Книга Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap - читать онлайн бесплатно, автор Марсель Пруст. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap

Fakat diğer localarda, hemen hemen her yerde, o karanlık meskenlerde yaşayan beyaz tanrıçalar, gölgelenmiş duvarlara sığınarak görünmezliklerini sürdürmüşlerdi. Gösterinin devam etmesiyle birlikte, büründükleri belli belirsiz insan figürleri, süsledikleri karanlığın gölgesinden yavaşça birer birer ayrılıyor, kendilerini ışığa doğru yükselttikçe yarı çıplak bedenleri açığa çıkıyor ve seyirleri aydınlıkta son buluyordu; açtıkları ve hafifçe salladıkları tüylü yelpazelerin aralıklarından görünen, incilerle süslenmiş sümbül rengi bukleleri altındaki parlak yüzleri, yelpazenin gel gi-tine ayak uydururcasına karanlık ortamı aydınlatıyordu; ardından bu taraftaki ön sıra başladı; su perilerinin gözlerinden yansıyan berrak yüzeyin ağzına kadar dolan kısmını yer yer sınır olarak belirleyen karanlık, saydam krallıktan ebediyen ayrılmış ölümlüler diyarı. Köşesindeki açılır kapanır koltuklar ve koltuklardaki canavar şekilleri, optik yasalara ve onların geliş açısına göre basit bir sadakatle gözlerin yüzeyini tasvir ediyordu, dış gerçeklik iki bölümden oluşsa bile, ne kadar ilkel olursa olsun, bizimkine benzer bir ruha sahip olmadıklarını bildiğimizden, bir gülümseme ya da tanıyıcı bir bakışla karşılık verirsek kafayı yediğimizi düşünebiliriz; şöyle ki, bunlar madenler ve tanımadığımız insanlardır. Bu sınırın ötesinde, kendi bölgelerine çekilirken, denizin ışıltılı kızları her gülümsediklerinde, uçurumun çıkıntılarına yapışan püsküllü deniz salyangozlarına ya da akıntıların taşıdığı yumuşak deniz yosunuyla süslenmiş başı, cilalı bir taş gibi pırıl pırıl parıldayan gözleriyle suda yaşayan bir yarı tanrıya dönüşüyorlardı. Bu yaratıklara doğru eğilip şeker ikram ediyorlardı; bazen tufanlar, geçe kalmış, güler yüzlü ve mahcubiyetini belli eden, karanlığın derinliklerinden süzülerek gelen hayat dolu Nereid’in17 geçmesine izin vermek için duruluyordu; daha sonra gösteri sona erdiğinde, onları yüzeye çeken dünyanın melodik seslerini daha fazla duyma umudu kalmadığından kız kardeşler aniden geri çekilerek gecenin karanlığında kayboluyordu. Fakat tüm bu geri çekilmelerinin, insanlığın eserlerini görme konusundaki ılımlı tutkularının, onlara yaklaşmasına izin vermeyen meraklı tanrıçaların başlangıç noktası ve en ünlüsü, Guermantes Prensesi’nin sahne locası olarak herkes tarafından bilinen loş bloktu. Küçük tanrıların oyunlarını uzaktan yöneten güçlü bir tanrıça misali Prenses, kasıtlı olarak, locanın yan tarafına yerleştirilmiş mercan kırmızı koltuğun biraz gerisinde duruyordu, arka tarafındaysa muhtemelen bir ayna olan büyük, cama benzeyen su yansıması insana, denizin parıldayan berraklığında güneş ışığının böldüğü düşey, duru ve akıcı bir bölgeyi anımsatıyordu. Kimi su altı fidanları gibi bir anda filizlenip çiçek açan, bir kuşun kanadı kadar yumuşacık olan büyük beyaz bir çiçek Prenses’in alnından yanaklarına doğru sarkıyor, yanağını uysal, cilveli, tutku dolu, bir o kadar da canlı bir kıvraklıkla sarıyor, hatta bir iskele kuşunun yuvasındaki pembe yumurta misali yanağını neredeyse sarıp sarmalıyordu. Saçlarının üstünden kaşlarına kadar uzanan ve boyun hizasına kadar devam eden, güney denizlerindeki bazı sahillerden toplanmış beyaz deniz kabuklarından ve incilerden yapılma bir tül vardı, dalgalardan zar zor çıkmayı başaran bir deniz mozaiği kimi zaman karanlığın derinliklerine geri batıyordu, o zaman bile Prenses’in her yeri aydınlatan o ışıltılı gözleri bir insanın varlığını açığa çıkartmaya yetiyordu. Onu alaca karanlığın diğer kızlarından çok daha üstün kılan güzelliği, tam olarak boynunda, omuzlarında, kollarında, endamında yer almıyordu. Fakat zarif, henüz tamamlanmamış hatları tam bir başlangıç noktasıydı; gözler, karanlık bir perdenin üstüne yansıyan ideal bir görüntü gibi, kadının etrafında hayat bulan görünmez hatları görünür kılıyordu.

