Mme. de Guermantes’ı sabahları yaya, öğlenleri de arabasıyla evinden çıkarken gördüğümde, ismini şahsından bulamadığımdan isminin sırrını arkadaşlarında, evinin oturma odasında aramayı kendime birincil hedef olarak belirlemiştim. Aslında daha öncesinde bir kez Combray’deki kilisede hanımefendi bana, göz kamaştırıcı bir başkalaşım şeklinde görünmüş, paramparça olmuş hayallerim yerini, Guermantes isminin ve Vivonne kıyısındaki öğleden sonralarının rengine bürünen göz ardı edilemeyecek kadar büyüleyici yanaklarına bırakmıştı; tıpkı kuğu ya da söğüte dönüşmüş ve artık tabiatın kurallarına boyun eğerek suyun üzerinde süzülmeye ya da rüzgârda savrulmaya mahkûm bir tanrı ya da peri misali. Oysa bu ışıltı neredeyse tamamen gözden kaybolduğunda, gün batımından sonra yansıyan pembe-yeşilimsi kızarıklığın, kürek darbeleriyle bölünmesinin ardından yeniden oluşurcasına ortaya çıkması gibi düşüncelerimin yalnızlığındaki o isim de çok geçmeden yüzümdeki ifadeyi sahiplenmişti. Fakat artık Mme. de Guermantes’ı sık sık penceresinin önünde, avluda, sokakta görüyordum; en azından ben, Guermantes ismini onunla bütünleştirmeyi başaramasaydım, gerçekleştirmek, bütün eylemleri başarmak uğruna suçu zihnimin güçsüzlüğüne atardım; fakat o da yani komşumuz da aynı hataları yapıyor gibiydi; dahası bu yaptığının bir hata olduğunu düşünmeden yapıyordu. Mme. de Guermantes kendisini diğer kadınlarla bir tutup, sıradan bir kadının şıklık konusunda kendisiyle boy ölçüşebileceğini hatta onu alt edebileceğini düşünüyormuşçasına kıyafetlerinin modaya uygun olması için büyük özen gösteriyordu; hâlbuki güzel giyimli bir kadın oyuncunun sokakta hayranlıkla onu izlediğine gözlerimle şahit olmuştum; sabahları yürüyüşe çıkmadan önce, erişilmez hayatının ortasında gösteriş yaparcasına içlerinden geçerken bayağılıklarını ortaya çıkardığı yoldan geçen insanların fikirleri sanki onu yargılamaya yetermiş gibi aynanın karşısında rol yapmasını izliyordum; bulunduğu statüden çok aşağıdaki şık kadın rolünü oynayışı bir saray gösterisinde hizmetçi kızı oynayan kraliçevariydi; somurtkan bir mizaç, kibirli bir tavır, alaycılık ve ikiyüzlülükten arındırılmış bir tutkuyla sergiliyordu gösterisini; doğuştan gelen ihtişamının mitolojik unutuşuyla, duvağını düzgün takıp takmadığına bakıyor, manşetlerini çekiştiriyor, paltosunu düzeltiyordu; kutsal-kuğu14 gibi sergilediği hareketlerle bir tanrı olduğunu unutarak, bir üyesi olduğu hayvan türünün doğasında bulunan bütün hareketleri sergilemesi, gagasının iki yanında bulunan parıltılı hayatından hiçbir esinti içermeyen gözleriyle bakması ve aniden fırlayıvermesiyle âdeta bir kuğu gibiydi. Fakat gittiği farklı bir şehirde ilk görüşte hüsrana uğrayan bir gezgin, yılmayıp müzeleri ve galerileri gezerek şehrin büyüsünü hissedebileceğini düşündüğü gibi, ben de Mme. de Guermantes’ın evine girsem, onun arkadaşlarından biri olsam, hayatının bir parçası olsam, işte o zaman, parlak turuncu-kahverengimsi zarfın içindeki isminin aslında ne anlama geldiğini, etrafındaki insanlara tarafsızca ne ifade ettiğini öğrenebileceğimi düşünüyorum; ne de olsa babamın arkadaşı, Guermantes’ın, Saint-Germain banliyösü için önemli olduğunu söylemişti.
