banner banner banner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Dünya’nın Merkezine Seyahat


“Yarın, sevgili Axel, bugün ne söylüyorsam aynısını söyleyeceğim.”

Gräuben ve ben, el ele fakat tek kelime etmeden yolumuza devam ettik. O gün hissettiklerim yüzünden bitkin düşmüştüm.

Her şey bir yana, temmuzun ilk günlerine daha çok var diye düşündüm, bu arada amcamı yerin altına gitme tutkusundan kurtaracak birçok şey olabilirdi.

Königstrasse’deki eve vardığımızda akşam olmuştu. Evi tam bir sessizlik içinde, âdeti olduğu üzere amcamı yatağında, Martha’yı ise tüyden yapılma fırçasıyla sona kalan yerlerin de tozunu alırken bulmayı bekliyordum.

Ama amcamın sabırsızlığını hesaba katmamıştım. Onu ağaçlıklı yola eşya indiren birçok hamal arasında bağırıp dururken buldum. Yaşlı kâhyamız oldukça şaşkın bir durumdaydı.

“Gel, Axel gel!” diye bağırdı amcam beni görür görmez, “Seni zavallı! Daha valizini bile toparlamadın, evraklarım düzenlenmedi, valizimin anahtarı nerede? Ve tozluklarıma ne yaptın?”

Yıldırım çarpmışa döndüm. Dilim tutulmuştu. Güçlükle şu cümleyi kurabildim:

“Gerçekten gidiyor muyuz?”

“Elbette, seni zavallı oğlan! Hazırlanacağına dolaşmaya mı çıktın yoksa?”

“Gidecek miyiz?” diye tükenen bir umutla tekrar sordum.

“Evet, yarından sonra, erkenden.”

Kulaklarım artık duymuyordu. Kendi küçük odama sığındım.

Tüm umutlarım artık tükenmişti. Amcam, bütün öğleden sonra bu umutsuz girişim için gerekli araç gereci tedarik etmeye çabalamıştı. Ağaçlıklı yol; ip merdivenler, düğümlü ipler, meşaleler, mataralar, demir kramponlar, kazmalar, demir uçlu bastonlar ve en az on adamın taşıyabileceği malzemelerle doluydu.

Berbat bir gece geçirdim. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Kapıyı açmamaya kararlıydım. Ama kulağıma her zaman bir melodi gibi gelen tatlı sese nasıl karşı koyabilirdim?

“Sevgili Axel?”

Odamdan çıktım. Solgun yüzümün ve kırmızı gözlerimin Gräuben’i etkileyeceğini ve fikrini değiştirmesini sağlayacağını düşünmüştüm.

“Ah sevgili Axel!” diye söze girdi, “Daha iyi gördüm seni. Güzel bir uyku sana iyi gelmiş.”

“İyi mi gelmiş!” diye bağırdım.

Aynaya koştum, aslında gerçekten beklediğimden iyi görünüyordum. Gözlerime inanamadım.

“Axel…” diye devam etti, “Vasimle uzun uzun konuştum. O cesur bir filozof, bir cesaret timsali ve sen de damarlarında onun kanının aktığını unutmamalısın. Bana planlarından, umutlarından, amacına niçin ve nasıl ulaşacağından bahsetti. Şüphesiz başaracak. Sevgili Axel, insanın kendisini bilime adaması yüce bir şey! Bay Lidenbrock’ya ve dolayısıyla yoldaşlarına nasıl bir şeref verecek düşünsene! Geri döndüğünüzde Axel, sen de onun gibi bir adam olacaksın; onun dengi, özgürce konuşup hareket edebilen ve özgürce…”

Zavallı kız, cümlesini bitirdiğinde kıpkırmızı olmuştu. Onun bu sözleri beni canlandırmıştı. Ama yine de yola koyulacağımıza inanmak istemiyordum. Gräuben’i profesörün çalışma odasına götürdüm.

“Amca, yola çıkacağımız doğru mu?”

“Neden şüphe ediyorsun ki?”

“Şey, şüphe etmiyorum.” dedim canını sıkmamak için, “Ama bu acele niye?”

