Bu teorilerin Saint-Loup tarafından dile getirilmesi beni mutlu ediyordu. Bu teoriler, Balbec’te kaldığım sırada artık yok denecek kadar küçülmüş görünen Okyanusya’nın Kral ve Kraliçe’sini, dört tane gurmeden oluşan küçük bir topluluğu, genç kumarbazları, Legrandin’in kayınbiraderini gözlerimde devasaymış gibi göstermesine yol açan, Doncières’deki yaşamımda, haklarında konuşulduğunu işittiğim bu subayların altın rengi ışıltısında yıkandığı Sauternes şarabını yudumlarken de ortaya çıkan hissiyatların hayatımın gidişatını raydan çıkartmasına engel olacak bir umut veriyordu bana. Belki de bana bugün zevk veren şeye, şimdiye kadar her zaman olduğu gibi, yarın kayıtsız kalmayacaktım; belki de şu andaki varlığım yakın zamanda yok olmaya mahkûm olmayacaktı çünkü Saint-Loup’nun savaş sanatıyla ilgili bana anlattıklarıyla, bu birkaç akşamdır askerî hayatla bağlantılı duyduğum her şeyin uyandırdığı ateşli ve geçici tutkuya, kalıcı ve entelektüel bir temel ekleniyordu; Kendimi aldatma girişiminde bulunmadan beni kendisine o kadar güçlü bir şekilde bağlayabiliyor ki, Doncières’den ayrıldıktan sonra bile oradaki arkadaşlarımın eserleriyle ilgilenmeye devam edeceğimi ve çok geçmeden tekrar ziyaretlerine gideceğimi düşündürtüyordu. Aynı zamanda, bu savaş sanatının kelimenin tam anlamıyla bir sanat olduğundan emin olmak için:
“Söyledikleriniz, affedersin, söylediklerin çok ilgimi çekti; fakat aklımı kurcalayan bir şey var.” dedim Saint-Loup’ya. “Strateji sanatına büyük heyecan duyabileceğimi hissediyorum; ancak bunu yapabilmek için ilk önce diğer sanatlardan çok da farklı olmadığından, kuralları bilmenin her şey demek olmadığından emin olmam gerekiyor. Savaş planlarının öncekilerinden kopyalandığını söyledin. Tıpkı senin de söylediğin gibi günümüzdeki bir savaşın altında daha eski bir savaşı görmenin ne kadar estetik bir şey olduğunu, kulağa ne kadar çekici geldiğini anlatamam. Peki, o hâlde, komutanın dehasının hiçbir önemi yok mu? Gerçekten de kuralları uygulamaktan başka bir şey yapmıyor mu? Yoksa bilimde olduğu gibi, aynı semptomlara sahip iki hastalık vakasında, son derece küçük bir şeyden, belki tecrübeden kaynaklanan fakat yeniden yorumlanmış bir şekilde, bir vakada şunu, diğerinde bunu yapmaları, birinde ameliyat etmeleri, diğerinde zamanın daha etkili olacağını hisseden büyük cerrahlar olduğu gibi büyük generaller de yok mudur?”