Orada yaşadıklarını varsaydığım hayat, deneyimlerimde olanlardan öylesine farklı bir kaynaktan meydana geliyor ve öylesine özel olması gerekiyormuş gibi geliyordu ki, Düşes’in davetlerinde benim de daha önceden tanıştığım insanları gerçekte orada görmeyi hayal dahi edemiyordum. Bir anda mizaçlarını değiştiremeyeceklerinden, konuşmaları benim bildiğim türden konuşmalar gerçekleştirirlerdi; karşılarındaki kişiler de belki de aynı insani şekilde cevap verirlerdi; Saint-Germain banliyösünün en önde gelen evinde geçirilen akşam boyunca daha öncesinde yaşadığım anların birebir aynısı gerçekleşirdi. Ki bu imkânsızdı. Böylece zihnim belli zorluklarla mücadeleye tutuşurdu; Tanrı’mızın varlığını konakta hissetmek, bana banliyölerdeki, nehrin hemen kıyısında bulunan aynı zamanda her sabah yatağımdan bile duyabildiğim halı dövme seslerinin geldiği en seçkin evlerden artık daha muallak geliyordu. Fakat beni, Saint-Germain banliyöleriyle ayıran sınır çizgisi tamamen gerçek olmakla birlikte son derece kusursuzdu. Ekvator’un ötesine yayılan ve kapılarının açık olduğu bir gün, tıpkı benim gibi annemin de gözüne ilişip söylemeye cesaret ettiği, Guermantes’ların paspaslarını gördüğümde açık açık banliyölere ait olduğunu düşünüyordum. Bazen mutfak penceremizden görebildiğim yemek salonları, kırmızı pelüşlerle döşenmiş loş koridorları nasıl olur da esrarengiz Saint-Germain büyüsüne sahip olamıyor, zoraki modanın bir parçası olamıyor, coğrafi konum olarak bu muhitte yer alamıyordu? Bu yemek salonunda misafir ağırlamak, Saint-Germain banliyösüne gitmek, o havayı solumak, sofraya geçmeden önce koridordaki deri kaplı koltukta oturan Mme. de Guermantes’ın yanında oturan insanlar Saint-Germain banliyösünde oturmuyor muydu? Hiç şüphe yok ki, banliyö dışındaki bazı davetlerde basit giyimli insan topluluğunun ortasında kral gibi tahtta oturan, yalnızca isimden ibaret olan ve çeşitli varsayımlarda bulunan, zihninizde canlandırmaya çalıştığınızda ya bir müsabakada yarışan ya da asil bir ormanda avcılıkla uğraşan birileri zaman zaman belirirdi. Fakat burada, Saint-Germain banliyösünün önde gelen evinde, seçkin salonunda, loş koridorunda onlardan başka kimse yoktu. Onlar, tapınağı ayakta tutan, değerli malzemelerle işlenmiş sütunlardı. Aslında aile arasında verilen davetlerde bile Mme. de Guermantes davetlilerini onların arasından seçebilirdi; on iki kişilik yemek davetlerindeyse, göz kamaştırıcı peçete ve tabaklarla donatılmış masanın etrafında bir araya geldiklerinde, kutsal sütunların çevrelediği sunağın önündeki sembolik, Saint-Chapelle Kilisesi’ndeki altından yapılma havari heykellerine benzerlerdi. Evin arka tarafında kalan, yüksek duvarların arasından uzanan, yaz akşamları Mme. de Guermantes’ın akşam yemeğinden sonra likör ve portakal şurubu içtiği ufak bahçeye gelince, akşam dokuzla on bir arasında -deri koltuk kadar etkili bir güce sahip olan- demir sandalyesinde Saint-Germain banliyölerine özgü esintileri teneffüs etmeden oturmasının, Figuig vahasında siesta yaparken Afrika’nın havasını hissetmemesi kadar imkânsız olduğunu nasıl olur da anlayamazdım? Bazı nesneleri, bazı kişileri diğerlerinden ayırmayı, yeni bir atmosfer yaratmayı ancak hayal gücü ve inanç yapabilir. Vah! Saint-Germain banliyölerinin sanat eserleri, yerel güzellikleri, beklenmedik doğa olayları, resmedilmeye değer manzaraları arasında dolaşmak muhtemelen ömrüm boyunca hiç nasip olmayacaktı. Olağanüstü bir minare, toprakta yeşeren ilk palmiye, kıyısındaki yıpranmış paspas, egzotik gayretin ya da bitki örtüsünün ilk işareti gibi uzanan derin bir deniz misali (karaya çıkmak konusunda hiçbir zaman umut kırıntısı sahip olmadan) görünen ben ise titrek bir ürpertiyle yetinmek zorundaydım.