“Guermantes Prensesi bu.” dedi yanımda oturan kadın birlikte oturduğu beyefendiye, ‘prenses’ kelimesinin ne kadar saçma bir unvan olduğunu belirtircesine ‘p’ harfini vurgulayarak. “İncilerini de gözümüze sokmayı ihmal etmiyor. Benim onunki kadar incim olsaydı onları böyle sergilemezdim; bence bu yaptığı hiç hoş değil.”

Hâl böyleyken, seyircilerin arasında kimler olduğunu görmek için etrafa bakan herkes Prenses’i görünce, gönüllerindeki meşru güzellik tahtının yükseldiğini hissediyordu. Nitekim bir insanın, Lüksemburg Düşesi’nin, Mme. de Morienval’in, Mme. de Saint- Euverte’in ve diğer pek çoğunun yüzlerini tanımasını sağlayan şey, büyük kırmızı bir burnun tavşan dudakla ya da kırışık bir çift yanağın kaytan bıyıkla yakınlığıydı. Bu yüz hatları aslında kendi başlarına göze çarpmak için yeterliydi, çünkü ünlü ve etkileyici bir ismin insanda uyandırdığı duyguların kaleme alındığı yazılı belgelerin itibari değerine sahiptiler; ama aynı zamanda, çirkinliğin aristokratik bir şeyle ilgili olduğunu ve asil bir hanımefendinin yüzünün seçkin olması şartıyla güzel olup olmamasının pek bir önemi olmadığı fikrini insana aşılıyorlardı. Oysa, isimlerinin baş harfleri yerine, tuvallerine resmettikleri güzel bir figür, bir kelebek, bir kertenkele ya da bir çiçekle imzalarını atan bazı sanatçılar misali Prenses, locasının köşesinde sergilediği güzelliği atılan en asil imza olabilirdi; çünkü sair zamanlarda yalnızca yakın çevresindeki insanları tiyatroya getiren Mme. de Guermantes’ın varlığı, aristokrasi düşkünlerinin gözünde, locasının oluşturduğu, bir nevi prensesin Münih ve Paris’teki saraylarında sürdüğü sıradan özel hayatının bir sahnesini anımsatan tablonun gerçekliğinin en makul belgesiydi.

Hayal gücümüz, daima seçtiğimizin dışında bir şey çalan laternaya benzediğinden, Guermantes-Bavyera Prensesi hakkında bir şey söylendiğini her duyduğumda, zihnimde on altıncı yüzyıla ait bazı başyapıtların hatırası çalmaya başlamıştı. Şu anda kendisini smokin giymiş iri kıyım bir beyefendiye kristalize edilmiş meyve ikram ederken görünce bu çağrışımdan bir an önce kurtulmak zorunda kaldım. Kuşkusuz, Prenses’in ve misafirlerinin seyircilerin geri kalanı gibi birer insan olduğu sonucundan çok uzaktım. Orada yaptıklarının sadece bir oyundan ibaret olduğunu anlıyordum (Muhtemelen önemli kısımları yaşadıkları yer burası değildi.), önceden hazırlamış oldukları gerçek yaşamlarının rolüne giriş yaparken, benim aşina olmadığım dinî kurallar gereği, birbirlerine şeker ikram ediyor, ardından reddediyorlardı; durmadan parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen dansçının adımı gibi anlamını yitirmiş, sıradanlaşmış bir jeste dönüşmüştü. Kim bilir, belki de şekerleri ikram ederken tanrıça, alaycı bir ses tonuyla (çünkü gülümsediğini gördüm): “Almaz mısınız?” diyordu. Bunun benim için ne önemi vardı? Bir tanrıçanın bir yarı-tanrıya hitap ederken kullandığı, Mérimée ya da Meilhac tarzındaki sözlerinde çok hoş bir incelik bulabilirdim; her ikisinin de akıllarında bulunan yüce düşüncelerinin ne olduğunun bilincinde olan yarı-tanrı ise şüphesiz yeniden gerçek hayatlarını yaşamaya başlayacakları ana kadar oyunlarına dâhil olmayı kabul ediyor, aynı esrarengiz sertlikle: “Teşekkürler; kirazdan bir tane alırım.” diye cevaplıyordu.

