, aynı zamanda çok hünerli bir besteciydi. Bütün öğleden sonra bölmesinde mutluluk içinde oturarak dalıp gitmişti ve uzun, ince parmaklarını müziğin ritmine göre sallıyordu. Hafifçe gülümseyen yüzü ve baygın, romantik gözleri ile kendisini müziğe vermişti. Keskin zekâlı dedektif Holmes’tan çok farklıydı. Olağanüstü karakterindeki çift mizacı sırasıyla kendini gösterdi. Uç noktalara varacak kadar dürüst ve kurnaz oluşunun, ara sıra içinde ağır basan romantik ve düşünceli hâli temsil ettiğini düşünmüşümdür hep. Doğasındaki büyük değişimler, onu durgun bir adamdan aşırı enerji dolu biri hâline getirirdi. Bazı zamanlar -daha önceleri de pek çok kez gördüğüm gibi- kemanını ve ciltli, Gotik harfli kitaplarını alıp koltuğundan günlerce kalkmazken bazen de oldukça çetin bir ruh hâline girerdi. Aniden kovalama arzusuyla dolup taşar ve muhteşem mantık gücü, sezgisel bir seviyeye yükselirdi. Onun yöntemlerine alışık olmayan biri, sanki diğer ölümlülerle aynı bilgi dağarcığına sahip değilmiş gibi onu beğenmez, ona aşağılayıcı bir gözle bakardı. O öğleden sonrasında Holmes’u, St. James Salonu’nda, kendini müziğe o denli vermiş hâlde gördüğümde yakalamayı kafasına koyduğu insanları çok şanssız zamanların beklediğini hissettim.

“Şüphesiz eve gitmek istiyorsundur doktor.” dedi salondan ayrılırken.

“Evet, çok iyi olur.”

“Benim de birkaç saat sürecek bir işim var. Coburg Meydanı’ndaki mesele oldukça ciddi.”

“Neden ciddi?”

“Büyük bir suç işlemeyi tasarlıyorlar. Onları zamanında durdurabilmek için elimde her türlü delil var; ancak bugünün cumartesi oluşu durumu zorlaştırıyor. Bu gece yardımlarına ihtiyacım olacak.”

“Saat kaçta?”

“Gece saat onda gelmen yeterli.”

“Onda Baker Caddesi’nde olacağım.”

“Pekâlâ, bu arada doktor, biraz tehlikeli olabilir. O yüzden tabancanı yanına alsan iyi olur.” El sallarken bir anda dönüp kalabalığa karıştı.

Komşularımdan daha kalın kafalı olmadığıma inanıyorum ama Sherlock Holmes ile münasebetlerimizdeki aptallığım canımı sıkmaya başlamıştı. Onun duyduklarını duyuyor, onun gördüklerini görüyordum. Ama her şey bana karmaşık ve garip gelirken o sadece olmuş olanları değil, aynı zamanda olacakları da görebiliyordu. Kensington’daki evime giderken her şeyi gözden geçirdim; ansiklopediyi kopyalayan kızıl saçlının hikâyesinden Saxe-Coburg’e olan gezimize ve benden ayrılırken söylediği o uğursuz sözlere kadar her şeyi… Bu geceki gezimiz neyin nesiydi ve neden silahlı gidecektim? Nereye gidiyorduk ve orada ne yapacaktık? Tefecinin bu düzgün yüzlü yardımcısının çok dehşet verici bir adam olduğunu, Holmes’un üstü kapalı sözlerinden anlamıştım ve bu adam kötü şeyler yapacaktı. Parçaları birleştirmeye çalıştım ama bir süre sonra bundan ümitsizce vazgeçtim. En iyisi ne olup bittiğini öğrenene kadar meseleyi bir kenara bırakmaktı.

***

Saat dokuzu çeyrek geçe evden çıktım, Park’tan geçtim ve Oxford Caddesi’nden geçerek Baker Caddesi’ne ulaştım. İki arabacı kapıda duruyordu ve koridora girerken yukarıdan sesler duydum. Odaya girdiğimde Holmes, iki adamla hararetli bir şekilde sohbet ediyordu. Polis memuru olan Peter Jones’u hemen tanıdım. Diğeri uzun boylu, zayıf, hüzünlü bir yüz ifadesi olan bir adamdı. Çok parlak bir şapkayla insana kasvet verecek kadar düzgün bir redingot giymişti.

“Ah! Artık herkes geldi!” dedi Holmes, çift düğmeli gemici ceketini ilikleyip raftan avcı kırbacını alırken. “Watson, sanıyorum Scotland Yard’dan Bay Jones’u tanıyorsun. Seni Bay Merryweather ile tanıştırayım. Bu geceki maceramızda bize eşlik edecek.”

“Yine çiftler hâlinde avcılığa çıkıyoruz doktor.” dedi kibirli tavrıyla. “Bu arkadaşımız avı başlatmak için mükemmel bir aday. Tek istediği bütün koşuşturmaları yapacak bir köpek.”

“Çılgın bir kaz kafalı bu koşuşturmaları sona erdirmez umarım.” dedi Bay Merryweather canı sıkılmış bir şekilde.

“Bay Holmes’a güvenebilirsiniz efendim.” dedi polis memuru mağrurca. “Kendine has yöntemleri var ve eğer kusura bakmazsa bu yöntemleri biraz fazla teorik ve gerçeklerden uzak bulduğumu söyleyeceğim. Yine de onda bir dedektif ruhu olduğunu kabul etmeliyim. Sholto cinayetinde ve Agra hazinesinde olduğu gibi, birkaç kez neredeyse polis memurlarından bile daha iyi sonuçlar elde etti.”