Oysa benim gözümde salon kapısından başlayan Guermantes Konağı’nın uzantıları, Dük’ün gözünde çok daha geniş bir alana uzanıyor olsa gerek; diğer tüm kiracıları, fikirlerinin hiçbir önemi olmayan çiftçiler, köylüler, miras kalan arazileri satan insanlar olarak gören Dük, her sabah geceliğini çıkarmadan pencerenin önünde tıraşını olur, havanın sıcaklığına bağlı olarak gömlekle, pijamayla, korkunç renklerle işlenmiş tüylü, ekoseli ceketle, ceketlerinden daha kısa olan açık renk paltosuyla avluya inip yakın zamanda satın almış olduğu atlardan birinin seyisle dolaşmasını izlerdi. At birden fazla kez Jupien’ın dükkânının camını kırınca, Jupien, Dük’ten tazminat isteyerek onu çok kızdırdı. “Sırf Düşes Hanımefendi’nin konakta ve mahallede yapmış olduğu iyilikleri düşünürsek.” diye söze giren M. de Guermantes; “Bu vatandaşın bizden tek kuruş talep etmesi rezilliktir.” Fakat Düşes’in bu zamana kadar yaptığı ‘iyi’ bir şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikre sahip olmayan Jupien sözlerinin arkasındaydı. Yine de Düşes iyi şeyler yapmıştı -fakat herkese aynı anda iyilik yapamayacağından- ancak bir kişiye yaptığı faydaların hatırasını başkalarına yardım etmek konusunda çekimser olmamıza sebebiyet verir, bundan mütevellit hoşnutsuz olan insanın siniri daha da güçlenir. Zaten Dük’e göre mahalle -ki bu hatırı sayılır bir mesafe- hayır işleri yapılan bir yer olması dışında avlunun bir uzantısı ve atların dörtnala koşabileceği uzun bir alandan ibaretti. Yeni satın aldığı atın kendi başına nasıl tırıs gittiğini gördükten sonra ata koşumu takıp15 tüm komşu sokaklarda gezdirdi, dizginleri elinde tutup arabanın yanında koşan seyis Dük’ün önünden atı bir aşağı bir yukarı geçirdi; heybetli, açık renk kıyafetleri, dişlerinin arasında duran purosu, başı hafif havada, monokl gözlüğüyle kaldırımda dimdik duran Dük atı denemek için bir aşağı bir yukarı sürdükten sonra Champs-Élysées’deki metresiyle buluşmaya gitti. M. de Guermantes avludan ayrılmadan takriben kendi statüsüne yakın olan bir çifte selam verdi: İşçi sınıftaki ailelere benzeyen bu çiftten birisi onun kuzeniydi, hiçbir zaman çocuklara bakmak için evde durmazlardı; kadın her sabah kontrpuan ve füg öğrenmek için Shola’ya, kocasıysa odun yontmak ve deri işlemek üzere atölyesine giderdi; onlar dışında Norpois Baronu ve Barones’ine selam verirdi; karısı kilisede yer gösteren, kocasıysa cenazeyi gömen kişiler gibi her zaman siyahlara bürünmüş bir hâlde günde birkaç kere kiliseye gitmek üzere dışarı çıkarlardı. Aslında babamın merdivenden inerken ayaküstü karşılaştığı ama nereden geldiğini anlamadığı, bizim de eski dostumuz olan eski büyükelçinin yeğenleriydiler; çünkü babam, Avrupa’nın en seçkin adamlarıyla temas kuran ve muhtemelen boş asalet unvanlarını umursamayan böylesine önemli bir şahsın, bu muğlak, ruhani ve dar görüşlü soylularla hiç selamlaşmadığını sanıyordu. Buraya taşınalı çok uzun zaman olmamıştı; az evvel M. de Guermantes’a selam veren adamla avluda karşılaşan Jupien, nasıl hitap edeceğini bilmediğinden adama ‘M. Norpois’ demiş.