“Zaman. Zaman geri dönüşü olmayan bir şekilde akıp gidiyor.”

“Ama bugün daha mayısın 26’sı ve haziranın son günlerine kadar…”

“Ne! Seni cehalet timsali genç adam! İzlanda’ya birkaç gün içinde varabileceğini mi düşünüyorsun? Dün beni bir ahmak gibi ortada bırakıp gitmeseydin, seni Liffender&Ortakları’nın Kopenhag bürosuna götürecektim. O zaman Kopenhag’dan Reykjavik’e ayda sadece bir kez, ayın yirmi ikisinde sefer olduğunu görecektin.”

“Yani?”

“Yani, haziranın 22’sine kadar beklersek Scartaris’in gölgesinin Sneffels’in kraterine düşmesini göremeyiz. Yani yolculuğumuzu güvene almak için, olabildiğince hızlı bir şekilde Kopenhag’a gitmemiz gerek. Şimdi git ve toparlan!”

Verilecek bir cevap yoktu. Odama çıktım. Gräuben arkamdan geliyordu. Yolculuk için gerekli her şeyi toplama işini o üstlenmişti. Sanki Lübeck veya Heligoland’a küçük bir seyahate gidiyormuşum gibi oldukça sakindi. Küçük elleri acele etmeden işliyordu. Sakince konuşmaktaydı. Bana bu yolculuğa çıkmam için mantıklı sebepler sayıyordu. Beni eğlendirse de ona kızgındım. Bazen patlayıversem bile o hiç dikkate almadan her zamankinden daha düzenli bir şekilde işini yapmaya devam ediyordu.

Sonunda valizimin son kayışı da bağlandı. Aşağı indim. Bütün gün ustalar ve elektrikçiler kapımızı aşındırdı. Martha aklını kaçırmak üzereydi.

“Efendim aklını mı kaçırdı?” diye sordu.

Kafamı salladım.

“Ve sizi de yanında mı götürecek?”

Yine kafamı salladım.

“Nereye peki?”

Parmağımla Dünya’nın merkezini işaret ettim.

“Mahzene mi?” diye şaşkınlıkla bağırdı yaşlı kâhya.

“Hayır.” dedim, “Ondan da aşağıya.”

Gece olmuştu ama artık zaman mefhumum kalmamıştı.

Amcam, “Yarın sabah tam altıda yola çıkıyoruz.” dedi.

Saat onda cansız bir kütle gibi yatağıma yığıldım. Bütün gece kâbuslar içinde kıvrandım. Uçurumlar görüp durdum. Çıldırmak üzereydim. Profesörün güçlü ellerinin beni yakaladığını, sürükleyip fırlatıldığımı ve paramparça olduğumu görüyordum. Boşlukta hızla düşüyordum. Hayatım sonu gelmeyen bir düşüşe dönmüştü. Saat beşte, bitkin bir şekilde titreyerek uyandım. Aşağı indim. Amcam masada, kahvaltısını yapmaktaydı. Ona dehşet ve tiksintiyle baktım. Ama sevgili Gräuben de oradaydı, tek kelime bile etmedim ve tek lokma bile yiyemedim.

Saat beş buçukta, dışarıda tekerlek sesleri işitildi. Büyük bir araba bizi Altona garına götürmek için gelmişti. Kısa zaman içinde amcamın sayısız kolisiyle tıka basa dolmuştu.

“Senin valizin nerede?” diye sordu.

“Hazır.” diye titrek bir sesle cevapladım.

“O zaman hızlan, yoksa treni kaçıracağız!”

Artık kadere karşı gelmenin bir anlamı kalmamıştı. Tekrar odama çıktım ve valizimi basamaklardan sürükleyerek amcamın peşine düştüm.

Bu esnada, amcam evin idaresini Gräuben’e teslim ediyordu. Benim güzel Virlandalım, her zamanki gibi sakindi. Vasisini öptü fakat narin dudaklarını yanağıma dokundururken gözünden gelen tek damla yaşa engel olamadı.

“Gräuben!” diye mırıldandım.

“Git sevgili Axel, git! Şimdi senin nişanlınım ve geri döndüğünde karın olacağım.”