“Şu şişman adam Ganançay Markisi.” dedi yanımda oturan adam, bilmişlik edasıyla, arka sırasından fısıldanan ismi pek doğru anlamamıştı.

Palancy Markisi, uzun boynundan öne doğru eğilmiş yüzü, monokl gözlüğüne yapıştırdığı iri, yusyuvarlak gözleriyle sakin sakin saydam karanlığın içinden yerini değiştiriyor, bir akvaryumun cam duvarının arkasında, kendisini izleyen meraklı bakışlardan bihaber bir balık gibi halkın oturduğu koltukları görmüyordu. Arada sırada durup hırıltılı solumasıyla soluklanıyordu; onu görenlerin onun acı mı çektiğini, uyuduğunu mu, yüzdüğünü mü, yumurtladığını mı yoksa sadece nefes mi aldığını anlamaları oldukça güçtü. Locaya kendi evi gibi alışık olması ve prensesin ona şeker uzatmasına kayıtsız kalmasından dolayı ona ettiğim kadar kimseye gıpta etmiyordum; o sırada Prenses âdeta bir çift elmas misali o güzelim gözleriyle ona bakıyordu, böyle anlarda zekâ ve samimiyet sanki eriyip gidiyordu, oysa aralarda, salt maddi güzelliklerine, madeni ışıltılarının yalınlığına dönüşüyorlar, en ufak yansıyan bir ışıkla karanlığı insanlık dışı ve görkemli parıltılarıyla tenvir ediyorlardı. Bu esnada, Berma’nın Phèdre’de oynadığı sahne başlayacağı için Prenses locanın ön tarafına geldi; bunun üzerine, geçtiği ışık alanı sanki bir tiyatro prodüksiyonuymuş gibi, yalnızca kıyafetlerin renginin değil aynı zamanda üstündeki süslerin dokusunun da değiştiğini gördüm. Artık sular diyarının bir parçası olmayan, kurumuş, su yüzeyine çıkmış, locasında oturan Prenses Nereid olmaktan çıkmış Zaïre hatta belki de Orosmane rolündeki inanılmaz trajedi oyuncusu gibi mavi beyaz bir türbanın içinde göründü; nihayet, ön sıradaki yerini aldığında, sedef pembesi yanaklarını şefkatle sarıp sarmalayan iskele kuşu yuvasının, yumuşak, göz kamaştırıcı, kadifemsi, muazzam bir cennet kuşu olduğunu gördüm.

Fakat artık bakışlarım, Guermantes Prensesi’nin locasından içeri giren, kötü giyimli, gözleri öfkeyle parlayan ufak tefek bir kadına ve peşinden gelen, benim de birkaç sıra önüme oturan iki adama çevrildi. Sonunda perde açıldı. Eski beslediğim arzularımdan artık hiçbir iz kalmadığını görünce üzülmekten kendimi alamadım, o zamanlar izlemek için dünyanın öbür ucuna kadar gidebileceğim bu olağanüstü olayın hiçbir anını kaçırmak istemediğimden, tıpkı astronotların bir güneş tutulmasını ya da bir kuyruklu yıldızı en ufak ayrıntısıyla gözlemleyip kayıt altına almak amacıyla Afrika’ya, Batı Hint Adaları’na yerleştirdiği levhalar gibi zihnimi hazırlıyordum; bir bulutun (sanatçının keyifsizliği ya da seyircilerdeki bir hadise) gösterinin en yoğun hâliyle sergilenmesini engeller endişesiyle tir tir titrerdim; bir sunak gibi Berma’ya adanmış olan bu tiyatroya gitmeseydim, gösteriyi en mükemmel koşullarda izlemiş saymazdım kendimi; daha sonra onun tiyatronun bir parçası olduğunu hissettim, Berma tarafından atanan beyaz karanfilli görevliler, berbat giyimli insanlarla dolup taşan kubbeli balkonlar, üzerinde Berma’nın fotoğrafları olan programları satan kızlar, dışarıdaki meydanın tam ortasında duran kestane ağaçları, bütün bu dostlar, bana Berma’yla ayrılmaz gibi görünen o günlerin izlerini taşıyan sırdaşlar, hepsi onun bir parçasıydı. O zamanlar Phèdre, ‘Beyan Sahnesi’, Berma benim için bir tür mutlak varoluşa sahiptiler. Kendi başlarına yaşadıkları mevcut deneyim dünyasından uzakta bizden ayrıydılar, onlarla yüz yüze gelmem gerekiyordu, onların iç yüzlerini anlayacak, gözlerimi ve ruhumu tamamen açsam bile çok azını özümseyecektim. Fakat hayat öylesine güzel görünüyordu ki bana; yöneticiliğini yaptığım kendi hayatımın değersizliğinin hiçbir önemi yoktu çünkü giyinmeye, dışarı çıkmaya hazırlanmak için harcadığımız