“Bay Norpois mı, gerçekten mi! Bu gerçekten inanılmaz! Yok artık! Bu adam yakında size Yoldaş Norpois da der!” diye haykırdı M. de Guermantes, Baron’a dönerek. Kendisine “Saygıdeğer Dük” demek yerine “bay” diye hitap eden Jupien’a karşı duyduğu hıncı sonunda dile getirebilmişti.
M. de Guermantes’ın babamın mesleki bilgilerine ihtiyaç duyduğu bir gün kendisini ona büyük bir nezaketle tanıtmıştı. O günden sonra, babama komşuluk adı altında sık sık bir şeyler danışırdı ve zihni tam anlamıyla işine odaklanmış, hiçbir şeyin onu bölmesini istemeyen babamın aşağıya indiğini görür görmez, Dük seyislerinin yanından ayrılıp avludaki babamın yanına gelir, yüzyıllardır kraliyet ailesine hizmetkârlık yapan kişilerin nezaketiyle babamın devasa paltosunun yakasını düzeltir, elini tutar ve Guermantes Dükü de olsa değerli tenini ondan esirgemediğini ispatlarcasına, bir saray nedimesinin utangaçlığıyla elini okşar, bundan sinir olan ve bu durumdan nasıl kurtulacağını kara kara düşünen babamı sokağın başındaki girişe kadar götürürdü. Bir gün karısıyla beraber arabayla çıkarken karşılaştığımızda coşkulu bir şekilde selam vermişti; ismimi karısına söylemiş olsa gerek fakat nasıl biri olduğumu ya da simamın neye benzediğini bilme ihtimali var mıydı ki? Üstelik kiracılarından biri olarak tanıtılmak ne kadar da kötü bir şeydi! Düşes ile Mme. de Villeparisis’nin salonunda tanışmak çok daha değerli olabilirdi; aslında kendisini gidip görmem için büyükannemle haber göndermiş ve edebiyata da ilgili olduğumu düşünerek birkaç yazara daha aynı şeyi yapmıştı. Oysa babam sosyeteye girmek için henüz genç olduğumu düşünüyordu, zaten sağlık durumum da onu bu konuda tedirgin ettiğinden, bana faydası olmayacak emsalleri oluşturmaktan kaçınıyordu.
Mme. de Guermantes’ın uşaklarından biri Françoise’la sürekli sohbet ettiğinden, Düşes’in sık sık ziyaret ettiği birkaç konağın ismine aşinaydım fakat hiçbiri zihnimde canlanmıyordu; hayatımın bir parçası oldukları andan itibaren yalnızca zarfın içinde görebildiğim isimlerin hayatları akla hayale sığar mıydı?
“Bu gece Parma Prensesi’nin verdiği büyük davette gölge oyunları sahnelenecek.” dedi uşak. “Ama biz gitmeyeceğiz çünkü hanımefendi beş treniyle Chantilly’e, birkaç gününü Aumale Dükü’yle geçirmeye gidecek; hanımefendinin başhizmetkârı ve yardımcısı da ona eşlik edecek. Ben burada kalıyorum. Bu durum Parma Prensesi’nin hoşuna gitmeyecek, Düşes’e yazdığı mektupların sayısı çoktan dördü geçti.”
“O hâlde bu sene Guermantes Kalesi’ne gitmeyeceksiniz?”
