Книга Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Сюэцинь Цао. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt

“Bundan sonra, efendin misafir ağırlarken ya da biriyle görüşürken Baoyu’yü çağırırsa, bana haber vermeye gerek bile duymadan, hemen Efendi Bao’nın yediği dayaktan dolayı çok ciddi şekilde yaralandığını ve tekrar yürüyebilmesi için birkaç ay dinlenmesi gerektiğini söyleyeceksin. Sonra da yıldız haritasındaki şansız bir birleşme nedeniyle yıldız muhafızına adak adanırken, yabancıları görmesine ya da kapıdan dışarı adım atmasına izin verilmediğini bildireceksin.” dedi.

Uşak gittikten sonra Dadı Li ile Xiren’i çağırttı ve aynı şeyi Baoyu’ye de anlatmalarını söyledi; böylece iyileşmesinde herhangi bir yavaşlama olmayacaktı.

Baoyu, âlimler sınıfından beylerle bir araya gelip sohbet etmekten hiç hoşlanmaz, tebrik, başsağlığı ve o sınıfın üyelerinin zamanlarının çoğunu adadıkları diğer resmî ziyaretler gibi, giyinip kuşanmayı gerektiren bütün ortamlardan nefret ederdi. Bu yüzden de büyükannesinin kararı onu çok memnun etti; bunu ziyarete gelen dost ve akrabalarla görüşmeyi kesmek için bahane olarak kullandı. Hatta aile büyüklerine yapılan geleneksel sabah ve akşam ziyaretlerini bile savsakladı. Her günü Bahçe’de oyalanarak ve dinlenerek geçiriyor, sabahın erken saatlerinde büyükannesini ve annesini kısa ziyareti dışında, bütün gün boyunca hizmetçilerinin gönüllü tutsağı oluyor, onları memnun edecek ufak tefek şeyler yapıyordu. Böyle eğlenceli bir miskinlik içinde birkaç hafta su gibi akıp geçti. Zaman zaman fırsat oldukça, Baochai ya da bir başkası onu bu durumundan dolayı kınayacak olursa, öfkelenerek karşı çıkıyordu.

“Neden senin gibi saf ve tatlı bir kız, kafasını ‘şöhret’ ve ‘itibar’ gibi saçmalıklara takıp fırsatçı ve mevki peşindeki iğrenç insanları taklit etmek ister ki? Tekrarlayıp durduğunuz bütün bu fikirler, eski zamanlardaki işgüzar yaşlılar tarafından, kendilerinden sonra gelen budalaların akıllarını çelmek için uydurulmuş. Güzel ve hassas kızların bu ahmaklıklarla kirletildikleri bir dönemde yaşamak zorunda olmak ne korkunç bir şey! Size doğuştan bahşedilen tüm güzel niteliklere bir hakarettir bu!”

Hatta eskilere karşı öfkesini daha da ileri vardırıp Dört Kitap hariç sahip olduğu bütün Konfüçyüsçü klasikleri yaktı. Onun bu sert tavırları karşısında itirazcıları, aklını kaçırdığı sonucuna vararak onunla ciddi konuları konuşmamaya karar verdiler. Sadece Daiyu, çocukluklarından beri bir kere bile ona resmî bir mevki ya da şöhret edinmesi konusunda tek bir söz söylememişti. Ona bu kadar hayranlık duymasının nedeni de buydu.

***

Şimdi hikâyemize dönelim.

Jinchuan’ın ölümünden bir süre sonra Xifeng, evin bazı kıdemli çalışanlarından hediyeler, nezaket ziyaretleri ve iltifatlar almaya başladı. Bu davranışların ardında neyin yattığını tahmin edemese de şüpheleri artmaya başladı ve yine böyle hediyeler aldığı bir gün, Pinger ile yalnız kaldıklarında, gülerek bu konuyu açtı.

“Daha önce bu insanların benimle pek ilgileri yoktu. Şimdi niye böyle şeyler yapıyorlar?”

“Tahmin edememenize çok şaşırdım!” dedi Pinger, biraz küçümseyerek. “Dikkat edecek olursanız hepsinin Wang Hanım için çalışan kızları olduğunu görürsünüz. Dairesindeki dört baş hizmetçisi ayda bir tael alırken, diğerleri sadece birkaç yüz nakit kazanıyor. Şimdi Jinchuan öldüğüne göre, ayda bir taellik bir pozisyon boşalmış oldu. Bence bu insanlar kızları için bu pozisyonun peşine düştüler.”