“Elbette vardır! Napolyon’un, tüm kurallar ona saldırmasını emrettiğinde saldırmadığı olmuştur, bazı belli belirsiz sezinlemeler bunu yapmaması için uyarmıştı. Örneğin Austerlitz’i ya da 1806’da Lannes’a verilen talimatları hatırlayın. Oysa bazı generaller, Napolyon’un hareketlerini körü körüne taklit ederek tam tersi sonuçlar almıştır. 1870’de bunun bir düzine örneği vardır. Düşmanın ne yapabileceğinin yorumlanmasında bile, yaptığı şey aslında çok farklı sayıda anlam ifade edebilecek bir semptomdur. Yalnızca mantık ve bilim baz alınırsa, bunların her birinin doğru olma olasılığı eşittir; tıpkı bazı zor durumlarda dünyadaki tüm tıp biliminin, görünmeyen bir tümörün kötü huylu olup olmadığına, ameliyatın yapılmasına gerek olup olmadığına karar vermede güçsüz kalması gibi. Büyük bir doktor gibi büyük bir generalin kararını belirleyen şey; -Mme. de Thèbes (anlıyorsundur beni) misali- onun içgüdüsü ve sezgisidir. Bir örnek vermek gerekirse, bir savaşın arifesinde yapılan araştırmanın ne anlam ifade edebileceğinden söz etmiştim. Fakat düzinelerce başka anlamlara da gelebilir, örneğin: Düşmana bir noktadan saldıracağınızı düşündürürken aslında başka noktadan saldırmak, gerçek harekât için yapılan hazırlıkları görmesini engelleyecek bir perde çekmek, yeni birlikler toplamaya, onları tutmaya, ihtiyaç duydukları yerden farklı bir yerde hareketsiz kılmaya zorlamak, emrindeki güçleri tahmin etmek, onları sezinlemek, elindeki kozları göstermeye mahkûm etmek. Hatta bazen bir harekâta çok fazla sayıda askerin dâhil edilmesi, asıl görevin bu olduğu anlamına gelmez; çünkü bu sadece bir şaşırtma bile olsa, bunu gerçekleştirirken gerçek amacına ulaşıp hakikaten aldatmış olunabilir. Napolyon savaşlarını bu bakış açısıyla anlatacak vaktim olsaydı, emin ol burada uyguladığımız, biz intikaldeyken gelip sırf eğlencesine izlediğin -hasta olduğunu biliyorum, özür dilerim- hareketlerin o kadar yalın kaldığını görürdün ki, bir savaşta yüksek askerî şuranın ihtiyatını, hükmünü ve derin araştırmaları hissedince etkilenmekten kendini alıkoyamazdın; yalnızca maddi bir ışıktan ibaret olan ancak gemileri olası tehlikelere karşı geniş bir alanı tarayıp uyarmak için dolaşan bir deniz fenerinin ışığı misali etkileniyor insan. Belki de sana yalnızca savaş literatüründen bahsederek hata yapmış olabilirim. Gerçekte, toprağın oluşumu, rüzgârın ve ışığın yönü, bir ağacın hangi yönde uzayacağını belirlediği gibi, bir savaşın hangi koşullarda yürütüldüğü, harekâtın yapıldığı ülkenin özellikleri de generalin seçim yapması gereken planları belirler ve sınırlar. Ki bu şu anlama gelir, sıradağlar boyunca, bir vadi yatağının içinde, kimi ovaların üzerinde gerçekleştirilen intikaller, çığın tam anlamıyla kaçınılmaz ve muazzam güzelliğiyle önceden tahmin edilebilir.”
“Komutanın seçim özgürlüğünü, planlarını öğrenmek isteyen düşmanın önsezisini az evvel savunurken, şimdi de inkâr ediyorsun.”
“Hiç de değil! Balbec’te birlikte okuduğumuz felsefe kitabını hatırla: Olasılıklar dünyasının gerçek dünyaya kıyasla zenginliği. Mükemmel. İşte, strateji sanatı için de durum aynıdır. Belirli bir durumda, generalin içlerinden birini seçmesi için dört farklı plan sunulur tıpkı bir hastalığın, doktorun izlemesi gereken çeşitli aşamalar yoluyla iyileşmesi gibi. İnsanoğlunun zayıflığı ve büyüklüğünün belirsiz nedenleri yeniden karşımıza çıkıyor. Varsayalım ki olası nedenlerden ötürü (kazanılmak istenen ikincil hedefler, zamanın kısıtlı olması, elde bulunan kuvvetlerin güç bakımından yetersiz olması, erzak ve teçhizat eksikliği gibi), general bu dört plan arasından diğerlerine kıyasla daha az kusursuz olan ama daha masrafsız, daha hızlı