zaman kadar önemliydi aslında, onun ötesinde, bütünüyle sahip olunması imkânsız, yaklaşılması zor aynı zamanda daha somut olan gerçekler, Phèdre ve Berma’nın kendi bölümünü okuma şekli mutlak bir biçimde vardılar. Dramatik sanattaki bu mükemmellik hayalleri (o zamanlar günün herhangi bir anında, hatta belki de gecenin bir vaktinde zihnimi çözümleme yapmaya maruz bırakarak hazırlayabildikleri bu güçlü ışıltı) devreye girseydi, kendi elektriğini biriktiren ve üreten bir pil gibi olurdum. Ve öyle bir zaman gelmişti ki, hastalıktan bitap düşüp öleceğimi düşünmeme rağmen gidip Berma’yı izlemem şart olmuştu. Fakat artık, uzaktan masmavi bir gökyüzü parçası gibi görünen ama yaklaştıkça sıradan görüş alanımızdaki şekline geri dönen bir tepe gibi, bütün bunlar da mutlak dünyayı terk etmiş, diğer şeylerden bir farkları kalmamıştı, tüm bunları idrak edebiliyorum çünkü oradaydım; oyuncular tanıdığım insanlarla aynı öze sahip insanlardı, artık yüce ve özgün bir öz oluşturmayan Phèdre’in bu satırlarını mümkün olan en iyi şekilde seslendirmeye çalışan insanlardı; dizeler ise her şeyden ayrı, bir parçası oldukları Fransız şiir külliyatına geri dönmeye hazırdı. İnatçı ve etkin arzumun nesnesi artık mevcut olmamasına rağmen, yıldan yıla değişen fakat sürekli ani dürtülerle etkisini gösteren aynı eğilimler, tehlikeyi umursamadan varlığını sürdürdüğü için derin bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Hasta yatağımdan kalkıp bir sayfiyeye ya da başka bir yere Elstir’in bir resmini ya da bir Orta Çağ halısını görmek için yola çıktığım gün, Venedik seyahatime başladığım güne ya da Berma’yı dinlemeye gittiğim güne ya da Balbec’e gitmek üzere yola çıktığım güne o kadar çok benziyordu ki, fedakârlığımın anlık nesnesinin kısa bir süre sonra hiçbir tesirinin kalmayacağını daha gitmeden hissediyor, şu anda uğruna saatlerce uykusuz kalıp acı çekmeyi göze aldığım bu duvar halılarının, bu tabloların yanından geçsem bile bakmak için durmayacağımı biliyordum. Nesnenin istikrarsızlığından çabamın ne kadar boş olduğunu, aynı zamanda daha öncesinde fark etmediğim kadar engin olduğunu anladım; tıpkı sinir hastası birisine yorgun olduğunu söyleyerek yorgunluğunun iki kat artması gibi. Bu arada düşlerim, onunla bir bağlantısı olan her şeyi ayırt ediyordu. Ve her zaman belirli bir tarafa çekilen, tek bir hayale odaklanan en dünyevi arzularımda bile harekete geçirici başlıca etken, bir fikirdi. Uğruna hayatımı ortaya koyacağım bu fikrin merkezindeyse bütün öğleden sonra Combray’deki bahçede oturup kitap okurken kurduğum hayallerde olduğu gibi mükemmellik düşüncesi yatıyordu. O zamanlar Aricie, Ismène ve Hippolyte’nin konuşma ve tavırlarındaki dikkatimi çeken sevgi ya da öfkenin kasıtlı ifadelerine karşı öncesinde beslediğim türden bir hoşgörüye artık sahip değildim. Oyuncuların istedikleri şey -bu arada yine aynı sanatçılar- yine aynı akıllı hareketleriyle, kâh önceden hesaplanmış belirsizlik ya da şefkatli ses tonlarıyla cümleleri dile getirmek kâh hareketlerine trajik çeşitliliği ya da yalvarıcı yumuşaklığı katmaktı. Tonlamaları çıkan sese: “Nazik ol, bir bülbül gibi şakı, okşarcasına, kur yaparcasına.” ya da “Şimdi öfkeden patla.” diye emirler veriyor ve ardından coşkun telaşlarıyla birlikte onları da alıp götürmeye çalışarak sesin üzerine hücum ediyorlardı. Ancak diksiyonlarından bağımsız, asi olan sesler, maddi kusurları ya da cazibesiyle, gündelik bayağılığı ya da yapmacık tavırlarıyla, değiştirilemez biçimde oyuncuların doğal sesi olmaya devam ediyor, tekrarladıkları dizelerde yer alan duygunun bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceği bir akustik ya da sosyal olgu bütünlüğünü sahneliyordu.