“Tabii ya!” dedi Xifeng, gülerek. “Kesinlikle! Haklısın. Bazı insanların aç gözlerini doyurmak imkânsız. Oldukça iyi para kazanıyorlar, işleri de ağır değil, kendilerine ilave gelir getiren kızları da var. Bu pozisyona da göz dikmeleri bence biraz fazla oluyor. Bana böyle hediyeler gönderecek durumda olmadıklarını sanıyordum. Kendileri bilir! Hür iradeleriyle yapıyorlar bunu, bana da gönderdiklerini kabul etmek düşer! Ama kararımda bir değişiklik olmayacak, yine bildiğimi okumaya devam edeceğim.”

Bu politikasını uygularken hizmetkârları kararı için bekletti ve hediyelerin yığılmasını seyretti; sonra artık arkası kesilince konuyu Wang Hanım’a açmak için fırsat kolladı. Bir gün öğlene doğru Xue teyze, Baochai ve Daiyu, Wang Hanım’ın dairesinde karpuz yerlerken bu fırsatı yakaladı.

“Jinchuan öldüğüne göre hizmetçi eksiğin var, halacığım.” dedi. “Aklında birisi var mı? Bize de söyle ki gelecek ayın maaşlarını ne yapacağımızı bilelim.”

Wang Hanım bir süre düşündü.

“Neden belli sayıda hizmetçim olması gerekiyor? Yeterince olduğuna göre bir tane daha istemiyorum.”

Xifeng güldü.

“Aslında haklısın, hala ama bu tür konularda geleneklerimiz var. Odalıklar bile hizmetçi sayısını artırmak için yaygara koparırlarken, senin azaltman doğru olmaz. Hem zaten ayda sadece bir tael tasarruf olur, buna değmez!”

Wang Hanım yine biraz düşündü.

“Pekâlâ.” dedi sonunda. “Sen aylıkları dağıtmaya devam et ama benim için başka bir hizmetçi arama. Bir taeli Yuchuan’e veririz. Zavallı Jinchuan bu hazin sona varmadan önce uzun süre bana hizmet etti. Kardeşinin iki maaş alması daha adil olur.”

Öyle yapacağına söz veren Xifeng gülerek Yuchuan’e dönüp tebrik etti. Kız ileri atılıp Wang Hanım’ın önünde minnetle secde etti.

“Odalık Zhao ve Zhou’nun her ay ne kadar ödenek aldıkları aklıma takıldı şimdi.” dedi Wang Hanım.

“Sabit miktar her biri için ayda iki tael ama Zhao, Huan için ilaveten iki tael daha alıyor, dolayısıyla dört tael ediyor. Ayrıca her biri hizmetçileri için ayda iki dizi sikke alıyor.”

“Her ay tam ödeme mi yapılıyor?” diye sordu Wang Hanım.

“Elbette. Neden olmasın?” dedi Xifeng biraz şaşırarak.

“Geçen gün sanki birisinin bir dizi eksik aldığı konusunda şikâyet ettiğini duydum. Bu nasıl olur?”

Xifeng rahatlatıcı bir havayla güldü.

“Eskiden onların hizmetçilerinin ödemeleri ayda birer dizi sikkeydi ama geçen yıl muhasebe dairesindeki beyler yarıya indirdiler, her biri için beş yüz sikke oldu. İkişer hizmetçileri olduğuna göre ödemeleri bir dizi azalmış oluyor. Bu tamamen benim kontrolüm dışında bir şey. Elimde olsa daha fazla ödemek isterdim ama kesintiyi muhasebeciler yaptı; ben sadece bana verileni dağıtıyorum. Kararı ben vermedim. Aslında konuyu bir iki kere dile getirdim, eski ödeme şekline dönmelerini söyledim ama böyle karar verildiğini, başka yapılacak bir şey olmadığını belirttiler. En azından paralarını zamanında ödüyorum, eskiden muhasebedeki insanlar onları bekletirdi. Daha önce paralarını böyle düzenli alamıyorlar ve borca giriyorlardı.”