hareket olanağı sunan ve arazisi birliklerini beslemek için daha zengin bir ülke olan birinci planı tercih etti. Başta emin olamayan düşman plan yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra planı açığa çıkaracaktır, engellemek için çalışmalar başlatılsa da başarısızlıkla sonuçlanır (ben buna insanoğlunun zayıflığı diyorum) ve bu plandan vazgeçerek ikinci, üçüncü ya da dördüncü planı yürürlüğe koyar. Fakat aynı şekilde, birinci planı daha sonra gerçekleştirecek olan saldırının bir aldatmacası olarak dener (ben buna insanoğlunun büyüklüğü diyorum), düşmanın beklemediği bir anda gafil avlamak ve köşeye sıkıştırmak için uygulanır. Nitekim Ulm’da düşmanın batıdan ilerlemesini bekleyen Mack, tamamen güvende olduğuna emin olduğu kuzeyden kuşatılmıştı. Aslında bu çok da iyi bir örnek değil. Ulm Savaşı’nda olanlar gelecekteki bir savaşa kopyalanacak türden iyi bir kuşatma örneğiydi; çünkü sadece generallerin ilham arayacağı klasik bir örnek değil aynı zamanda bir tür kristalizasyon gibi bir noktaya kadar gerekli olan (çeşitlilik için, seçim için yer açan birkaç ihtiyaçtan biri) bir yöntemdir. Ancak bütün bunların pek de bir önemi yok çünkü bu koşullar nihayetinde yapay. Tekrar felsefe kitabımıza geri döneceğim; bu, mantık ilkeleri ya da bilimsel yasalar gibidir; gerçeklik aşağı yukarı ona intibak eder; fakat şunu aklından çıkarma ki, büyük matematikçi Poincaré bile matematiğin mutlak doğruluğundan şüphe ediyor. Sana sözünü ettiğim yönetmeliklere gelecek olursak da bunlar gerçekten de ikincil öneme sahiptir, ayrıca zaman zaman değiştirilirler. Örneğin biz süvariler, 1895 Sahra Hizmeti’ne göre hareket ederiz; süvari savaşının, saldırının düşmanda panik yaratmak gibi bir etkisi olduğunu öne süren eski ve modası geçmiş doktrine dayandırıldığı için bunun zaman aşımına uğradığını düşünebilirsin. Oysa en zeki hocalarımız, süvari birliğinin en iyi eğitimli askerleri, bilhassa sana sözünü ettiğim Binbaşı, aksine, zaferi belirleyecek olan şeyin kılıç ve mızrakla göğüs göğüse çarpışarak elde edilebileceğini, yalnızca korku ve panik yaratarak manevi açıdan değil maddi olarak da kazanılabileceğini düşünüyorlar.”
Yanımda oturan arkadaşım: “Saint-Loup oldukça haklı; bir sonraki Sahra Hizmeti’nde bu gelişmenin işaretlerini görmemiz muhtemeldir.” dedi.
“Beni desteklemene müteşekkirim çünkü senin fikirlerin arkadaşım üzerinde benimkilerden daha fazla etki yaratıyor.” dedi Saint-Loup tebessüm ederek, ya arkadaşıyla aramızda doğan samimiyetten biraz rahatsız olmuştu ya da resmî onaylama teşebbüsüne girerek nezaketini gözler önüne serdiğini düşünüyordu. “Belki de yönetmeliklerin önemini küçümsemiş olabilirim; bilemiyorum. Yönetmelikler değişir bunu inkâr edemeyiz. Fakat bu süreçte askerî durumu, yığınak ve harekât planlarını kontrol altında tutarlar. Eğer yönetmelikler yanlış bir strateji anlayışını yansıtırlarsa, yenilginin temel nedeni olabilirler. Bütün bunlar senin için biraz fazla teknik.” dedi bana. “Neticede, savaş sanatının gelişimini en çok hızlandıran şey savaşların kendileridir. Bir savaş eğer uzun sürerse, savaşan taraflardan birinin, düşmanın başarılarından ve hatalarından kendisine çıkarttığı derslerden yararlandığına, düşmanının yöntemlerini mükemmelleştirdiğine ve karşılığında kendisini geliştireceğine şahit oluruz. Ancak bunların hepsi geçmişte kaldı. Topçu taburunun muhteşem ilerlemesiyle, gelecekteki savaşlar, tabii hâlâ savaş olursa, o kadar kısa sürecek ki, ders çıkartıp üzerine düşünmeye vakit bile bulamadan barış antlaşmaları imzalanmış olacak.”
“Bu kadar da alıngan olma.” dedim Saint-Loup’ya, konuşmasının başındaki cümlelere istinaden. “Seni canıgönülden dinliyordum.”