Benzer şekilde oyuncuların jestleri de kollarına, elbiselerine: “Görkemli olun.” diyordu. Fakat bu emirlere itaat etmeyen uzuvların her biri, rol hakkında hiçbir şey bilmeyen omuzla dirsek arasındaki bir pazı ile hava atmasına izin veriyorlardı; günlük hayatın önemsizliğini ifade etmeye ve Racine’i anımsatan incelikler yerine kas bağlantılarını önemli hâle getirmeye devam ediyorlardı; kolların taşıdığı kumaş parçalarıysa, yer çekimi kanunlarına uygun olarak yeniden düşey çizgi üzerine yere düşüyordu. O sırada, yanımda oturan ufak tefek kadın haykırdı:

“Tek bir alkış bile yok mu! Hiç böylesini gördünüz mü? Gerçi çok yaşlanmış, bu rolü oynayamaz; yıllar önce emekli olmalıydı.”

Yanımda oturanların ıslıklı protestolarının üzerine, öteki iki genç adam, kadını sakinleştirmeyi başarmışlardı, artık öfkesi yalnızca bakışlarındaydı. Kaldı ki bu öfke yalnızca başarıyı, şöhreti teşvik edebilirdi; çünkü tonla para kazanan Berma borç içinde yüzüyordu. İş ya da sosyal randevularına gidemediğinden, Paris’in her sokağında özür dileklerini iletmek için koşturan habercileri, önceden ayırtılmış ancak hiçbir zaman kalmadığı otel odaları, köpeklerini yıkadığı okyanus esansları, tüm yapımcılarına sözleşmeyi ihlal ettiği için ödeyeceği yüklü tazminatları vardı, daha ciddi masrafları ve Kleopatra kadar şehvetli olmasa bile telgraflarda, iş adamlarının şehirlerinde ve krallıklarda varlığını israf etmenin yollarını bulurdu. Ancak ufak tefek kadın, hiçbir zaman başarıyı tatmamış bir aktristti ve Berma’ya karşı ölümcül bir nefret besliyordu. Berma sahneye yeni çıkmıştı. Ve o sırada -ne mucize ama- tıpkı tüm gece boyunca öğrenmek için boş yere çabaladığımız dersleri ertesi sabah uyandığımızda noktasına kadar ezbere bilmemiz gibi, tıpkı hatırlamak için bir hayli çaba sarf etmemize rağmen başarısız olduğumuz ve çabalamayı bıraktığımızda zihnimizde bütün canlılıklarıyla beliren ölü arkadaşlarımızın yüzleri gibi, Berma’nın, esas özelliklerini kavrayabilmek için hırsla uğraştığım zamanlarda benden kaçmak için kullandığı yeteneği, şimdi, unutulmanın üstünden yıllar geçtikten sonra, bu kayıtsızlık anında, doğrudan ortaya çıkan bir şeyin zorlamasıyla beni kendisine hayran bırakıyordu. Eskiden bu yeteneği soyutlama girişimlerimde, deyim yerindeyse, duyduklarımdan Phèdre’i oynayan bütün sanatçıların ortak paydası olan bu rolün kendisini çıkartabiliyordum; böylece geriye kalan Mme. Berma’nın yeteneğini öncesinden her detayıyla incelediğim için tortu hâlinde süzgeçten geçirebiliyordum. Fakat rolün dışında keşfetmeye çalıştığım bu yetenek onunla ayrılmaz bir bütündü. Böylelikle büyük bir müzisyen de (Vinteuil de piyano çalarken böyle görünüyordu.) öylesine müzik virtüözüdür ki gerçekte bir piyanist olup olmadığı bir muammadır, çünkü çalışı (yer yer parlak efektlerle taçlanan parmak hareketlerinin işleyişini, en azından nerede olduğunu tam olarak bilmeyen dinleyicilere somut, elle tutulur gerçekliğin ayırt edilebileceğini düşündürten tüm o nota yağmurlarını