Ayinin son ritüelleri tamamlandıktan sonra ilk çağlardaki kiliselerdeki gibi hem papazlık yapan hem de dini bütün olmayı sağlayan Françoise, kadehini son bir kez daha doldurdu, boynunu saran peçeteyi çözdü, kahve ve şaraptan ıslanmış dudaklarını sildikten sonra katladı, halkanın içine geçirdi, kasvet dolu gözleriyle: “Biraz daha üzüm almaz mısınız hanımefendi? Çok güzeller.” diyen genç garsona dönüp teşekkür etti ve “bu sefil mutfaktaki” havanın nefes alamayacak kadar sıcak olduğu konusunda serzenişte bulunarak doğruca pencereyi açmaya yöneldi. Pencerenin kolunu çevirip temiz havayı ciğerlerine çekerken avlunun alt tarafına umursamaz ama bir o kadar da ustalıkla bir bakış attı, Düşes’in henüz başlamaya hazır olmadığını sinsice anlamıştı, bekleyen arabanın içinde küçümseyici, heyecan dolu gözlerle kara kara düşünüyordu ve dünyevi şeylere gösterdiği bir anlık dikkatini havanın tatlılığına, güneşin sıcaklığına ardından da gökyüzüne yöneltti; oradan da çatının köşesine, benim odamın bacasının üzerinde, Combray’deki mutfağından cıvıltılarını duyduğu güvercinleri anımsatan güvercinlerin her ilkbaharda gelip yuva yaptığı yere baktı.
“Ah! Combray, Combray!” diye haykırdı Françoise. Bu yakarışını âdeta şarkı söyler bir tonda yaptı, Arles’e özgü duruluğa sahip yüz hatlarıyla kökeninin Güneylere dayandığını ve ağıt yakarcasına söylendiği toprakların aslında sonradan benimsediği bir topraktan başka bir şey olmadığı konusunda onu seyredenleri düşündürebilirdi. Gerçi öyle olsaydı, pek de doğru olmayabilirdi, çünkü ülkesinde güney bulunmayan hiçbir bölge yoktur; aslına bakarsanız, Güneylilere özgü kısa ve uzun ifadelerdeki hoşluğu Savoylıların ve Bretonluların konuşmasında çok sık karşılaşırız. “Ah, Combray! Kim bilir seni bir daha ne zaman göreceğim, zavallı memleketim! Kim bilir bir daha ne zaman o güzelim alıçların arasından, canım zambakların altından, çekirgelerin ve sanki birisi konuşuyormuşçasına Vivonne’un çıkardığı fısıltılar eşliğinde dolaşacağım. Bunun yerine küçük beyimizin, o iğrenç koridor boyunca yarım saatte bir bitmek bilmeyen koşuşturmasına sebep olan lanet zilini dinlemek zorunda kalıyorum. O zaman bile, yeterince hızlı gelmediğim için küplere biniyor; zile basmadan önce onu duymam gerekiyor sanırım; bir de üstüne, bir dakika geç kalırsan sağa sola ateş püskürüyor. Ah zavallı Combray! Kim bilir, belki de seninle ölünce buluşacağız, bir taş parçası gibi beni mezarın içine attıklarında. Fakat o zaman da o güzelim bembeyaz alıçlarının kokusunu içime çekemeyeceğim. Bana kalırsa ölüm uykusunda bile, hayatım boyunca bana cehennemi yaşatan bu üç kez zile basma sesini duyacağım.”