“Bir anda parlayıp alınganlık yapmayacaksan.” diye söze girdi arkadaşı. “Az önce söylediklerine bir şey eklemek istiyorum, eğer savaşlar birbirini kopyalayıp birbiriyle çakışırsa, bu yalnızca komutanın düşüncesinden kaynaklanmaz. Komutanın kendisinden kaynaklanan bir hata askerlerinin aşırı fedakârlık yapmasına yol açabilir; bazı birliklerin yerine getireceği fedakârlık öylesine görkemli olur ki savaşta sahip oldukları roller başka bir savaşta başka bir birliğin üstlendiği role benzetilir; bu olaylar tarihte birbirinin yerini tutan örnekler olarak aktarılır: 1870’e yoğunlaşacak olursak, Saint-Privat’daki Prusya muhafız birliği, Froeschviller ve Wissembourg’daki Cezayirli piyade birliği.”
“Birbirlerinin yerini tutan ha! Çok iyi! Mükemmel! Çok zekice.” diye yorum yaptı Saint-Loup.
Bu son örneklerden, özelden yola çıkarak genelin anlatıldığı zamanlarda hep olduğu gibi etkilenmemiştim. Yine de beni ilgilendiren şey komutanın dehasıydı; bu dehayı neyin oluşturduğunu, belirli koşullarda dehadan yoksun komutan düşmana direnemezken, ilhamlara konu olacak bir komutanın içinde bulundukları tehlikeli konumdan çıkarmak için nasıl adımlar atacağını öğrenmek için can atıyordum; Saint-Loup’nun dediklerine göre, bu çok olasıydı ve Napolyon tarafından pek çok kez gerçekleştirilmişti. Askerî dehanın ne anlama geldiğini anlamak için, isimlerini tanıdığım çeşitli generaller arasından hangisinin belirgin bir şekilde liderlik vasfına sahip olduğunu, hangisinin taktiksel zekâsının daha iyi olduğunu soruyor, yeni arkadaşlarımı sıkma riskini göze alıyordum; gerçi hiçbir can sıkıntısı belirtisi göstermeden, bitmez tükenmez iyi bir mizaçla sorularıma cevap vermeye devam ediyorlardı.
Kendimi hem uzak diyarlara yayılan ve zaman zaman sadece içinde bulunduğumuz mekânda olmanın verdiği zevki daha da keskinleştiren bir trenin düdüğünü ya da bu genç adamların kılıçlarını kuşanıp gitmek zorunda kalacakları saate daha çok vakit olan bir saatin çınladığını duyduğumuz soğuk ama bir o kadar da güzel geceden hem de tüm dışsal takıntılarımdan, neredeyse Mme. de Guermantes’ın hatırasından soyutlanmış hissediyordum; sahip olduğum bu soyutlanmanın başmimarları Saint-Loup’nun ve onun arkadaşlarının samimiyetiydi, bu küçük yemek salonunun sıcak atmosferiydi, özenle hazırlanmış muazzam yemeklerin damakta bıraktığı tattı. İştahım kadar hayal gücümü de zevkle doldurdular; bazen içlerindeki yaşam formları çıkartılmış, içinde birkaç damla tuzlu su kalmış istiridye kabuklarıyla süslenmiş kaplar ya da bir üzüm salkımının sarı yapraklarıyla budaklı sapları bir manzara misali uzaktan ve şiirsel bir şekilde sarıp sarmalıyor, yemek boyunca farklı noktalarda sanki asma ağacının gölgesinde şekerleme yapıyormuş ya da sandalla denize açılıyormuş izlenimi yaratıyordu; diğer akşamlarda yemeğimizin kendine özgü özelliklerini bir sanat eseri gibi doğal düzenlemeler içinde gözler önüne seren kişi aşçıbaşı olurdu; şarapta pişirilmiş bir balık, uzun bir toprak çanak üzerinde servis edilirdi; mavimsi bitkilerden oluşan bir yatağın üzerine uzanmış gibi yerleştirilmiş, tek parça hâlinde; ancak canlı canlı kaynayan suya atıldığı için bükülmüş, kabuklu istiridyeler, yengeçler, karidesler ve midyelerden oluşan bir çemberle çevrelenmiş balık, Bernard Palissy’nin seramik tasarımlarının bir parçasıymış izlenimi uyandırıyordu.