açıkça sergilemediğinden) öylesine şeffaf, öylesine yorumlarla doludur ki piyanistin kendisi geri planda kalır ve artık bir şahesere açılan pencereden başkası değildir. Aricie, Ismène ya da Hippolyte’nin taklitlerini ve seslerini, görkemli ya da narin bir kenar süsü gibi çevreleyen amaçları ayırt edebilmiştim fakat Phèdre bunu içselleştirip üstüne alınmıştı; zihnimse onun diksiyonundan ve tavırlarından sıyrılmayı, hiçbir işaret belirtmeden ortaya çıkan bu etkilerin, bu değerleri el değmemiş saflıkla kavramayı ve tamamen özümsemeyi başarmıştı. İçinde cansız ve zihne karşı gelen en ufak bir zerre tanesi olmayan Berma’nın sesi, Aricie ya da Ismène’nin soğuk sesinden akan, kendi içlerinde özümseyemedikleri için, herhangi birinin hissedebildiği o gözyaşı taşmasının etrafındakiler tarafından fark edilebilir olmasına fırsat vermiyordu, hatta bir kişi, müziğin güzel bir tınısı olduğunu söylerken aslında fiziksel özelliğini değil ruhuna dokunan meziyetini övdüğü usta bir kemancının enstrümanı misali Berma’nın sesi de, mükemmelliğin o narin etkisini dinleyenlerin en küçük hücresine kadar nüfuz ettiriyordu; tıpkı kaybolmuş bir su perisinin yerinde cansız bir su kaynağının bulunduğu klasikleşmiş bir manzarada olduğu gibi, açık ve somut olan bir niyet, tuhaf, olması gerektiği gibi ve soğuk berraklıktaki bir ruh hâline dönüşmüştü. Kelimelerin dudakları arasından dökülerek oluşturduğu mısralar misali Berma’nın kolları, taşan bir nehrin koparttığı yapraklar gibi göğsüne doğru yükseliyordu; gitgide geliştirdiği, daha da değiştireceği ve oyuncu arkadaşlarının jestlerinde izleri görülebilecek farklı derinliklerin muhakemelerine bağlı ancak düşünme kökenini kaybetmiş olan Berma’nın sahnedeki tavrı, içinde yarı-tanrıçaların çevresini, zengin ve karmaşık unsurlarını barındıran bir ışıltıya dönüşmüştü fakat onun bu tavırlarını hayranlıkla izleyenler bunu sanatsal bir zafer olarak değil Tanrı vergisi bir hediye olarak ele alıyorlardı; dar ve narin beyaz duvakları, canlı bir maddeye ya da çelimsiz, ürkek bir kovanın yanına yaklaşırken sergiledikleri hassasiyetle, acı çeken yarı Pagan, yarı Jansenci birisi tarafından örülmüşe benziyordu; bunların hepsi, ses, tavır, jestler, duvaklar mısra denen fikrin beden (insan vücudunun aksine, görüşümüzü engelleyen ışık geçirmez bir perdeyle değil, bünyemize nüfuz eden ve keşfettiğimiz ruh sayesinde arındırılmış, hayat bulmuş bir kıyafetle saran) bulmuş hâlinin etrafını sarmalayan, gizlemek yerine, asimile ettikleri ve içlerine yayılan ruhu daha ihtişamlı bir şekilde sergiledikleri ilave örtülerden ya da yarı saydam hâle gelmiş çeşitli özlerin katmanlarından başka bir şey değildi; bütün bunların birleşmesi durumunda, hepsinin içinden geçen, merkezî bir noktaya hapsolmuş ışığın kırılmasına sebep oluyor, daha varlıklı, daha geniş, daha değerli ve daha iyi bir hâle getirmesinde etkisi oluyordu. Dolayısıyla Berma’nın yorumu, Racine’in eseri içinde, dâhi bir soluğun hayat verdiği ikinci bir eserdi.