Françoise’ın kendi kendine konuşması alttaki yelek tamircisinin seslenişiyle son buldu; bu yelekçi, uzun zaman önce Mme. de Villeparisis’yi ziyarete gittiği zaman büyükannemi çok memnun etmişti, hatta Françoise’ın duygularının da ondan eksik kalır yanı yoktu. Penceremizin açıldığını duyduğunda, başını yukarı kaldırdı, iyi günler dilemek için komşusunun dikkatini çekmeye çalışıyordu. Françoise’ın genç kızlığındaki cilvesi, mutfaktaki fırının sıcaklığının, öfkesinin ve yılların da vermiş olduğu donuklaşmış tuhaf bir yüze sahip M. Jupien’ı yumuşatıyordu; yelek tamircisini büyüleyici bir çekingenlik, tevazu ve samimiyetle karışık zarif bir şekilde selamladı fakat asla sesli bir karşılık vermezdi çünkü avluya baksaydı annesinin buyruklarına karşı çıkmış olacaktı bu yüzden asla kafasını dışarı uzatıp pencereden konuşmaya cesaret edemezdi, kaldı ki bu bile (ona göre) hanımının aşağılamalarını dinlemeye yeterliydi. Duran arabayı işaret ederek: “Ne kadar güzel atlar!” dese de aslında mırıldandığı şey: “Ne kadar da külüstür şey!” fakat ne olursa olsun cevap vermek zorunda olduğunu bildiğinden, bağırmak zorunda kalmadan sesini duyurmak için elini ağzına götürerek:
“İsterseniz birisini alabilirsiniz hatta daha fazlasını, fakat siz bu tarz şeylerden hoşlanmazsınız sanırım.”
Ve Françoise takriben: “Bildiğiniz üzere herkesin zevki farklıdır; bu evde sadelikten yanayız.” anlamına gelen mütevazı ve bir o kadar da kaçamak ve mutluluk dolu hareketinin ardından annesinin gelme ihtimaline karşı pencereyi kapattı. Guermantes’lılardan daha fazla ata sahip olan ‘sizler’ derken söylediği aslında ‘bizdik’ fakat Jupien ‘siz’ demekte haklıydı çünkü tüm gün boyunca durmadan öksürdüğü ve evdeki herkesin hastalık kapacak diye korktuğu zamanlarda, sinir bozucu kıkırdaması eşliğinde asla olmamış şekilde davranması gibi tamamen kişisel birkaç haz dışında, Françoise, bütünüyle bir hayvana bağlı olan, onun yakaladığı, yediği, sindirdiği ve sonunda kolayca hazmedilebilecek bir kalıntı sunduğu gıdalarla yaşamını sürdüren bitkiler gibi bizimle bir arada yaşıyordu; varlığını sürdürmesi için zaruri mutluluğunu oluşturan kısımları eski geleneklere uygun olarak, yemek bittikten sonra pencerenin kenarında alınan temiz havanın serbestçe yerine getirilme hakkını, alışveriş yapmak için dışarı çıktığında sokakta belli bir miktar aylaklık yapmak ve tatil günü olan pazar günleri de yeğenini ziyaret etme hakkını da ekleyerek-faziletimizle, servetimizle, yaşam tarzımızla hazırlama görevini üstlenmesi gerekenler bizlerdik. Bu nedenle Françoise’ın, babamın saygınlığının henüz olmadığı bir eve taşınmamızın ilk günlerinde ortaya çıkan buhranın bir kurbanı olması anlaşılabilir bir durumdu; “can sıkıntısı” diye adlandırdığı bu illet, köylerine ya da sevdiceklerine hasret kalan askerlerin intihar etmeye karar vermeden önce söyledikleri son sözdeki ya da Corneille’in kaleme aldığı eserlerdeki “can sıkıntısı” tabirine eş değer bir sıkıntıydı. Françoise’ın sıkıntısını kısa sürede tedavi eden kişi Jupien’dan başkası değildi, çünkü araba almaya karar vermişçesine belirgin ancak bir o kadar da saf hazzı hissetmesini sağlamıştı. “Şu Julienler çok iyi.” (Françoise için zaten aşina olduğu isimlerle yeni öğrendiği isimleri benzetmek çocuk oyuncağıydı.) “Çok değerli insanlar; öyle oldukları yüzlerinden okunuyor zaten.” Jupien aslında, arabamızın olmama sebebinin