“Kıskanıyorum, çok öfkeliyim.” diyerek dil uzattı Saint-Loup, yarım tebessüm yarım ciddi bir ifadeyle arkadaşıyla yaptığım bitmez tükenmez sohbeti ima ediyordu. “Onu benden daha zeki bulduğun için mi daha çok seviyorsun? Sanırım artık ondan başkasını görmüyorsun, tek düşündüğün o!” Kadınlara düşkün olunan bir toplumda yaşayan bir kadına aşırı derecede âşık olan erkekler, başkalarının o kadar da masum bulmadıkları ve asla cesaret edemeyeceği şakaları rahatça yaparlar.
Konuşma genelleşmeye başlayınca, Saint-Loup’yu incitme korkusuyla Dreyfus’le ilgili herhangi bir konu açılmamasına özen gösterdiler. Ancak, ertesi hafta arkadaşlarından ikisi hem bu kadar askerî bir ortamda yaşayıp hem de âdeta anti-militarist olan Dreyfus sempatizanı gibi davranmasının ne kadar tuhaf olduğuna değindiler. “Nedeni şu.” dedim ayrıntıya girmek istemeyerek. “Çevrenin etkisi insanların düşündüğü kadar önemli değil…” Elbette bu noktada durma ve birkaç gün önce Saint-Loup’ya anlattığım gözlemleri tekrar etmeme niyetindeydim. Bununla birlikte, bu kelimeleri âdeta ezberlenmiş metinden tekrarlarmışçasına söylediğim için: “Aslında, geçen gün söylediğim gibi…” diye ekleyerek kendimi mazur göstermeye başladım. Fakat Robert’in bana ve diğer bazı kişilere olan kibar hayranlığının öteki yüzünü hesaba katmamıştım. Bu hayranlık, kişilerin fikirlerini bütünüyle özümsemesiyle tamamlanma noktasına öylesine ulaşıyordu ki, bir ya da iki gün içinde bu fikirlerin kendisine ait olmadığını tamamen unutmuş oluyordu. Böylelikle, benim mütevazı teorim konusunda Saint-Loup, sanki bu teori doğduğundan beri onun zihninde varmış ve bense onun nezareti altında avlanıyormuşum gibi sıcak bir karşılamanın kendisine yükümlü olduğunu hissetti.
“Evet, elbette; çevrenin önemi yoktur.”
Sözünü kesmemden ya da söylediklerini anlamamış olmamdan korkarcasına telaşla devam etti konuşmaya:
“Asıl etkili olan şey kişinin entelektüel çevresidir! İnsan düşündüğünden ibarettir!”
Akşam yemeğini iyice hazmetmenin verdiği mutlulukla gülümseyerek bir anlık duraksadı, monokl gözlüğünü düşürdü ve delici bakışlarını bana sabitleyerek:
“Aynı düşünceye sahip insanlar benzerdir.” dedi meydan okurcasına. Muhtemelen, sadece birkaç gün geçmesine rağmen, söylenenin aksine söyleyen kişiyi, yani beni tamamen unutmuştu.