Kısa bir sessizlik oldu. Belli ki Wang Hanım düşünüyordu.

“Büyük hanımefendinin kaç hizmetçisi ayda bir tael alıyor?” diye sordu sonunda.

“Yedi. Xiren’i de sayarsan sekiz aslında.”

“Anlıyorum.” dedi Wang Hanım. “Baoyu’nün ayda bir tael alan hizmetçisi yok tabii. Xiren hâlâ Büyük Hanımefendi Jia’nın hizmetçisi sayılır.”

“Evet. Hâlâ büyükannenin hizmetçisi.” dedi Xifeng. “Baoyu’nün hizmetine verdi ama maaşını hâlâ kendisi ödüyor. Baoyu için çalışıyor diye maaşını kesmek söz konusu olamaz. Eğer bunu yapmayı düşünüyorsan, önce büyükanne için başka bir hizmetçi bulman gerekir. Bu durumda, Xiren’e Baoyu’nün hizmetçisi olarak ödeme yapılmasını istersen, adil olmak için Huan’a da başka bir hizmetçi bulman gerekir. Aslında, Büyükanne Jia’nın kişisel talimatları üzerine Qingwen ve Sheyue gibi Baoyu’nün kıdemli hizmetçileri birer dizi, Jiahui gibi küçükler de beş yüzer sikke alıyorlar. Bu nedenle hiç kimsenin bu konuda yaygara çıkaracak durumda olduğunu düşünmüyorum.”

Xue teyze güldü.

“Xifeng’ı dinlemek, tıpkı bir arabadan cevizlerin boşaltılmasına benziyor. Her şey gayet adilane ve hakkıyla hesaplanıyor!” dedi.

“Yanlış bir şey mi söyledim, halacığım?”

“Tabii ki hayır! Biraz daha yavaş konuşup nefesini boşa tüketmesen iyi olur.” dedi Xue teyze.

Xifeng gülmemek için kendisini zor tutarak öteki halasının talimatlarını bekledi. Wang Hanım açıklama yapmadan önce bir süre düşündü.

“Büyük Hanımefendi Jia için Xiren’in yerine birisini bul.” dedi sonunda. “Parasını büyük hanımın cebinden ödemeyi kes. Benim yirmi taellik kişisel bütçemden aylık iki tael ve bir dizi sikke ödeme yaparsın. İleride Zhao ve Zhou’nun ödeneklerinde ne değişiklik yapılırsa Xiren’e de aynısını ödersin, tabii benim bütçemden. Muhasebecilerin bu konuya karışmalarını istemiyorum.”

Bu talimatları aynen yerine getireceğine söz veren Xifeng Bayan Xue’yi hafifçe dürttü.

“Duydun mu, halacığım? Ne demiştim ben sana? Aynen çıktı.”

“Bunun çoktan yapılması lazımdı.” dedi Xue teyze. “Çok hoş bir kız o. Sadece görünüşünden söz etmiyorum. Çok hanımefendi, kibar ve sıcakkanlı. Güçlü bir iradesi ve kararlılığı var. Tam bir hazine.”

“Çok düzgün bir çocuk.” dedi Wang Hanım. “İyi niteliklerinin yarısını bile bilmiyorsunuz. Baoyu’den on kat daha iyi, orası kesin! Eğer Baoyu onu sürekli yanında tutmayı başarırsa onun için büyük bir şans olur.”

“O zaman, neden bütün gereklerini yerine getirip onu açık açık Baoyu’nün odalığı yapmıyorsun?”

“Hayır, olmaz.” dedi Wang Hanım. “Her şeyden önce Baoyu daha çok genç; ikincisi Zheng Bey bunu asla kabul etmez. Üçüncüsü de bir parça yakınlaşmalarına izin versek bile, onu hâlâ hizmetçisi olarak gördüğü için söylediklerini dinleme ihtimali var ama odalığı olursa, aptalca şeyler yaptığında kızcağız ne düşündüğünü söylemeye yeltenemez. En iyisi şimdilik her şeyi olduğu gibi muallakta bırakalım. İki üç yıl sonra kesin bir düzenleme yaparız.”