“İlk defa oraya gitmeyeceğiz; Dük’ün romatizmaları yüzünden, doktor kalorifer yapılana kadar oraya gitmememizi söyledi ancak bu zamana kadar her yıl oraya gider ocak ayına kadar kalırdık. Kalorifer hazır olmazsa hanımefendi birkaç günlüğüne Cannes’a, Guise Düşesi’nin yanına gidecek fakat henüz hiçbir şey kesin değil.”
“Peki, tiyatroya gider misiniz?”
“Arada sırada operaya gidiyoruz, genellikle Parma Prensesi’nin locasının olduğu akşamlarda; yani haftada bir; orada sergiledikleri oyunlar çok hoşmuş, tiyatrolar, operalar ve dahası. Hanımefendi abone olmayı istemedi fakat ne olursa olsun biz gidiyoruz ya hanımefendinin arkadaşlarının locasına ya da bir başkasının locasına, en çok da Dük’ün kuzeninin karısı olan Guermantes Prensesi’nin locasına gidiyoruz. O Bavyera Dükü’nün kız kardeşidir. Sanırım şimdi tekrar yukarı çıkmanız gerekiyor, değil mi?” dedi her ne kadar Guermantas’lılarla özdeşleşmiş olsa da genellikle efendileri siyasi bir zümre olarak gören uşak, bunu yaparken de Françoise’a bir düşesin hizmetindeymişçesine saygılı davrandı. “Sağlıklı olmanın tadını çıkarıyorsunuz, hanımefendi.”
“Ah bir de şu lanetli bacaklarım olmasaydı! Düzlükte yine iş görüyorlar da (‘düzlük’ten kastı: Françoise’ın yürümekten hiç şikâyetçi olmadığı avlu ya da sokaklar, diğer bir deyişle ‘düz alanlar’) merdivenlerden çıkarken beni öldürüyorlar. Hoşça kalın beyefendi, akşama belki yeniden görüşürüz.”
Uşak, Françoise’a düklerin oğullarının genellikle babaları ölünceye dek prens unvanı taşıdıklarından bahsettiğinden beri Françoise uşakla olan sohbetini sürdürmeyi daha çok istiyordu. Açıkça görülüyor ki, Fransız topraklarından kalıtımsal olarak aktarılan, soyluluğa karşı bir tür isyan ruhuyla harmanlanmış ve uyum sağlamış olan bu asillik kültü, halkının içine çok güçlü bir şekilde yerleştirilmiş olmalı. Çünkü Napolyon’un dehasından ya da kablosuz telgraftan söz edildiğinde tamamen kayıtsız kalan ve şöminedeki küllerini temizlerken ya da sofrayı hazırlarken yapmış olduğu hareketleri bir an için olsa bile yavaşlatmayan Françoise’a bu isimlerin yapısal özellikleri basitçe anlatılsaydı, Guermantes Dükü’nün en küçük oğluna genellikle Oléron Prensi denildiğinde: “Çok güzel, harika!” diye haykırırdı ve sanki kilisenin camından dışarı bakıp derin düşüncelere dalıyormuşçasına hayran kalırdı.
Üstelik Françoise, sık sık Düşes’e mektup getirmeye gelen Agrigente Prensi’nin uşağıyla arkadaş olduğundan sosyetede konuşulan, Saint-Loup Markisiyle Mlle. d’Ambresac’ın evliliğinin neredeyse kesinleştiği gibi büyük haberleri de ondan öğreniyordu.