Saint-Loup’nun restoranına her akşam aynı ruh hâliyle gitmiyordum. Bize ağırlık veren bir anı, bir keder, kendilerinin hiç farkında olmayacak kadar etkili bir şekilde bizi terk edebiliyorlarsa, geri de dönebilirler, hatta bazen uzunca bir süre bizimle de kalabilirler. Akşamları restorana gitmek için kasabın içinden geçerken, Mme. de Guermantes’a duyduğum özlem o kadar şiddetlenirdi ki nefes almakta güçlük yaşardım; yetenekli bir anatomi uzmanı tarafından göğsümün bir kısmı kesilip çıkarılmış, yerine aynı boyutlarda özlem, sevgi ve acı yerleştirilmişti âdeta. Açılan yara her ne kadar düzgün bir şekilde dikilmiş olsa da başka bir insana duyulan özlemin üzüntüsü kişinin iç organlarının yerini aldığında, hayat zindana döner; özlem organlardan daha fazla yer kaplar, varlığını sürekli hissettirir gibi gelir insana; üstelik vücudunun bir parçasını düşünmek zorunda olmak ne büyük bir tezatlıktır. Hiç olmazsa, bir şekilde daha değerli görünürüz. En ufak bir esinti karşısında sıkıntıyla ama tatlı bir yorgunlukla iç çekeriz. Göğe bakardım. Hava açıksa kendime şöyle derdim: “Belki o da şu anda kırsaldadır; aynı yıldızlara bakıyordur; kim bilir, restorana vardığımda Robert bana şöyle diyebilir: ‘İyi haberlerim var! Az evvel yengemden haber geldi; seninle tanışmak istiyor, hatta buraya geliyor.’ ” Mme. de Guermantes’ı yalnızca göğe baktığım zamanlarda hayal etmiyordum. Ne zaman tatlı bir esinti olsa, bana ondan bir haber gelecekmiş hissine kapılırım; tıpkı uzun zaman önce Méséglise’in mısır tarlasında gezinirken Gilberte’in getirdiği gibi. İnsan değişmez; bir kişiye o duyguyu atfetme sebebimiz, içinde her ne kadar yabancı bir unsur olarak görse de onu canlı tutacağına olan hislerimizdir. Ayrıca, belirli insanlara karşı duyduğumuz bu duyguları daima gerçeğe yaklaştırmaya, yani genel bir duygu içinde özümsemeye çalışırız; insanların bize yaşattıkları ızdırabın sadece iletişim kurmamızı sağlayan bir araç olduğu hissi tüm insanlık için ortaktır. Üzüntümü belirli oranda dindiren şey, onun evrensel aşkın küçük bir parçası olduğunu bilmemdi. Gilberte konusunda hissettiğim ya da Combray’de geceleyin annemin odamda kalmadığı zaman hissettiğim üzüntüleri ve ayrıca şu anda ızdırap için hissettiğim Bergotte’un bazı sayfalarının hatırası, Mme. de Guermantes’ın soğukluğu ve yokluğunu, bir filozofun bu tarz olaylar karşısında zihninde kurduğu sebep sonuç ilişkisini kurduğumda, Mme. de Guermantes’ın bu üzüntülerimin sebebi olmadığı sonucuna varamıyordum. Öyle yaygın fiziksel ağrılar vardır ki vücudun diğer bölgelerine yayılarak genişlerler; ancak doktor acının tam olarak ortaya çıktığı noktaya dokunduğunda, dağılıp tamamen yok olurlar, değil mi? Oysa, o ana kadar sebebini hatta yerini bile belirleyemediğimizden, o kadar müphem, o kadar vahim bir izlenim oluştururdu ki iyileşme olasılığının olmadığını düşünmeye başlardık. Restorana giderken kendi kendime dedim ki: “Mme. de Guermantes’ı görmeyeli iki hafta oldu.” Söz konusu Mme. de Guermantes olduğunda zamanı dakikalarla hesaplayan benim için çok muazzam bir süre gibi geliyordu iki hafta. Benim için artık sadece yıldızlar ve esinti değil, zamanın aritmetik bölümleri de hüzünlü ve şiirsel bir boyut kazanmıştı. Artık her gün, ufalanan dağın kopan tepesi gibiydi; bir gün hatıraları bir yamacından aşağı atarak unutacağımı düşünürken, ertesi gün tepeden aşağı yuvarlanan bir kaya gibi Düşes’i tekrar görme ihtiyacım şiddetleniyordu. Durağan bir dengeye sahip olamadığımdan her gün bir o yana bir bu yana sürükleniyordum. Bir gün kendi kendime şöyle dedim: “Belki bugün bir mektup gelir.” ve yemek salonuna girdiğimde Saint-Loup’ya soracak cesareti buldum:
“Paris’ten hiç haber yok mu?”
“Var.” diye cevap verdi kasvetli tonda. “Ama kötü haber.”
Mutsuz olanın kendisi olduğunu ve haberlerin metresinden geldiğini anladığımda rahat bir nefes aldım. Ancak çok geçmeden, bu durumun sonuçlarından birinin, Robert’in beni yengesiyle görüşmeye götürmesini çok uzun süre engellemek olacağının farkına vardım.