Xifeng, Wang Hanım’ın başka bir şey söylemeyeceğinden emin olmak için bir süre daha bekledikten sonra çıktı. Bir grup hizmetkâr karısı, ev işleriyle ilgili rapor vermek için arka taraftaki dar geçitte onu bekliyordu. Onu görünce gülümsediler ve içlerinden biri ziyaretinin uzunluğu konusunda ona takıldı.

“Bugün içeride çok kaldınız, hanımım. Bu kadar uzun süre sizi tutan şey neydi? Sıcakta çok konuşmaktan bunalmadınız umarım.”

Xifeng kollarını sıvayıp bir ayağı eşikte, kapıda durdu.

“Burada hoş bir esinti var, biraz durup serinleyeyim.” dedi. “İçeride uzun süre kaldığımı söylüyorsunuz ya. Bu hiç de şaşılacak bir şey değil. Bugün hanımefendi geçen iki yüzyıldır olup biten her şeyi sordu. Hepsine tek tek cevap verdim.” Sonra sesindeki şakacı ton birden sertleşti. “Artık bundan sonra ne kadar gaddar olabileceğimi göstereceğim! Hanımefendiye şikâyet etmesi umurumda bile değil. Kuş beyinli, ağzı bozuk, sümüklü, rezil kaltak! Sonu hiç iyi olmayacak! Yakında her şeyini kaybedince sızlanacak bir şeyi olacak. Hizmetçisinin parası kesilince beni suçluyor ha! Kim olduğunu sanıyor? Hizmetçi onun neyine!”

Bu şekilde söylenmeye devam ederek büyük hanımefendi için yeni bir hizmetçi bulmaya gitti. Onu bu hâlde bırakıyoruz.

***

Xue teyze ve iki kız karpuzlarını yedikten sonra birkaç dakika daha Wang Hanım ile sohbet edip ayrıldılar. Xue teyze kendi dairesine, Baochai ve Daiyu de Bahçe’ye döndü. Baochai Daiyu’ye beraber Xichun’e uğramayı teklif etti ama Daiyu banyo yapacağını söyleyip ondan ayrıldı. Baochai yolda Kızıl Neşe Avlusu’ndan geçerken biraz sohbet etmek için Baoyu’ye uğrayıp, öğlen mahmurluğunu atmayı düşündü. İçeri girdiğinde avlu çok sessizdi. Kuş cıvıltısı dahi yoktu. Leylekler bile bitkilerin gölgesinde kıvrılmış uyuyordu. Üstü kapalı geçidin altından eve doğru yürüdü. Dış odada hizmetçiler her yere yayılmış uyuyorlardı. Uzun aynanın ve incelikle oyulmuş paravanın yanından süzülüp Baoyu’nün yattığı odaya girdi. O da cibinliğin içinde mışıl mışıl uyuyordu. Xiren yatağının kenarında oturmuş nakış işliyordu, hemen yanında sapı beyaz gergedan boynuzundan, at kılı bir sineklik duruyordu. Baochai parmak uçlarına basarak yanına gitti.

“Biraz fazla tedbirlisin galiba.” diye fısıldadı yumuşak bir gülüşle. “Bu sineklik de ne? Buraya hiçbir sinek giremez!”

Xiren irkilerek başını kaldırdı, nakışını bırakıp ayağa fırladı.

“Ah, Bayan Bao! Sizi beklemiyordum.” diye fısıldadı. “Beni korkuttunuz. Sinek falan olmadığını biliyorum ama minicik bir böcek var, filenin deliklerinden bile geçiyor. O kadar ufacık ki fark edilmiyor. Uyurken çok fena ısırıyor insanı. Karınca ısırığı gibi.”

“Bunda şaşılacak bir şey yok!” dedi Baochai. “Arkanda su var; dışarıda da şeker kokulu bir sürü çiçek; içerisi parfüm kokuyor. Bu tür böcekler çiçeklerin içine yavrularlar ve kokulu her şeyi severler. Onun için içeri giriyorlar.”

Konuşurken Baochai’in gözü Xiren’in nakışına takıldı. Çocukların taktığı türden bir önlüktü, göğüslüğü de vardı. Kenarları kırmızı ipek biyeli, beyaz satendendi. Xiren üzerine lotuslarla oynayan Mandarin ördekleri işliyordu. Ördekler gökkuşağı renklerindeydi, lotusların da kırmızı çiçekleri ve yeşil yaprakları vardı.