istemediğimizden kaynaklandığı anlayabiliyor, insanlara anlatabiliyordu. Françoise’ın bu yeni arkadaşı, devlet dairelerinden birinde görev yaptığından evde çok az duruyordu. İlk zamanlarda büyükannemin kızı zannettiği “afacan” küçük kızıyla birlikte yelek tamiri yapan adam, yardımcısının (henüz daha ufak bir kız çocuğu olmasına rağmen büyükannemin Mme. de Villeparisis’yi ziyarete gittiği gün yırtılan eteğini büyük bir ustalıkla diken) kadın giyime yönelip modistra4 olmasının ardından bu mesleği icra etmeye olan ilgisini kaybetmişti. Bir terzinin yanında çırak olarak başlayan, ufak sökükleri tamir eden, kurdeleleri sabitleyen, düğmeleri diken, kıyafetlere pile yapan, kanca ve ilmiklerle kuşakları bağlayan afacan kız çok geçmeden kalfalığa ardından ustalığa kadar yükselmiş, sosyetik hanımlardan da birkaçını müşteri olarak bağladıktan sonra işine evden devam ediyor, diğer bir tabirle bizim avluda çalışıyordu; genellikle atölyedeki bir iki genç kız da yanında çırak olarak ona eşlik ediyordu. O zamandan sonra da Jupien’ın varlığının bir önemi kalmamıştı. Hiç şüphesiz, küçük kız (artık büyümüştü) hâlâ sık sık yelek kesmek zorundaydı. Fakat arkadaşlarının yardımı olduğu sürece kimseye ihtiyacı yoktu. Bu yüzden amcası Jupien bir iş arayışına girmişti. İlk başlarda öğlen yemeklerinde eve gidecek vakit bulabilirken, sonrasında yardımcısının yerini alan adam ancak akşam yemeklerine yetişir olmuştu. Neyse ki “düzenli bir kuruluşa” tayini bizim gelişimizden birkaç hafta sonra gerçekleşti de Françoise’ın sorunlarının en zorlu aşaması olan ilk günleri lüzumsuz ızdırap çekmeden atlatmasına yardımcı olacak kadar uzun süresi vardı. Geçiş döneminde tabiri caizse Françoise için bir yara bandı görevi gören Jupien’ın önemini küçümsemeksizin, şunu itiraf etmeliyim ki ilk başlarda ondan pek hazzetmiyordum. Dolgun yanaklarının ve parlak teninin yarattığı etki yakın mesafede tamamen kayboluyor, kasvetli, hülyalı ve merhamet dolu bakışlarının ardındaki gözleri insana, ciddi şekilde hasta olduğunu ya da acısı taze olan büyük bir kayıp yaşadığını düşündürmeye sevk ediyordu. Ağzını açtığı andan itibaren (bu arada konuşması mükemmeldi) hiç de öyle olmadığını, hatta alaycı ve donuk birisi olduğunu belli ediyordu. Bakışlarıyla sözleri arasındaki bu uyumsuzluktan ortaya çıkan sahtelik nahoştu; herkesin abiye giydiği bir davete sabahlığıyla gelen veya asil bir şahsiyetle konuşmak zorunda kalan köylünün nasıl hitap etmesi gerektiğini bilmediğinden, içinde bulunduğu bu zor durumdan sıyrılmak için sözlerini neredeyse hiçe indiren biri gibi o da bu durumdan rahatsızdı. Jupien’ın cümleleri ise aksine (kıyaslamalar bir kenara) büyüleyiciydi. Muhtemelen sahip olduğu gözlerinin, yüzünü sular altında bırakmasına karşılık olarak (onu tanıdıktan sonra bunu fark etmiyordu insan), nadir görülen ve tanıdığım kişiler arasında en kendiliğinden edebî bir zekâya sahip olduğunu fark ettim; muhtemelen eğitimsizdi ve küçük yaşlarda okuduğu birkaç kitabın yardımıyla sözcüklerini ustaca kullanabiliyor, benimseyebiliyordu. Tanıdığım en yetenekli insanlar erken yaşta ölmüşlerdi. Bu yüzden Jupien’ın de ömrünün yakın bir zamanda biteceğini düşünüyordum. Şefkatliydi, merhametliydi, başkalarına karşı oldukça hassas ve cömertti de. Fakat Françoise’ın hayatındaki rolü, kısa sürede vazgeçilmez olmaktan çıkmıştı. Françoise yerine başkalarını koymayı öğrenmişti.