Metresiyle arasında bir kavga çıktığını öğrendim; muhtemelen ya mektupla ya da trenle kısa bir ziyaret ettiğinde. O zamana kadar yaptıkları bütün kavgalar nispeten küçük şeyler olsa da her zaman çözülmezmiş gibi görünürdü. Çünkü metresi anlaşılmaz nedenlerle küplere binip öfkeden deliye dönen, kendisini karanlık dolaba kapatan, akşam yemeğine inmeyen, sorulan hiçbir soruya cevap vermeyen ve sabrınız tükendiğinde dayanamayıp tokadı yapıştırdığınızda ağlaması iki katına çıkan bir çocuk gibiydi. Saint-Loup’nun bu tartışmadan dolayı çok fazla acı çektiğini söylemek, üzüntüsünü, etkisini ve boyutunu basite indirgeyen bir izlenim oluşturur. Yalnız kaldığı zamanlarda, zihninde canlanan tek resim metresinin kendi gayretini görür görmez hissettiği saygıyla ondan ayrılmasıydı; ilk başlarda yaşadığı endişeler yerini telafi edilemez kırgınlıklara bıraktı; endişelerin sona ermesi o kadar hoş bir şeydir ki kırgınlıklar bir kez kesinleştikten sonra barışma, Robert’in gözünde cezbedici bir hâle dönüştü. Bir müddet sonra ızdırap çekmeye başladığı şey ikincil ve tesadüfi bir kederdi; bu hisler en derinlerinden ardı arkası kesilmeyen bir şekilde ortaya çıkıyor, düşünceleriyle daha da güçleniyordu; her ne kadar akıl almaz şey olsa da belki de metresi ondan tek bir haber bekliyordu, hatta belki de bu arada ondan intikam almak için bir akşam bir mekâna gidip bir şeyler yapacaktı ve bunun gerçekleşmemesi için Robert’in yollayacağı tek bir telgraf bile yeterli olurdu, belki de onun kaybettiği fırsatı başkaları değerlendiriyordu, belki de birkaç gün sonra onu geri almak için çok geç olacaktı, belki de metresi başkasıyla konuşuyor olacaktı. Tüm bu olasılıklar arasında hiçbir şeyden emin değildi; metresinin suskunluğu onu öyle bir kederin içine sürüklüyordu ki, Doncières’de gizlendiğini ya da Hint Adaları’na doğru yelken açmış olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı.
Sessizliğin de bir güç olduğu söylenir; bambaşka bir anlamda, sevilen kişinin elinde muazzam bir güce dönüşür. Beklemek zorunda kalan sevgilinin endişesini artırır. Bizi başka bir kişiye yaklaşmaya cezbeden, sessizlik kadar aşılmaz olan engel nedir? Sessizliğin de bir tür işkence olduğu, hapishane hücresine mahkûm edilen kişiyi delirtmeye yetecek bir güce sahip olduğu söylenir. Lakin sevdiğin kişinin sessizliğine maruz kalmak -sessizlikten daha şiddetli- en büyük işkencedir! Robert’in zihninde şu cümleler dolaşıp duruyordu: “Bana tek bir haber bile göndermedi, kim bilir şu anda ne yapıyor? Belki de benden nefret ediyor, belki de nefreti sonsuza kadar sürecek.” Ardından kendisini suçlayıp durdu. Böylece sessizlik onu kıskançlık ve pişmanlıktan deliye döndürmüştü. Hapishanelerdeki sessizlikten daha acımasız olan bu sessizlik başlı başına bir hapishaneydi. Boşluğa rağmen, terk edilmiş kişi tarafından etrafa yayılan görsel ışınların içinden geçemediği boş atmosfer dilimi kuşkusuz manevi fakat girilmesi imkânsız bir kaledir. Gözden ırak olan sevgiliyi bize bir değil, bin gösteren ve her birinin yeni bir ihanetle son bulacağını bize izhar eden sessizlikten daha korkunç bir aydınlatma var mıdır? Bazı zamanlar gerginliğinin ani gevşemesiyle Robert, hâkim olan bu sükûnet döneminin çok geçmeden sona ereceğini, uzun zamandır beklediği mektubun yolda olduğunu hayal ederdi. Mektubu görürdü, geldiğini görürdü, her kapı çaldığında yerinden fırlardı, şiddetli arzusunu dindirmiş olurdu: “Mektup! Mektup!” diye mırıldanırdı. Hayalî bir sevgi vahasına attığı kısa bir bakıştan sonra kendisini yeniden sonsuz sessizliğin gerçek çölünde didinir hâlde bulurdu.