Mme. de Guermantes’ın hayatının gidişatını aktardığı bu villaların, bu locaların, bana kalırsa, kendi evi kadar perili evlerden eksik kalır yanı yoktu. Guise, Parma, Guermantes-Bavyera isimleri, Düşes’in gittiği olası diğer tüm tatil yerleriyle, arabasının tekerlerinin arkasında bıraktığı izle konağa bağlanan günlük şenlikleri ayırırdı. Mme. de Guermantes’ın hayatının sırayla bu tatillerde, şenliklerde oluştuğunu bana bildirselerdi, onunla bağlantı kurmam konusunda beni böylesine aydınlatamazlardı. Bu isimlerden her biri Düşes’in hayatına farklı bir kararlılık katmış olsa da bu durum yalnızca onun gizemine farklı bir boyut kazandırmaktan başka bir işe yaramamıştı; dalgalanmakta olan kendi gizeminden kaçmaya çalıştığı ortaya çıkınca da kapağı kapatılmış bir kap misali dünya hayatı boyunca süregelen gelgite karşı dört bir yanını çevrelemişti. Düşes şenlik zamanında Akdeniz kıyılarına bakarak yemeğini yiyebilirdi fakat Mme. de Guise’in villasında yerdi, burada bulunan Paris sosyetesinin kraliçesi sayısız prensesin arasında giydiği o beyaz keten elbisesiyle diğer konuklardan bir farkı kalmıyordu ve bu nedenle bana kalırsa bu hâli daha dokunaklı, bulunduğu yeni hâliyle daha kendiydi, tıpkı yıldız bir balerinin akıp gitmekte olan büyüleyici bir gösteride peş peşe diğer balerinlerin yerine çıkması gibiydi; Düşes gölge oyunlarını izleyebilirdi fakat Parma Prensesi’nin vermiş olduğu davette de izleyebilirdi, opera ya da trajediyi dinleyebilirdi fakat Guermantes Prensesi’nin locasında da dinleyebilirdi.
Bir insanın hayatı boyunca sahip olduğu tüm imkânları, tanıdığı, az evvel yanından ayrıldığı ya da az sonra buluşacağı insanların hatırasını o insanın bedeniyle sınırlandırdığımız için, Françoise’dan, Mme. de Guermantes’ın yürüyerek Parma Prensesi’yle öğle yemeğine gideceğini duymuşsam, öğlen vakti, batmakta olan güneşin üzerinden yükselen bir bulut gibi, kıyafetiyle aynı tonda olan yüzüyle onu evden çıkarken gördüğümde, Saint-Germain banliyösünün bütün hazlarını pembe, sedef işlemeli parlak iki kapak arasındaki minik bir pusulada yaşamıştım.
Babamın bakanlıkta çalışan A.J. Moreau isminde bir arkadaşı vardı, kendisini diğer Moreaulardan ayırmak için, isminin önüne baş harflerini eklemeye her zaman özen gösterir, dolayısıyla insanlar ona kısaca ‘A.J.’ diye seslenirdi. İşte bu A.J. öyle ya da böyle Opéra-Comique’deki bir gala gecesine davet buldu, babama da bir bilet gönderdi; ilk hayal kırıklığımdan sonra bir daha hiç izlemediğim Berma’ya Phèdre’in bir sahnesi verildiğinden, büyükannem babamı bileti bana vermesi için ikna etti.
Doğruyu söylemek gerekirse, birkaç yıl önce beni böylesine darmadağın eden Berma’yı izleme fırsatının hiçbir önemi yoktu. Bir zamanlar sağlık, huzur, her şeyin uğruna tercih ettiğim şeye karşı kayıtsız oluşum gerçeğini hüzün dolu duygularla fark ettim. Hayal gücümün gafil avladığı bölük pörçük değerli gerçeklik parçacıklarını yakından seyretme imkânına olan arzumda herhangi bir azalma olmamıştı. Oysa benim hayal gücüm artık onları büyük bir aktrisin diksiyonuna yerleştirmiyordu; Elstir’e yaptığım ziyaretlerden beri, zamanında Berma’nın oyunundaki trajedi sanatına karşı duyduğum inancımı kâh bazı modern tablolara kâh bazı duvar halılarına aktarmıştım; inancım ve arzum artık Berma’nın tutumlarına ve diksiyonuna aralıksız tapınmak için ortaya çıkmadığından, kalbimde sahip olduğum suretleri tıpkı Eski Mısır’da ebedî hayatlarını sürdürmek için sürekli beslenmesi gereken ölülerin suretleri gibi yavaş yavaş yok oluyordu. Bu sanat zayıflamıştı, bayağılaşmıştı. Artık derinlerde yatan ruh yoktu.