Bir tüccar ya da bir hizmetçi bir paketle ya da haberle kapımıza geldiğinde, Françoise hiç aldırış etmiyormuşçasına yalnızca boş bir sandalyeyi işaret edip annesinin gelen adama bir cevap vermesini beklerken bir yandan da mutfakta geçirdiği birkaç dakikayı öylesine ustaca değerlendirirdi ki gelen yabancının “Bizde o tarz bir şey yoksa istemediğimizdendir.” görüşünü hafızasına kazımadan gitmesi neredeyse imkânsızdı. Başkalarının bizim paramızın olduğunu bilmesine, zengin olduğumuzu fark etmesine bu kadar önem vermesinin nedeni (Saint-Loup’nun bölümlü makaleler dediği eserler hakkında hiçbir şey bilmediğinden ve sadece “Param var. Hasılatı say.” dediğinden) onun gözünde yalnızca zengin olmanın, erdemli olmayan zenginliğe sahip olmanın hayattaki en yüce değer olması değildi fakat zenginlik olmayan erdemlilik de onun gayesi değildi. Zenginlik onun için, deyim yerindeyse erdemliliğin bir koşuluydu; onsuz erdemliliğin ne değeri ne de etkisi kalırdı. Aralarında yapmış olduğu ayrım o kadar ufaktı ki âdeta her birinin özelliklerini ötekine yükler olmuş, erdemlilikten maddi rahatlık bekleyip, zenginlikten ahlak dersi alma noktasına gelmişti.
Pencereyi kapatır kapatmaz, -aksi takdirde annemin ‘ağzına gelecek her türlü hakareti’ işitmek zorunda kalırdı- Françoise homurdanarak ve iç çekerek mutfak masasını toplamaya koyuldu.
“La Chaise Sokağı’nda kalan bazı Guermantes’lar var.” diye başladı söze babamın uşağı; “Onlarla birlikte kalan bir arkadaşım vardı; faytoncu yamağı olarak çalışıyordu. Bir tanıdığım da, yani tanıdığım dediysem benim değil arkadaşımın kayınbiraderi, Guermantes Baronu’nun saray uşağıyla birlikte askerlik yapmış. Aman sanki babamın oğlu!” diye ekledi uşak; dönemin revaçta şarkılarını söylercesine konuşmalarının sonuna popüler nükteleri de eklemeyi ihmal etmiyordu.
Yaşlı bir kadının yorgun ve hatta Combray dışındaki her şeyi buğulu gören gözleriyle Françoise, kelimelerin altında yatan nükteyi anlamasa da bunun nükteli bir şey olması gerektiğini fark etmişti çünkü konuşmanın gidişatıyla hiçbir bağlantısı yoktu ve şakacı bir insan olduğunu üstüne basa basa söylenmişti. Bu nedenle, “Victor işte, hep böyledir!” derken iyimser ama bir o kadar da şaşkın bir edayla gülümsedi. Bu tür espriler duymanın, -uzaktan olsa bile- toplumun her kesiminde, hatırı sayılır toplumsal zevkleri anımsattığını bildiği için aslında mutluydu; insanlar ellerinden gelenin en iyisini yapmak için acele eder, gerekirse bu yolda hastalanmayı bile göze alır. Ayrıca Françoise, uşağın çok iyi bir dost olabileceğine yürekten inanıyordu; çünkü uşak, Cumhuriyet’in ruhban sınıfına karşı uygulamak üzere olduğu dehşet verici tedbirleri kendisine öfkeli bir şekilde iletmekten asla vazgeçmezdi. Françoise, en acımasız düşmanlarımızın aslında bizle çelişen, bizi ikna etmeye çalışanların değil, bizi mutsuz edebilecek haberleri üreten ve abartanların olduğunu henüz öğrenememişti; bu haberlerde sıkıntımızı dindirebilecek herhangi bir mazeret belirtmemeye özen gösterirler ve muhtemelen bizi, yaptıkları işkenceyi tamamlamak için hem korkunç hem de muzaffer olduklarını göstermemeye çabaladıkları partilere az da olsa saygı duymaya zorlarlar.