“Ne kadar güzel!” diye bağırdı Baochai. “Kimin için? Bu kadar ince işlemeyi hak edecek kadar özel biri olmalı.”

Xiren başını çevirip dudaklarını yatakta uyuyan kişiye doğru uzattı.

“Onun için mi? Böyle bir şeyi takmak için biraz büyük değil mi?”

“O da öyle diyerek takmak istemedi.” dedi Xiren gülerek. “Bu yüzden taksın diye cazip hâle getirmeye çalışıyorum. Bu sıcakta uyurken üstünü açıyor, bunu takarsa akşamın serinliğinde üşütmez. Bu işlemeleri çok buluyorsanız bir de üzerindekini görün.”

“Böyle sabırlı olman ne güzel!” dedi Baochai.

“Bugün o kadar çok işledim ki eğilmekten boynum tutuldu. Bize bir iyilik yapar mısınız, küçük hanım? Siz biraz benim yerime oturun, ben de dışarı çıkıp bacaklarımı esneteyim. Hemen dönerim.” dedi yalvarırcasına.

Böyle söyledikten sonra cevabını beklemeden sessizce süzülerek dışarıya çıktı. Baochai işlemeye öylesine dalmıştı ki farkına bile varmadan Xiren’in kalktığı sandalyeye oturuverdi. Gerçekten de muhteşem bir nakıştı. Dayanamayıp iğneyi eline aldı ve Xiren’in bıraktığı yerden işlemeye devam etti.

Bu arada Daiyu banyo yapmaya giderken yolda Xiangyun ile karşılaştı ve onun Xiren’i terfisi için tebrik etme teklifini kabul etti. Kızıl Neşe Avlusu’na girdiklerinde tam bir sessizlikle karşılandılar. Xiangyun, Xiren’i aramak için hizmetçi odalarına doğru yöneldi. Daiyu ana binaya gidip pencerenin tülünden Baoyu’nün yatak odasına göz attı. Delikanlı üzerinde gül rengi keten bir gömlekle yatağında uyuyor, Baochai de kenarında oturmuş, nakış işliyordu. Yanında da sineklik duruyordu. Bir süre bu dokunaklı manzaraya şaşkınlık içinde bakakaldı; sonra bu görüntüyü bozmaktan korkarak eliyle ağzını kapatıp kahkahasını bastırdı. Biraz yatışınca eliyle Xiangyun’ü çağırdı. Onu bu hâle getirecek ne görmüş olabileceğini merak eden Xiangyun hemen geldi. O da içerideki manzarayı komik buldu; bir kahkaha kopartacaktı ama Baochai her zaman ona karşı çok nazik olduğundan kendisini tuttu. Daiyu’nün nüktelerinin ne kadar acımasız olduğunu bildiği için elinden tutup çekiştirerek oradan uzaklaştırdı. Bunu yaparken de Xiren’in öğlen gölde çamaşır yıkamaya gideceğini hatırladığını söyledi.

“Kesin oradadır!” dedi. “Gidip bakalım.”

Daiyu bu numarayı yutmadı ve alaycı gülüşüyle belli etti. Yine de onun peşinden gitti.

Bu arada Baochai nakış işlemeye devam ediyordu. İkinci yaprağını tamamlamış, hatta üçüncüye başlamıştı ki rüya gören Baoyu uykusunda öfkeyle bağırdı.

“Bu yaşlı rahiplerin ve Taocuların söylediklerine ne diye güveneyim? Altın ve yeşim taşının evliliğine inanmıyorum ki. Taşla çiçeğin evliliğine inanıyorum ben.”

Baochai bu sözlerle afalladı. Duyduklarının şokunu daha atlatamadan Xiren geldi.

“Uyanmadı mı hâlâ?” diye sordu.

Baochai kafasını salladı.

“Bayan Lin ve Bayan Shi’yle karşılaştım. Sanırım buraya gelmediler, değil mi?”

“Hayır, hiç görmedim. Sana bir şey söylediler mi?” dedi Baochai, muzip bir gülümsemeyle Xiren’e bakarak.

Xiren kızardı.

“Her zamanki gibi bir sürü saçmalık! Şaka yapıyorlar!”

“Yapmıyorlar.” dedi Baochai. “Bu sefer değil. Ben de sana söyleyecektim ama fırsatını bulamadan sen çıkıp gittin.”