O akşam, babamın arkadaşından aldığı bilet elimde operanın geniş merdivenlerinden çıkarken, karşılaştığım adamı ilk başta M. de Charlus sandım; çalışanlardan birine bir soru sormak için başını çevirdiğinde yanıldığımı fark ettim ancak yalnızca giyim tarzından değil aynı zamanda biletleri kontrol eden ve locanın kapısında duran adamla olan konuşma tarzından bu yabancıyı onunla aynı sosyal sınıfa koymakta hiç tereddüt etmedim. Çünkü kişisel teferruatların benzerliğinin yanı sıra, o dönemde soyluluğun bu kesiminin varlıklı ve akıllı erkekleriyle, ‘büyük işletmelerin’ ya da finans dünyasının varlıklı ve akıllı erkekleri arasında hâlâ çok belirgin bir fark vardı. Bu ikinci gruptan biri, soyluluğunu kanıtlamak için alt tabakadan biriyle konuşurkenki kibirli tonu, sevimli, nazik bir beyefendi gibi gülümsemesi, yalandan sergilediği tevazu ve tahammül duygusu, seyircilerden biriymiş gibi davranmasını, görgüsünün getirdiği bir imtiyaz olduğunu düşünürdü. O sırada Paris’te bulunan Avusturya İmparatoru’nun yeğeni olan Saksonya Prensi’nin son günlerde resimli gazetelerde çıkan portresine inanılmaz derecede benzemeseydi, muhtemelen onun bünyesinde barındırdığı küçük dünyasına hapsolmuş, dışarı taşmayı bekleyen gülümsemesinin arkasına saklandığı esnada tiyatro salonuna giren varlıklı bankacıların oğulları bu büyük beyefendiyi önemsiz birisi zannederlerdi. Onun, Guermantes’ların çok yakın arkadaşı olduğunu biliyordum. Görevlinin yanına geldiğim sırada Saksonya Prensi’nin (ya da benzettiğim kişinin) gülümseyerek: “Loca numaramı bilmiyorum; kuzenim, kendi locasını sormamı söylemişti.” dediğini duydum.
Belki de gerçekten Saksonya Prensi idi; belki de “Kuzenim onun locasını sormamı söylemişti.” dediği sırada gözünün önünde canlanan suret Guermantes Düşesi idi (ki bu durumda, kuzeninin locasında hayatının en hayal edilemez anlarından birini yaşamasına şahit olabilirdim); hatta şöyle ki, kendisine has gülümseyen bakışları, dudaklarından dökülen o yalın kelimeler, bir mutluluk ihtimaliyle ve belirsiz bir temayüzle kalbime (soyut bir düşünceye dalmaktan çok daha usulca) dokunuyordu. Görevliye söylediği her ne ise, benim sıradan hayatımın sıradan gecesini, yeni bir dünyaya açılması muhtemelen bir yola aktarmaya yetti; ‘loca’ kelimesini söyledikten sonra kendisine gösterilen, şu anda içinden yürüdüğü koridor nemli ve küflenmişti; su altında kalmış mağaraları, perilerin yaşadığı mitolojik krallıkları andırıyordu. Önümde takım elbise giymiş, benden uzaklaşmakta olan bir beyefendi vardı ama lambanın üzerine çok iyi sabitlenmiş bir reflektör gibi takip ederken doğrudan ona bakmamaya özen gösterdim, bunu yapmamın sebebi onun Saksonya Prensi olduğu ve Guermantes Düşesi’nin yanına gittiği düşüncesiydi. Yalnız olmasına rağmen, büyülü bir fener tarafından aydınlatılan gölge kadar istikrarsız, anlaşılmaz, uçsuz bucaksız, kendi kontrolü dışında oluşan bu fikir onun önünde gidiyor, savaş zamanında Yunanlı savaşçının yanında duran, diğer insanların göremediği ilahi bir güç gibi ona yol gösteriyordu.