“Düşes’in bunların hepsiyle bir bağlantısı vardır mutlaka.” dedi Françoise, bir parçaya andante tonunda girercesine konuşmayı yeniden La Chaise Sokağı’ndaki Guermantes’lılara getirdi. “Kimin söylediğini tam olarak hatırlamıyorum fakat şunlardan biri Dük’ün kuzeniyle evlenmiş. Bir şekilde akraba olmuşlar sonuçta. Ne kadar da harika bir aile şu Guermantes’lılar!” derken bir yandan ailenin ne kadar köklü olduğuna bir yandan da ne kadar görkemli bağlılıkları olduğuna saygıyla değinmiş oldu; tıpkı Pascal’ın,5 dinin doğruluğunu Akıl ve Kutsal Yazılara dayandırması gibi. Çünkü bu iki ifadeyi açıklamak için tek kelime kullanan ve o kelimeyi de “büyük”ten yana kullanan Françoise’ın gözünde bunlar yalnızca tek bir düşünceyi oluşturuyordu; zihninin girintilerindeki karanlığa ışık tutarak parçalanmış taş misali kusurlarını ortaya çıkartan türden bir kelime haznesine sahipti. “Merak ediyorum da Combray’den sadece birkaç mil uzaklıktaki Guermantes Kalesi’nin sahipleri bunlar olabilirler miydi? O hâlde bunlar Cezayir’deki kuzenleriyle de akrabadırlar.” Annemle ben uzun bir süre Cezayir’deki bu kuzenin kim olabileceğini düşünüp durduk; ta ki sonunda Françoise’ın Cezayir6 diyerek kastettiği şeyin aslında Angers7 kasabası olduğunu öğrenene kadar. Bazen uzaktaki şeyler yakında olanlardan daha tanıdık gelebilir bize. “Cezayir” adını yılbaşı zamanlarında hediye gelen tatsız hurmalardan bilen Françoise, daha öncesinde Angers’yi hiç duymamıştı. Onun lisanı da tıpkı Fransızca gibi hatalarla doluydu, özellikle yer adlarında. “Bu konuyu kâhyayla konuşmak isterim. Ne diyorlardı ona?” dedi. Muntazam yoldan soru soruyormuşçasına sözünü yarıda keserek, kendi cevabıyla da devam etti: “Ah, tamam, o Antoine idi!” Sanki bir unvanmış gibiydi Antoine. “Bana doğrusunu söyleyebilecek tek kişi oydu fakat o da tam bir çelebidir ama bir o kadar da bilgiçtir; görseniz sanki konuşmayı bilmediğini ya da dilini kesip attığını düşünürdünüz. Onunla konuşurken cevap bile vermiyor.” diye ekledi, tıpkı Mme. de Sévigné gibi “cevap” diyen Françoise. “Fakat.” diye konuşmasına devam etti asılsızca, “Tenceremde neyin kaynadığını bildiğim sürece başkalarının tabağına göz dikmem. Katolik olsun ya da olmasın. Zaten hiç cesur bir adam değil! (Bu eleştiri, Françoise’ın Combray’de yaşadığı günlerde sahip olduğu, fiziksel cesaretin erkekleri hayvanların seviyesine düşürdüğü hakkındaki fikrini değiştirebilirdi. Fakat öyle olmadı. Cesur sadece çok çalışan anlamına geliyordu.)”
“Bir saksağan kadar hırsız olduğunu da söylüyorlar fakat her söylenene inanmamak gerek. Kiracılar yüzünden hizmetçiler uzun süre orada kalamıyor, kapıcılar kıskanıyor ve Düşes’i onlara karşı dolduruyorlar. Amma velakin Antoine tam bir düzenbazdır, Antoinesse ise ondan da beterdir.” diyerek uşağın karısının tanımlayacak bir sıfat bulamadığından isminin sonuna eklediği kadınsı bir ekle bitirdi cümlesini Françoise; bu kelime yapısını bilinçsizce hafızasına yerleşmiş olan chaoine8 ve chanoinesse9 örneklerinden aldığı aşikârdı. Gerçi haksız da sayılmazdı. Hâlâ Notre-Dame yakınlarında Chanoinesse Sokağı adında bir sokak var; doğruyu söylemek gerekirse Françoise, bu ismi (Chaoinelardan başka kimse ikamet etmediği için) veren Fransızlar kadar çağdaştı. Buna ek olarak, aklına gelen bir başka kadınsı kelimeyi de söylemeyi ihmal etmedi: “Hiç şüphe yok Guermantes Kalesi, Düşes’e ait. Bu durumda oranın “mairesse”i10 de odur. Bu da bir şey.”