O anda bir hizmetçi gelip Xifeng’ın Xiren’i çağırdığını söyledi.

“Gördün mü? Sana ima ettikleri konuyla ilgili olmalı.” dedi Baochai gülerek.

Xiren uyuyan hizmetçilerden ikisini kaldırıp iç odaya geçmelerini söyledi. Sonra Baochai ile beraber Kızıl Neşe Avlusu’ndan çıktılar. Dışarıda birbirlerinden ayrıldılar; Xiren, Xifeng’ın dairesine yöneldi. Oraya vardığında, aynen Baochai’in tahmin ettiği gibi, maaşı ve mevkisi ile ilgili Wang Hanım’ın getirdiği yeni düzenlemeler konusunda resmî olarak bilgilendirildi. Wang Hanım’a gidip teşekkür etmesi söylendi ama Büyükanne Jia’yı görmesine gerek yoktu.

Xifeng ile görüşürken çok mahcup oldu. Wang Hanım’a da uğradıktan sonra geri döndüğünde Baoyu uyanmıştı. Nereden geldiğini sorunca kaçamak bir cevap verdi. Gayriresmî bir şekilde Baoyu’nün yatağına terfi ettiği haberini ancak akşam karanlığı çöküp, el ayak çekilince verebildi. Baoyu buna çok sevindi.

“Umarım artık beni bırakıp gitmekten söz etmezsin!” dedi, ağzı kulaklarında. “Aileni ziyarete gidip döndüğünde, ağabeyinin seni buradan almak istediğini, artık senin için burada bir gelecek ya da kalman için bir neden olmadığını ve daha bir sürü acımasız sözler söyleyerek beni nasıl korkutmaya çalıştığını hatırlıyor musun? Şimdi kim seni benden almaya cüret edecek görelim!”

“Hıh!” diyerek burun kıvırdı Xiren. “Durum hiç de öyle değil. Artık ben hanımefendiye aitim. Eğer seni bırakmak istersem seninle konuşmama gerek yok. Hanımefendiden izin alıp gidebilirim!”

Baoyu güldü.

“Diyelim ki ben bir kabahat işledim, sen de hanımefendiden ayrılmak için izin istedin. Benim hatam yüzünden buradan ayrıldığın ortaya çıktığında, bundan en ufak bir rahatsızlık duymaz mısın?”

“Neden duyayım?” dedi Xiren gülerek. “Eğer haydudun teki olursan neden seninle kalayım? Her zaman başka bir yolu vardır. Her zaman canıma kıyabilirim. Hepimiz bir gün öleceğiz nasılsa, sadece zamanı belli değil. Nefesin kesilecek o kadar. Hiçbir şey görmeyip duymayınca her şey bitmiş olur.”

“Kes şunu! Sus!” dedi Baoyu eliyle kızın ağzını kapatarak. “Böyle şeyler söyleme!”

Xiren onun zaaflarını iyi biliyordu. Samimiyetten uzak iltifatları sahte ve boş bularak sinirlenirken, doğrular söylendiğinde de üzülüp somurturdu. Xiren hiç düşünmeden içini açtığı için çok pişman oldu ve lafı hoşuna gideceğini bildiği konulara, doğanın güzelliklerine ve hoş kızlara yöneltti. Ama nasıl olduysa konu yine dönüp dolaşıp kızların ölmesine geldi. Tam kendisi konuşurken birden bunu fark eden Xiren, bocaladı. Büyülenmiş bir şekilde onu dinleyen Baoyu bu ani sessizliği karşısında güldü.

“Senin de dediğin gibi bir gün hepimiz öleceğiz. Önemli olan nasıl öleceğimiz. O budalaların göklere çıkardıkları şey, bir âlimin imparatoru protesto ederken, bir askerin de savaş alanında ölerek ebedî bir ün kazanmasıdır. Hâlbuki ölmeseler daha iyi olmaz mı? Ama düşünüldüğünde, protesto etmenin tek geçerli zamanı hükümdar yanlış yönlendirildiğinde; dövüşmenin tek geçerli zamanı da ülke savaşta olduğundadır. Eğer âlimler şehit olmaya o kadar heves edip ilk fırsatta canlarını ortaya koyarlarsa, yanlış yönlendirilen zavallı hükümdar tavsiye alacak insanları nereden bulacak? Eğer bir asker kahramanca bir ölümün özlemini çekip daha ilk karşılaşmada kendisini öldürtürse, savaşta çarpışacak askeri olmayan ülkenin hâli ne olacak?”