Phèdre’in16 hatırlayamadığım birkaç dizesini zihnimin derinliklerinde arayarak yerime geçtim. Hatırladığım kadarıyla, uyak sayısında bir yanlış vardı; ancak saymaya çalışmadığım için sanki bana, beceriksizlikle klasik bir şiir dizesi arasında hiçbir ortak ölçü var olamazmış gibi geliyordu. Bu korkunç mısraları on iki hecelik bir dize hâline getirmek için en az yarım düzine heceyi çıkartmam gerektiğini öğrenseydim, buna hiç şaşırmazdım. Fakat aniden şu dizeyi hatırladım; İnsanlık dışı dünyanın tedavi edilemez güçlükleri sihirli bir şekilde kayboldu; dizenin heceleri bir an önce gerekli ölçüye dönüştürüldü, fazlalık olanlar, yükselip suyun yüzeyine çıkınca patlayan hava kabarcıkları misali yok oldu. Velhasıl, mücadele ettiğim bu fazlalık, tek bir heceden ibaretti.
Belirli sayıdaki ön koltuklar gişede satışa sunulmuş ve başka türlü yakından görme imkânı bulamayacakları insanları izlemek isteyen züppelik meraklısı insanlar tarafından alınmıştı. Aslında halkın önünde yaptıkları bu inceleme genellikle sakladıkları gerçek sosyete hayatının bir parçasıydı, çünkü Parma Prensesi arkadaşlarını kendi istediği gibi balkona, localara, koltuklara yerleştirmişti, geriye kalan salon ise sanki herkesin yer değiştiği, tanıdığı bir arkadaşını görünce gidip yanına oturduğu bir misafir odası gibiydi.
Yanımda, devamlı gelen aboneleri tanımayan, sırf hava atmak için tanıyormuş gibi yapıp yüksek sesle isimlerini bağıran kaba saba insanlar oturuyordu. Bu abonelerin sanki kendi oturma odalarında oturuyormuşçasına davrandıklarını, çalmakta olan şeye hiç saygı göstermediklerini ifade etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Hâlbuki durum tam tersiydi. Berma’yı izlemek için bilet almış gelecek vadeden genç adamın tek düşündüğü, eldivenlerini kirletmemek, şans eseri yanına oturmuş olan insanları rahatsız etmemek hatta onlarla arkadaş olmak, kesik kesik atılan bakışları hafif bir tebessümle takip etmek, seyircilerin arasında karşılaştığı tanıdığının bakışlarından kibarca kaçmaktır; ardından binbir kararsızlıktan sonra yanına gidip konuşmaya karar verir ta ki sahneden yankılanan üç dong sesi buna engel olana kadar, ayağa kalkarken kaldırdığı, önlerinden geçerken elbiselerini yırttığı, ayakkabılarına bastığı seyircilerin arasından Kızıl Deniz’deki İbraniler gibi kaçmak zorunda kaldı. Oysa sosyeteye mensup insanlar (balkonun geniş terasının arkasında, tıpkı dördüncü duvarı olmayan küçük salonlar ya da insanın dertten tasadan uzak kalmak için gittiği altın çerçeveli aynaların, kırmızı pelüş koltukların olduğu Napolitan tarzında döşenmiş küçük kafeleri andıran) localarında oturduğu için, bu lirik sanatın mabedini ayakta tutan sütunların yaldızlı gövdelerine ellerini umursamazca koydukları için, localara doğru palmiye ve defne yaprakları uzatan bir çift heykelin âdeta onlara gösterdiği saygı karşısında istifini bozmadan kaldıkları için zihinlerini oyunu dinlemek için boşaltabilecekler yalnızca onlardı, tabii zihinleri olsaydı.
Başlangıçta belli belirsiz gölgeler dışında hiçbir şey görünmüyordu; karanlığın içinden bir anda -hiç rastlamadığınız değerli bir taşın ışıltısı gibi- bir çift ünlü bir göz ya da karanlık bir arka planda IV. Henry’nin madalyonu gibi bir parıltı beliriverdi, Aumale Dükü’nün eğik hâline benzeyen bir görünmez kadın silüeti: “İzin verin paltonuzu alayım, Lord’um.” diye haykırmasını duyan Prens: “Ah! Lütfen Mme. d’Ambresac olur mu hiç!” diye cevap verdi. Bu tatlı inatlaşmanın ardından hanımefendi paltoyu aldı ve nail olduğu şeref ile herkesi kıskandırdı.