“Elbette bir şey.” diye bir hışımla söze daldı ironiyi anlamayan uşak.
“Sence bu bir şey midir, evladım? Onlar gibi insanlar için, belediye başkanı kadın olmuş erkek olmuş hiçbir önemi yoktur. Ah, Guermantes Kalesi benim olsaydı, beni bir daha Paris’e adım atarken göremezdiniz. Monsieur-Madame olarak soylarını devam ettirecek olan bir ailenin özgür kaldıklarında ve kimse engel olmadığında Combray’ye kaçmak yerine bu sefil kasabada kalmaları akıl kârı değil. Ne zamana kadar emekliliklerini erteleyecekler? Zaten istedikleri her şeye sahipler. Ölünceye kadar mı? Ah, yiyecek bir kuru ekmeğim, kışın beni ısıtmaya yetecek kadar çalı çırpım olsaydı, Combray’ye, kardeşimin yanına dönerdim. En azından orada yaşadığınızı hissedersiniz; dört tarafınız evlerle de çevrili değildir, gece vakti tek bir çıt çıkmaz, birkaç mil ötedeki kurbağaların şarkı söylercesine çıkardığı sesler dışında.”
“Kulağa çok güzel geliyor!” diye coşkuyla haykırdı genç uşak, gondolun Venedik’e özgü olması gibi bu son özellik de sanki Combray’ye özgüydü. Babamın hizmetkârından çok daha sonra eve katılan genç uşak, kendisi hakkında konuşmak yerine Françoise’ın ilgisini çekebilecek konular hakkında konuşurdu. Sırf aşçı muamelesi gördüğü zaman tiksintiyle yüzünü kırıştıran Françoise, kendisinden ‘kâhya’ olarak bahseden genç uşağa, kraliyet ailesine üye olmayan prenslerin, kendilerine ‘ekselansları’ diye seslenen iyi niyetli insanlara karşı duyduğu türden bir şefkat besliyordu.
“En azından insan orada neyle uğraştığını, yılın hangi zamanında olduğunu bilir. Burada Paskalya’da, Noel’de çiçek açan düğün çiçeklerine rast gelemezsiniz; ihtiyarlamış bedenimi yataktan çıkarırken tek bir dua çanı bile duymuyorum. Orada sürekli duyabilirsiniz; ufak tefektir fakat içinden: ‘Kardeşim şimdi tarladan dönmek üzeredir.’ deyip gün batımını izleyebilirsiniz, lambaları yakmadan önce o sırada toprağın bereketi kutlarcasına çalmakta olan çanlarını dinleyecek vaktiniz olur. Fakat burada bir gündüz oluyor bir gece ve sonra yatağa gidiyorsunuz dilsiz hayvanlardan hiçbir farkımız kalmıyor.”
“Méséglise’in11 çok güzel bir yer olduğunu duymuştum, hanımefendi.” diye araya girdi genç uşak, tahmin ettiğinden daha soyut bir hâle bürünen muhabbet, sofrada konuşma konusu hâline geldi.
“Ah, demek Méséglise, ha?” dedi Françoise; Méséglise, Combray, Tansonville isimlerinin herhangi birini dile getirirken sergilediği belirgin gülümsemeyle. Bu isimler hayatıyla öylesine özdeşleşmişti ki, dışarıda onlarla her karşılaştığında, bir konuşmanın içinde geçtiğinde takriben bir profesörün kürsüden, çağdaş şahsiyetlere atıfta bulunarak başladığı konuşmasına öğrencilerin hiç beklemediği bir anda isimlerinin okumasıyla yarattığı heyecana benzeyen bir neşe oluşuyordu. Böylesine bir sevincin oluşmasının sebebi, bu yerlerin başka hiç kimsenin hissetmediği şeyleri ona hissettirmesi, çok fazla şey paylaştığı dostlarını hatırlatmasıydı.
“Evet, öyle de denebilir, evladım, Méséglise çok güzel bir yerdir.” bıyık altı bir gülümsemenin ardından devam etti; “Fakat sen Méséglise’i nereden duydun?”