Tek bir tanesini bile ihmal etmeden sevgilisinden kopuşunun tüm kederini ve acısını beklenti içinde yaşıyor; bazı anlarda da bu kopuşa engel olabileceğini düşünüyordu; bütün işlerini bu zamana kadar hiç yapmadıkları bir yurt dışı göçüne göre düzene koyan ertesi gün nerede olacağından artık bihaber düşünceleri, ölmek üzere olan bir insanın bedeninden çıkarılan, vücudun geri kalanından kopmuş olmasına rağmen atmaya devam eden bir kalp misali her şeyden kopuk hâlde çaresizce dolaşan insanlara benziyordu. Her şeye rağmen, birinin savaştan sağ olarak dönebileceğine olan inancının ölüme meydan okumak konusunda yardımcı olması gibi metresinin ona geri döneceğine dair umutları da bu ayrılışa sebat etme gücünü veriyordu. Ve alışkanlık, insanda filizlenen tüm bitkiler arasında yaşamak için besleyici toprağa en az ihtiyaç duyan ve görünürde en çorak kayanın üzerinde ortaya çıkan ilk bitki olduğu için, belki de bu kopuşu sonunda gerçekten alışkanlık hâline getirebildiği bir kandırmaca olarak ele almaya başlayabilirdi. Ancak durumun belirsizliği, kadının hatırasıyla birleşince aşka benzeyen bir hissiyat sarmıştı onu. Bütün bunlara rağmen ona mektup yazmamak için kendisini zor tutuyor, belki de metresiyle bazı şartlar altında yaşamanın onsuz yaşamaktan daha acı verici bir işkence olduğunu ya da son yaşananlardan sonra metresinin kendisine karşı hissettiğini düşündüğü, aşk olmasa da saygı ve itibarı kaybetmemek için ilk olarak onun özür dilemesi gerektiğini düşünüyordu. Doncières’e yakın zamanda bağlanan telefona gidip, metresinin yanına yerleştirdiği hizmetçi kadından haber almakla ya da talimatlar vermekle yetiniyordu. Görünen o ki, iletişim kurmak için başvurduğu bu yol daha zahmetli oluyor ve daha çok vaktini alıyordu; çünkü edebiyatçı dostlarının başkentin çirkinliği hakkındaki yorumlarından etkilenip, fakat özellikle hayvanlarının, köpeklerinin, maymununun, kanaryalarının ve papağanlarının iyiliğini düşünen ve Paris’teki ev sahibinin sonu gelmeyen dırdırlarına artık bir dakika bile tahammül etmek istemeyen Robert’in metresi, Versailles yakınlarda küçük bir eve taşınmıştı. Bu sırada Doncières’de kalan Robert’in gözüne geceleri uyku girmiyordu. Bir keresinde benim odamda yorgunluktan bitap düşüp bir süreliğine uyuyakaldı. Fakat aniden konuşmaya başladı; ayağa kalkıp koşmaya çalıştı, bir şeyi engellemek istiyormuşçasına: “Onu duyuyorum, bunu… Bunu…” diyordu. Ardından uyandı. Rüyasında kıdemli Başçavuş’la birlikte bir taşra evinde olduğunu görmüş. Başçavuş onu evin bir bölümünden uzak tutmaya çalışıyormuş. Saint-Loup, metresine karşı çok şiddetli arzular beslediğini bildiği, son derece zengin ve bir o kadar da ahlaksız bir teğmenin, onun evinde olduğunun farkına varmış. Ve aniden, metresinin haz anında dile getirdiği kesik kesik, düzenli çığlıkları çok net bir şekilde duymuş. Metresinin içeride olup olmadığını anlamak için Başçavuş’u, kendisini odaya götürmesi için zorlamaya çalışmış. Başçavuş da, bir misafirden böylesine münasebetsiz bir istek duyduğu için sinirlenmiş bir havayla Robert’in oraya gitmesine engel olmuş, bu yüzden de Robert bu yaptığını asla unutmayacağını söylüyordu.