banner banner banner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Dünya’nın Merkezine Seyahat


Sevgili Martha’mız pazara gitmek istediğinde kapının kilitli olduğunu gördü. Kilidin üzerindeki büyük anahtar ortada yoktu. Kim almış olabilirdi acaba? Tabii ki amcam, dün aceleyle çıktığı gezintiden dönerken almış olmalıydı.

Kasıtlı olarak mı yapmıştı? Yoksa bir dalgınlık sonucu mu? Bizi aç bırakıp öldürmek mi istemişti? Bu bana biraz ileri gitmek gibi geldi! Ne! Martha ve ben hiç ilgimiz olmayan şeylere mi kurban gidecektik? Şu da bir gerçektir ki birkaç sene evvel, amcam mineralleri sınıflandırmak amacıyla büyük bir çalışma yürütürken, kırk sekiz saat boyunca hiçbir şey yememişti ve tüm ev halkı da aynı “bilimsel orucu” tutmak zorunda kalmıştı. Bana gelince, tek hatırladığım şey, aç bir delikanlıya yakışmayacak şekilde karnıma kramplar girdiğiydi.

Görünen o ki akşam yemeği gibi sabah kahvaltısı da atlanacaktı. Fakat ben kahramanca davranmaya ve açlığın neden olduğu kramplar tarafından ele geçirilmemeye karar verdim. Martha bu işi çok ciddiye almıştı, zavallı kadın oldukça gergindi. Bana gelince, eve kapalı kalmak beni çok daha fazla germekteydi, iyi de bir sebebim vardı. Hapsolmuş bir âşığın duyguları kolaylıkla tahmin edilebilir, öyle değil mi?

Amcam çalışmaya devam etti, hayal gücü ise kombinasyonlar diyarında dolanıp durmaktaydı. Gerçek dünyadan çok uzaktaydı, dünyevi ihtiyaçların ise yakınından bile geçmiyordu.

Öğleye doğru, açlık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Hiçbir art niyet taşımayan Martha, bir gece önceden kalanları da silip süpürünce evde yenecek bir şey kalmamıştı. Hâlâ dayanıyordum, bunu bir onur meselesi yapmıştım.

Saat ikiyi vurdu. Bu iş saçma sapan bir vaziyet almaktaydı, daha da kötüsü, katlanılmaz olmuştu. Kendi kendime bu belgenin önemini abartmış olabileceğimi, amcamın buna kesinlikle inanmayacağını, basit bir aldatmaca olarak değerlendireceğini söylemeye başlamıştım. En kötüsünü düşünürsek her şeye rağmen bu keşif gezisine çıkmak için diretirse onu sımsıkı tutup evde kalmasını sağlamalıydım. Olur da bu şifrenin anahtarına kendisi ulaşırsa sonunda ben de bu zorunlu perhizden kurtulmuş olurum.

Bir gece önce olsa hışımla reddedeceğim bu gerekçeler, bana oldukça makul görünmeye başlamıştı. Hatta kendimi bu kadar beklediğim için suçlayacak kadar ileri gittim ve sonunda şifrenin anahtarını açıklamaya karar verdim.

Konuya uygun bir giriş yapmayı düşünürken amcam birden ayağa fırladı, şapkasını taktı ve çıkmaya hazırlandı.

Hayır, tekrar dışarı çıkıyor olamazdı! Bizi yine içeri kilitlemeyecekti! Hayır, asla!

“Amca!” diye bağırdım.

Beni duymuyor gibiydi.

“Lidenbrock amca!” diye yineledim sesimi yükselterek.

“Evet!” diye cevapladı ansızın uyandırılmış bir adam edasıyla.

“Amca, şu anahtar!”

“Hangi anahtar? Kapının anahtarı mı?”

“Hayır, hayır!” diye bağırdım, “Belgenin anahtarı!”

Profesör gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Şüphesiz yüz ifademden bir gariplik olduğunu sezmişti; kolumu kavradı ve tek kelime etmeden beni bakışıyla sorguladı. Evet, daha önce hiçbir soru böylesine net bir biçimde sorulmamıştı.

Başımı aşağı yukarı salladım.

O da kendi başını, sanki bir deliyle uğraşıyormuş gibi acırcasına salladı. Ben daha onaylayıcı bir ifade takındım.

Gözleri ışıldadı ve canlı bir ateşle parladı, elleri tehditkâr bir biçimde titriyordu.

Böylesine kritik bir zamandaki bu sessiz diyalog, en ilgisiz kişinin bile ilgisini çekerdi. Aslında konuşmaya korkuyordum, amcamın heyecanı öyle kuvvetliydi ki beni sevinçle kucaklarken yanlışlıkla boğmasından korkuyordum fakat çok ısrarcı davrandı, ben de açıklamak zorunda kaldım.

“Evet, şu anahtar, şans eseri…”

“Neyden bahsediyorsun sen?” diye tarifsiz bir duyguyla kükredi.

“İşte orada, okuyun.” diyerek üzerine yazdığım kâğıdı uzattım.

“Ama bunda bir şey yazmıyor!” dedi kâğıdı evirip çevirerek.

“Hayır yazmıyor. Tabii sondan başa doğru okumadığınız sürece…”

Daha cümlemi bitirmemiştim ki profesör bir çığlık attı, hayır hayır, âdeta kükredi. Yeni bir ilham gelmişti. Başka bir boyuttaydı!

“Aha! Zeki Saknussemm!” diye bağırdı. “Demek cümleni tersten yazdın!”

Ve kâğıda odaklanıp gözlerini ayırmadan, heyecandan boğuklaşmış bir sesle tüm belgeyi sondan başa okudu.

Şunlar yazıyordu:

In Sneffels Yoculis craterem kem delibat

Umbra Scartaris Julii intra calendas descende,

Audax viator, et terrestre centrum attinges.

Kod feci, Arne Saknussemm.

Kötü bir Latinceyle şöyle tercüme edilebilir:

Temmuz ayının ilk gününden önce,

Scartaris’in gölgesinin düştüğü

Sneffels Yokulu’ndaki kraterden aşağı in cesur gezgin,

Dünya’nın merkezine ulaşmış olacaksın,

ben bunu yaptım, Arne Saknussemm.

Bunu okuyan amcam, sanki bir elektrik kondansatörüne dokunmuş gibi yerinden fırladı. Ataklığı, mutluluğu, inancı inanılmazdı. Volta atmaya başladı, başını ellerinin arasına alıyor, sandalyeleri itiyor, kitaplarını üst üste diziyordu. İnanılmaz gibi gelse de değerli taşlarını havaya atıp tutuyordu. Sonunda sakinleşti ve yaşam enerjisini bol bol harcamış yorgun bir adam misali, koltuğuna oturup arkasına yaslandı.

“Saat kaç?” diye sordu birkaç dakikalık sessizlikten sonra.

“Üç.” diye cevapladım.

“O kadar oldu mu? Öğlen yemeği vakti geçmiş ve ben bunun farkında değilim. Açlıktan ölmek üzereyim. Hadi gel, yemekten sonra da…”

“Evet?”

“Yemekten sonra da valizimi topla.”

“Ne?!” diye bağırdım.

“Ve kendininkini de!” diye ekledi yorulmak bilmez amcam, yemek odasına girerken.

VI. BÖLÜM

Emsalsiz Bir Girişim Üzerine İlginç Tartışmalar