“Méséglise’i nereden mi duydun? Orayı kim bilmez, anlattılar; çok bahsettiler.” Bizim için önemli olan bir şeye başka insanların sahip olduğunu görünce yargılayıcı ifadeyle sorduğumuzdan suç işlemiş birisinin kendisini savunması misali cevap verdi.
“Şu kadarını söyleyeyim, oradaki kiraz ağaçlarının altında durmak, buradaki ateşin önünde tüm gün durmaktan iyidir.”
Onlara Eulalie hakkında bile güzel şeyler söylerdi. Çünkü Eulalie’nin ölümünden bu yana, Françoise’ın, ağza atacak tek bir lokması olmayan, açlıktan nefesi kokan, ardından, hiçbir işi beceremeyip zenginlerin cömertliği sayesinde ‘hava atan’ insanları sevdiği kadar onu sevdiği tamamen aklından çıkmıştı. Eulalie’nin pazardan pazara teyzemden ustalıkla ‘koparmayı’ başardığı paralar artık onun canını sıkmıyordu. Teyzem konusunda da Françoise her fırsatta methiyeler düzerdi.
“Peki Combray’deyken, hanımefendinin bir akrabasının yanında mı kalıyordunuz?” diye sordu genç uşak.
“Evet, Mme. Octave ile birlikteydim, ah çocuklar bir görseniz, âdeta melek gibi bir kadındı; evinde hiçbir şey eksik olmaz ve her şeyin de en iyisi olurdu; çok iyi kadındı; kekliklere, sülünlere, hiçbir şeye acımazdı; akşam yemeğine beş altı kişi çıkagelse, her zaman onların önüne koyabileceği en güzelinden eti, birinci kalite kırmızı ve beyaz şarabı, dilediğiniz her şeyi muhakkak bulundururdu.” (Françoise ‘acımak’ olarak dile getirdiği kelime, La Bruyère’in kullandığı türdendi.)12 “Aylarca, yıllarca kalan akrabalarından sarfiyatlar için tek kuruş para istemezdi. (Françoise bu ifadeyi kullanırken kelimeyi ağzında gevelemedi çünkü ‘sarfiyatın’ yalnızca resmî yerlerde kullanılmadığı, masraf anlamına geldiği bir döneme aitti.) “Ah, o evden kimse eli boş çıkmazdı. Papaz efendinin her zaman bize söylediği gibi, Tanrı’nın huzuruna erişebilecek bir kadın varsa o kadın Mme. Octave’dır. Zavallı hanımefendinin o tiz sesinde söylediği şu sözleri hâlâ aklımda: “Bildiğin üzere Françoise, artık hiçbir şey yiyemiyorum fakat sanki yiyormuşum gibi diğerleri için yemekler yapılsın isterim.” Yemekler onun için değildi elbette. Onu bir görseydiniz, bir torba kirazdan daha ağır değildi; öyleydi. Beni hiçbir zaman dinlemedi, doktora gitmeyi asla kabul etmedi. Ah, bir an önce yiyip sofradan kalkacağınız türden bir ev değildi orası. Hizmetçilerinin düzgün beslenmesini isterdi. İşte daha bu sabah olanlar, ağzımıza bir lokma atacak fırsat bulamadık; başımızı kaşıyacak vaktimiz yok.”