“Ama hiç şüphe yok ki eski günlerdeki o ünlü insanlar mecbur oldukları için canlarını ortaya koydular.” diye araya girdi Xiren.

“Saçmalık!” dedi Baoyu. “Gözü kara bir generalin strateji geliştirmeden kendisini ölüme atması mı gerekli olan? Memurların hâli daha da beter. Onlar kitaplardan birkaç paragraf ezberliyorlar, hükûmetin en ufak bir hatası olduğunda, sırf ün kazanmak adına rastgele protesto ediyorlar. Bir öfkeye kapılıp ölümüne susamak mı gerekli olan? Hâlbuki bir hükümdarın gücünü göklerden aldığını bilmeleri gerekir. Gökler böyle dev bir sorumluluğu değersiz birinin omuzlarına yükler mi? Şerefleri için ölen, çok önemsediğiniz o insanların hepsi sadece kendi ünlerinin ve zaferlerinin peşindedir aslında, asil ilkelerin değil.

“Benim şanlı ölüm düşüncem, şimdi siz hepiniz yanımdayken ölmektir. Gözyaşlarınız birleşip büyük bir nehir oluşturur, cesedim üzerinde yüzerek kuş uçmaz, kervan geçmez, uzak yerlere gider; orada rüzgâr kemiklerimi alıp götürür, bir daha asla insan olarak tekrar dünyaya gelmem. İşte o zaman bu güzel bir ölüm olur!”

Xiren böylesine delice konuşmaları kısa kesmek için yorgun olduğunu söyleyerek cevap vermeyi bıraktı. Baoyu de gözlerini kapatıp hemen uykuya daldı.

Ertesi sabah bu konu tamamen unutulmuştu.

***

O gün Baoyu artık Bahçe’den sıkılmış gibi görünüyordu; sanki bütün cazibesi onu bıktırmaya başlamıştı. Ruhun Dönüşü’nden bazı şarkılar hatırladı ve iki kere söylemesine rağmen tatmin olmadı. Ona, Armut Ağacı Avlusu’ndaki on iki küçük sanatçı arasında en iyi şarkı söyleyenin genç hizmetçileri canlandıran Lingguan olduğunu söylemişlerdi. Gidip onu bulmaya karar verdi; kendisi için aryalar söylemesini isteyecekti. Avluda rastladığı Baoguan ve Yuguan onu sevinçle selamlayıp içeri davet ettiler.

“Lingguan nerede?” diye sordu.

Kızlar koro hâlinde, “Odasında.” dediler.

Baoyu hemen gösterdikleri odaya gitti. Lingguan odada yalnızdı; yatağına uzanmıştı. Baoyu’nün girdiğini görünce hiç istifini bozmadı. Pes etmeyen Baoyu yanına oturdu; kızlarla birlikteyken alışkın olduğu gibi, gayet samimi bir şekilde gülümseyerek kendisi için Ruhun Dönüşü’nden bahçeyi ziyaret konulu bölümü okumasını istedi. Ama Lingguan beklendiği şekilde karşılık vermedi. Hemen doğrulup yanından kalktı. Şarkı söyleme ricasına karşı soğuk ve somurtkan bir ifadeyle sesinin kısıldığını söyledi.

“Ses tellerim gerildi. Geçen Majesteleri bizi çağırttığında da söyleyememiştim. Hâlâ dinlendiriyorum.”

Bunları söylerken Baoyu’nün karşısında oturdu. Delikanlı yüzünü tam olarak görebiliyordu. Dikkatle bakınca onu daha önce nerede gördüğünü hatırladı. O gün sarmaşık güllerle kaplı çardakta yeri kazıyan kızdı. Şimdi kendisinin orada olmasından hiç hoşlanmamış gibi davranıyordu. Hayatında daha önce hiç böyle ani bir reddedilişle karşılaşmamıştı. Kıpkırmızı kesilip, daha fazla orada kalmanın anlamı olmadığından, utanç içinde bir şeyler mırıldanarak çıktı.