“Eğer öyle diyorsanız Bay Jones, doğrudur.” dedi yabancı kayıtsızca. “Yine de itiraf etmeliyim ki iskambil kâğıtlarımı özledim. Yirmi yedi yıldır ilk defa cumartesimi kâğıt oynamadan geçiriyorum.”

“Sanıyorum…” dedi Sherlock Holmes. “Hayatında oynamadığın kadar büyük bir miktarla oynayacaksın ve oyun da çok heyecanlı olacak bu gece. Bay Merryweather, ortaya konan para otuz bin pound ve sen de uzun zamandır yakalamak istediğin adamı yakalayacaksın Jones.”

“John Clay; katil, hırsız, şiddet yanlısı ve sahtekâr bir genç adamdır Bay Merryweather ama çok profesyoneldir ve Londra’da herhangi bir suçludan ziyade, kelepçeleri en çok onun bileklerine geçirmek istiyorum. Müthiş bir adamdır bu John Clay. Dedesi bir dük idi. Eton ve Oxford’da bulunmuş. Beyni, parmakları kadar hızlı çalışır. Her köşede onun izine rastlamamıza rağmen kendisini nerede yakalayacağımızı tespit edemiyoruz. Onu bir hafta İskoçya’da dolandırıcılık yaparken diğer hafta ise Cornwall’da yetimhane inşa etmek için para toplarken görebilirsiniz. Yıllardır izini sürüyorum ve bir kere bile onu göremedim.”

“Ümit ederim ki bu gece sizi tanıştırma fırsatına nail olurum. Benim de Bay John Clay ile yaşadığım birkaç olay var ve profesyonelliğin doruğunda olduğunu kabul ediyorum. Saat onu geçmiş, bir an önce işe koyulsak iyi olur. Siz ikiniz ilk arabaya binersiniz. Biz de Watson ile arkadakini alırız.”

Uzun yolculuğumuz boyunca Holmes pek konuşmadı, onun yerine arkasına yaslanıp öğleden sonra dinlediği parçaları mırıldandı. Farrington Caddesi’ne girene kadar, gaz lambaları yanan, dolambaçlı caddelerden geçtik at arabamızla.

“Yaklaştık.” dedi arkadaşım. “Merryweather denen adam bir banka müdürü ve bu olayla kişisel olarak ilgileniyor. Jones’un da bizimle gelmesinde bir sakınca görmedim. Mesleğinde tam bir aptal olmasına rağmen fena bir adam değil. Onun bir olumlu yanı var. Bir buldok köpeği kadar cesurdur ve âdeta bir yengeç gibi tuttuğunu bırakmaz. İşte geldik. Bizi bekliyorlar.”

O sabahki kalabalık yola yeni gelmiştik. Arabalarımızı gönderdik ve Bay Merryweather önderliğinde dar bir koridordan geçtik. Yan kapıya geldiğimizde bize kapıyı açtı. Sonunda çok büyük demir kapısı olan küçük bir koridora girdik. Bu kapı, sarmal merdivenlerin olduğu bir yere açıldı ve burası da çok büyük bir kapıyla sonlandı. Bay Merryweather feneri yakmak için duraksadıktan sonra bizi karanlık, toprak kokulu bir yere yönlendirdi. Üçüncü bir kapıyı açtıktan sonra da sandıklarla ve çok büyük kutularla dolu olan mahzen gibi bir yere soktu.

“Yukarıdan bir zarar gelecek gibi durmuyor.” dedi Holmes feneri kaldırıp etrafı süzerken.

“Aşağıdan da öyle…” dedi Bay Merryweather yerdeki kaldırım taşlarını bastonuyla itekleyerek. “Aman Tanrı’m, bunun içi boş gibi!” dedi sonra yukarıya şaşkınlıkla bakarak.

“Biraz daha sessiz olmanızı isteyeceğim!” dedi Holmes kızarak. “Görevimizin başarıyla sonuçlanması ihtimalini yeterince tehlikeye attınız. Lütfen o sandıklardan birinin üzerine oturun ve hiçbir şeye karışmayın!”

Bay Merryweather sandıklardan birine tünedi vakurca. Yüz ifadesinden çok incindiği anlaşılıyordu. Bu arada Holmes, fener ve büyüteciyle taşların arasındaki çatlakları titizlikle incelemeye başladı çömelmiş bir vaziyette. Birkaç saniye ona yeterli oldu ve tekrar ayağa fırlayarak merceği cebine yerleştirdi.

“En az bir saatimiz var.” dedi. “Çünkü iyi niyetli tefecimiz, güvenle yatağına girmeden önce hiçbir şey yapamazlar; ancak ondan sonra bir dakika bile kaybetmeyeceklerdir; çünkü işlerini ne kadar çabuk bitirirlerse kaçmak için o kadar çok zamanları olacak. Şu an, doktor -gerçi anladığından kuşkum yok- büyük bankaların birinin Londra’daki şubesinin kasasındayız. Bay Merryweather şubenin müdürü ve sana Londra’nın korkusuz suçlularının bu kasayla neden çok ilgilendiklerini anlatacak.”

“Fransız altınlarımız var.” diye fısıldadı müdür. “Bunları çalmak için birtakım girişimlerde bulunulacağı ihbarı geldi.”

“Fransız altını mı?”