En çok da babamın parçalara ayırdığı peksimetler onun sinirini bozuyordu. Babamın bunu sırf zaman geçirmek ve Françoise’a bir ‘oyuncak’ olması için yaptığından emindi. “Doğruyu söylemek gerekirse, ben hiç böyle bir şey görmedim.” diye tasdikledi genç uşak. Bunu sanki her şeyi görmüş de bütün ülkeleri ve onların bin yıllık geleneklerini barındırdığı tecrübelerine dayanarak hiç böyle peksimet yeme şekline şahit olmamış gibi söylüyordu. “Peki, peki.” diye mırıldandı başuşak, “Fakat hepsi değişebilir; Kanada’da insanlar greve gidecekmiş hatta Bakan, geçen akşam beyefendiye bu iş için iki yüz bin frank aldığını söyledi.” Bunu söylerken ses tonunda herhangi bir kınama yoktu. Bakan son derece dürüst bir adamdı fakat bütün siyasetçileri güvenilmez olarak gördüğünden, zimmetine para geçirme suçuyla sakız çalmak onun gözünde denkti. Bu tarihî lafları doğru duyup duymama konusunda kendisini sorgulamadı bile, suçlunun bir bir anlattıklarını dinleyip hâlâ babamın onu evden kovmamasına da şaşırmıyordu. Ne var ki, Combray felsefesi, Françoise’ın Kanada’daki grevlerin peksimet olayına bir etkisi olur mu diye girdiği beklentiyi ortadan kaldırmıştı. “Dünya döndüğü müddetçe, bizi koşturmaya devam edecek olan efendiler ve onların emirlerini yerine getirecek hizmetkârlar var olacaktır.” Bu daimî hareket teorisini çürüten (muhtemelen Françoise’ın akşam yemeğinin süresini hesaplarken kullandığı zaman ölçülerini kullanmayan) annem, saatin son çeyreğinde şöyle söyledi:
“Ne yapıyorlar anlam veremiyorum? Tam iki saattir akşam yemeğindeler.”
Ardından çekingen bir edayla üç ya da dört kez zili çaldı. Zili duyan Françoise, onun uşağı ve başuşak, bu sesi kendilerine yapılmış ve cevaplamaları gereken bir çağrıdan ziyade, konser veren bir grubun bir sonraki eserlerini sahnelemeden önce akort ettiği enstrümanlarından çıkan, birkaç dakika içerisinde verilen aranın da biteceğini belirten bir ses gibi algıladılar. Zil sesleri tekrarlanıp daha da ısrarlı bir hâle büründüğünde, hizmetçilerimiz de dikkatlerini vermeye başladılar, yükselen zil seslerinden fazla zamanlarının kalmadıklarını ve çalışmaya devam etmeleri gerektiğini anladıklarında derin iç çekip işlerinin başına geçtiler; genç uşak kapının önünde sigara içmek için alt kata inerken, Françoise ise, bizimle ilgili; “Bugün yine formdalar.” tarzında kınayıcı birkaç fikrini belirttikten sonra çatı katındaki eşyalarını düzenlemek üzere yukarı çıktı, o sırada başuşak da özel yazışmalarını tamamlayabilmek için not kâğıdı almaya odama çıktı.
Uşakların bariz gerginliğine rağmen, Françoise en başından beri, Guermantes’ların çok eski zamanlardan beri bu konakta oturmadıklarını fakat yakın geçmişte kiraladıklarını ve ne tarafta olduğunu bilmesem de dairelerinin baktığı bahçenin tıpkı sokak boyunca uzanan diğer bahçeler gibi çok ufak olduğu konusunda beni bilgilendiriyordu; çok geçmeden anladım ki orada ne hendek ne darağacı ne müstahkem13 değirmen ne gizli oda ne sütunlu güvercinlik ne derebeyliğine ait bir fırın ne öşür ahırı, ne zindan ne asma köprü hatta ne gişeler ne imtiyazlar ne siperler ne de hatıra anıtları… Hiçbiri yoktu. Ama Balbec Körfezi, bütün gizemini kaybedip benim için, dünya üzerindeki tuzlu suların, diğerleriyle yer değiştirdiği sıradan parçalardan biri hâline geldiğinde, tıpkı Elstir’in, Whistler’ın Mavi ve Gümüş Armoniler adlı eserindeki opal körfezi Balbec’e benzeterek ona bir kişilik kazandırması gibi, Guermantes ismi, son yerleşkenin Françoise’ın çekiç darbeleriyle yok olduğuna şahit olduğunda, babamın eski dostu bize dönüp Düşes’ten söz ederken şunları söyledi: “Saint-Germain banliyösündeki ilk hanımefendi oydu; Saint-Germain banliyösündeki en önemli ev onunkiydi.” Kuşkusuz, Saint-Germain banliyösündeki en seçkin salon, önde gelen bu evin, hayalini kurduğum diğer konaklardan eksik kalır yanı yoktu. Yine de bu evin (muhtemelen son olacak) mütevazı olsa da maddi bileşenlerinin tamamen ötesinde gizli bir farklılığı vardı.