Bu kadar kısa süre içinde dışarı çıktığını görenler şaşırıp, nedenini sordular. Olanları anlattı.

“Bay Qiang’ın gelmesini bekleyin.” dedi Baoguan, gülerek. “O isterse reddedemez, söyler.”

Baoyu bundan ne anlam çıkaracağını bilemedi.

“Qiang mı?” dedi. “Nerede peki?”

“Birkaç dakika önce çıktı. Herhâlde Lingguan bir şey istedi, onu almaya gitti.”

Baoyu çok şaşırdı ve biraz daha kalıp neler olacağını görmek istedi. Jia Qiang biraz sonra elinde bir kafesle geri döndü. İçinde de bir kuş vardı. Kafesin üst kısmına minyatür bir sahne oturtulmuştu. Jia Qiang hâlinden gayet hoşnut bir şekilde Lingguan’ı görmek için içeri girerken, Baoyu’yü fark edip durdu.

“Ne kuşu o?” diye sordu Baoyu.

“Yeşil tepeli sarıasma kuşu.” dedi Jia Qiang gülerek. “Gagasında bayrak taşıyıp sahnede yürüyebiliyor.”

“Kaç para verdin ona?”

“Bir tael, yirmi beş gram gümüş.”

Baoyu’yü buyur edip kendisi Lingguan’ı görmeye gitti. Baoyu Lingguan’dan şarkı istediğini tamamen unutmuş, Jia Qiang ile aralarında ne olduğunu öğrenme hevesine kapılmıştı. Kapıda dikilip içeriye bakan kızların arasına karıştı.

“Bak! Sana ne getirdim.” dedi Jia Qiang, gülücükler saçarak.

“Nedir o?”

Lingguan yine yatağında uzanıyordu ama delikanlı içeri girince doğruldu.

“Canın sıkılmasın diye sana eşlik etmesi için bir kuş. Seyret bak, sana numaralar yapacak!”

Cebinden birkaç tahıl tanesi çıkarıp kuşu sahnenin üzerine doğru çekti. Kuş gagasıyla minicik bir maske ve bayrak alıp sanki bir oyunda savaşçı rolünü oynuyormuş gibi kurumlu bir şekilde yürümeye başladı. Bütün kızlar sevinçle gülüp, çok tatlı bir şey olduğunu söylediler. Lingguan hariç. O sadece küçümseyerek dudak büküp “Hıh!” dedi ve nefret içinde tekrar yatağına uzandı.

Jia Qiang neredeyse yalvarırcasına gülümseyerek, “Nasıl buldun?” diye sordu.

“Sen ve ailen yok mu!” dedi Lingguan acı acı. “Kızları evlerinden koparıp bütün gün berbat bir opera öğrensinler diye buraya tıkmanız yetmedi; şimdi bir de kuş getirmişsin. Herhâlde perişanlığımı hatırlatmak istiyorsun. Bir de ‘Nasıl buldun?’ diye soruyorsun küstahça.”

Kızın sözleri Jia Qiang’ı deliye döndürmüş gibi görünüyordu çünkü büyük yeminler ederek karşılık verdi.

“Ne kadar aptalım ben, bunu düşünmem gerekirdi! Seni neşelendireceğini zannederek bütün paramı buna verdim. Böyle düşüneceğin hiç aklıma gelmedi. Tamam, bırakalım o zaman! Canlıları serbest bırakmak erdemdir, en azından sana faydası olur. Sonraki yaşamında sana yardım eder ya da bu dünyada hastalıklardan korur!”

Böyle söyleyerek kuşu serbest bıraktı, hayvan derhâl uçup gitti. Delikanlı da ayağıyla vura vura kafesi parçaladı.

“Belki kuşlar insanlar kadar önemli değildir.” dedi Lingguan. “Ama onların da anne-babaları var. İnsanları eğlendirsinler diye onları yuvalarından koparıp almak ne zalimce bir şey görmüyor musun? Bugün iki kere ağız dolusu kan tükürdüm. Hanımefendi birini gönderip seni sordu. Ne olduğunu öğrenelim diye beni doktora göstermeni istedi ama sen alay eder gibi doktor yerine bunu getirdin. Bakacak kimsem yokken hasta olmam ne büyük şanssızlık!”