Gerçeği söylemek gerekirse, benim izlenimim eskisine kıyasla daha hoş olmasına rağmen pek de farklı değildi. Fakat artık, bu izlenimi tiyatral dehanın önceden var olan, soyut ve yanlış fikirleriyle kıyaslamıyor, onun tam olarak bu olduğunu artık anlıyordum. Berma’yı ilk seyredişimde herhangi bir zevk almadıysam bunun sebebi, tıpkı eskiden Champs-Élysées’de Gilberte ile buluştuğumdaki gibi, ona çok güçlü bir arzu beslemiş olmamdı. İki hayal kırıklığım arasındaki belki de tek benzerlik bu değildi, daha derin başka benzerlikler de vardı. Bir kişi ya da bir eser (ya da bu konuda yapılan bir sunum) tarafından bize verilen belirgin bireysellik izlenimi o kişiye ya da esere özgüdür. Gerektiğinde, kusursuz bir yüzün ya da yeteneğin sıradan bir gösteride keşfetme yanılgısına düşebileceğimiz, ‘güzellik’, ‘biçim derinliği’ ‘pathos’18 ve benzeri fikirleri hayata döndürürüz; fakat eleştirel ruhumuz onun karşısında, içindeki bilinmeyen unsuru tespit edip soyutlaması gereken, zihinsel bir karşılığı olmayan bir şeklin ısrarıyla karşı karşıya kalır. Tiz bir ses, garip bir şekilde sorgulayıcı bir tonlama duyar. Kendi kendine şunu sorar: “Bu iyi mi? Şu anda hissettiğim şey sadece bir hayranlık mı? Renk zenginliği, asalet, güç bu mu?” Ve buna tekrar cevap veren tiz bir ses, meraklı sorgulayıcı bir tonlamadır, tanınmayan, ‘biçim derinliğine’ yer bırakmayan birinin tamamen somut bir şekilde neden olduğu despotça izlenimdir. Bu nedenle onları samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratmasını beklediğimiz sesler aslında en güzelleridir çünkü fikir hazinemizde bireysel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.

Berma’nın oyunculuğunun bana gösterdiği şey tam olarak buydu. Asaletle, diksiyon zekâsıyla kastedilen buydu. Ana, şiirsel, güçlü bir yorumun değerini şimdi anlayabiliyordum; daha doğrusu bu sıfatların uygulandığı şey buydu; klasik mitolojide yeri olmayan gezegenlere Mars, Venüs, Satürn adlarının verilmesi misali. Biz bir dünyada hisseder, başka bir dünyada düşünür, isim veririz; ikisi arasında belirli irtibatlar kurabilsek de araya bir köprü kuramayız. Berma’yı seyretmeye gittiğim o ilk öğlen vaktinde, üstesinden gelmem gereken bu yanlış, bu aralık oldukça dardı; her kelimeyi duymak için kulaklarımı dört açtıktan sonra, ‘yorumlamanın asaleti’ ve ‘özgünlük’ hakkındaki fikirlerimi bağdaştırmakta bazı zorluklar yaşamıştım fakat bir anlık bir dalgınlıktan sonra alkışlamaya başlamıştım; alkışım sanki gerçek izlenimimden değil bir şekilde peşin hüküm verdiğim fikirlerimle, kendi kendime: “Nihayet Berma’yı seyrediyorum.” demekten aldığım zevkle bir şekilde bağlantılıymış gibiydi. Belirgin bir biçimde özgün sanat eseri ile bir insanla güzellik fikri arasındaki fark, tıpkı aşk ve hayranlık fikirleriyle, bunların bize hissettirdikleri arasındaki farkla aynıdır. Bu nedenle onları tanımada başarısız oluyoruz. Berma’yı seyretmekten hiç zevk almamıştım (Gilberte’le görüştüğüm zamanlarda olduğu gibi). Kendi kendime şöyle demiştim: “Yani ona hayran değilim.” Fakat o zamanlar Berma’nın oyunculuğunun sırrını öğrenmeye çalışmaktan başka bir şey düşünmüyor, yalnızca bununla meşgul oluyor, onun oyunculuğunun içerdiği her şeyi kavramak için zihnimi olabildiğince açmaya çalışıyordum. Şimdi anladım ki, tüm bunlar hayranlıktan ne bir eksik ne de fazlasıymış.

Berma’nın rolünü yorumlamasının ortaya çıkardığı deha, aslında Racine’in dehası mıydı?

İlk başta öyle düşündüm. Phèdre’in sahnesi bitip perdeler kapandığı esnada seyircilerin coşkulu alkışları arasında yanımda oturan öfkeli kadın küçük bedenini doğrultup yan tarafa döndüğünde, sinirden kaskatına dönmüş suratıyla diğerlerinin alkışlarına katılmadığını göstermek ve fark edilmeden arada kaybolan, sansasyonel bulduğu protestosunu daha belirgin hâle getirmek için kollarını çapraz bir şekilde göğsünde bağladığı sırada yanıldığımı anladım. Ardından gelen piyes, bir zamanlar dört gözle beklediğim yeniliklerden biriydi, ünlü olmadıklarından, önemsiz sıfatıyla yaftaladıklarından ve çok fazla rağbet görmediklerinden o anda sergiledikleri performans dışında herhangi bir varoluşları yoktu. Hiç olmazsa, bir başyapıtın sonsuzluğunun, sahne ışıklarının genişliği ve özel bir olay için yazılmış bir piyes kadar etkili bir kapanış yapabilecek bir performansı süreyle ve yerle kısıtlamadıklarını gördüğüm için hayal kırıklığı yaşamıyordum. Üstelik seyirciye hitap ettiğini ve bir gün meşhur olacağını hissettiğim her yeni pasajda, geçmişte sahip olamadığı şöhretin yerine gelecekte sahip olacağı hazzı ekledim; daha önce hiç kimsenin duymadığı bir başlığın bir gün aynı tatlı ışığın altında, yazarın diğer eseriyle yan yana bulunması hayal dahi edilemeyen bir başyapıtın ilk sahnelendiği günü hayalimizde canlandırmak için sergilediğimizin tersine zihinsel süreç izliyordum. Ve bu rol bir gün sanatçının en iyi canlandırdığı roller arasında, Phèdre’in hemen yanında yerini alacaktı. Kendi başına tüm edebî değerlerden yoksun değildi fakat Berma diğerlerinde olduğu kadar görkemliydi. O zaman anladım ki, oyun yazarının eseri, onu oynayacak sanatçı için esasında nispeten önemsiz olan, kendi yorumlarıyla bir başyapıta dönüştürebileceği bir ham maddeden ibaretti; tıpkı Balbec’te tanıştığım büyük ressam Elstir’in resmettiği, hiçbir niteliğe sahip olmayan okul binasıyla başlı başına bir sanat eseri olan katedralden aynı değerde ilham alması gibi. Ressamın, evleri, arabaları, insanları, hepsini birbirine benzeyen geniş bir hüzme hâline getirmesi misali, Berma da aynı şekilde birbirine karıştırılmış, sessizleştirilmiş ya da vurgulanmış, daha az tanınan bir oyuncunun düzgün telaffuz etmek için tek tek okuduğu kelimelerin üzerine büyük korku ve şefkat perdesi çekiyordu. Şüphesiz her bir kelimenin kendine özgü bir tonlaması vardı, Berma’nın diksiyonuysa mısraların uyumunun düzgün şekilde anlaşılmasını sağlıyordu. Bir kafiyeyi, yani önceki kafiye ile aynı anda hem benzer hem de farklı söylemenin neden olduğu fakat yeni fikir çeşitliliği getiren bir şey duyduğunuzda, biri fikirsel diğeri aruz olmak üzere birbirinin üstüne binen iki sistemin bilincinde olmak, sıralı karmaşıklığın, güzelliğin ilk unsuru değil midir zaten? Oysa Berma sözlerini, repliklerini hatta bütün konuşmalarını kendilerinden çok daha geniş bir ses havuzuna sokuyordu; onların bu havuzun sınırında mecburen durmalarını, bağlantılarını koparmalarını görmek büyük bir hazdı; nitekim, bir şair de kafiyeyi tamamlayacak olan, dilinin ucuna gelen kelimeyi tereddüt etmeden çıkarttığında, bir besteci, birbirleriyle çelişen librettosunun çeşitli sözlerini tek bir ritimde birleştirip kontrol altına aldığında aynı hazzı hissediyordur. Berma da Racine’in şiirleri kadar modern oyun yazarının cümlelerine de kendi kişisel sanatının başyapıtları olan keder, asalet ve tutkuya dair o geniş imgeleri yerleştirmeyi başarıyordu; tıpkı farklı modellerin resmedildiği portrelerden ressamı tanıyabildiğimiz gibi bu imgelerden de onu tanımak mümkündü.