“İki tane yeter.” dedi Xiren. “Yoksa ziyan olur. Biterse gelip biraz daha alırım.”
Caiyun hemen gidip uzun bir süre gelmedi. Sonunda her biri yaklaşık sekiz santim uzunluğunda iki cam şişeyle geri döndü, Xiren’e verdi. Vidalı kapakları ve sarı etiketleri vardı. Birisinin üzerinde ‘Saf Osmantus Suyu,’ diğerinde de ‘Saf Gül Suyu’ yazıyordu.
“Ne kadar küçükmüş şişeler!” dedi Xiren. “İçindekiler azıcıktır. Herhâlde çok değerli.”
“İmparator için özel yapılmış.” dedi Wang Hanım. “Sarı etiketlerin anlamı bu. Daha önce hiç görmedin mi? Dikkatli kullan, ziyan etme.”
Xiren öyle yapacağına söz verdi ve gitmek üzere harekete geçti.
“Bir dakika!” dedi Wang Hanım. “Sana sormak istediğim bir şey daha var.”
Xiren döndü. Wang Hanım etrafına bakınıp odada kimse olmadığından emin olduktan sonra, “Bugün Huan’ın Beyefendi Zheng’a söylediği bir şeyden dolayı Baoyu’nün dayak yediği konuşuluyordu. Sen böyle bir şey duydun mu? Duyduysan ne olduğunu bana söyle. Bunun için velvele yapmam. Senden öğrendiğimi kimse bilmeyecek.” dedi.
“Hayır, duymadım.” dedi Xiren. “Benim duyduğuma göre Efendi Bao bir prensin sarayındaki bir aktörü alıkoymuş, onlar da gelip beyefendiye anlatmışlar.”
“Evet, nedenlerden biri buymuş. Ama bir sebebi daha varmış.”
“Diğerini ben bilmiyorum, hanımefendi.” dedi Xiren. Başını önüne eğdi ve gitmek için bir an tereddüt etti. “Acaba hanımefendiye açıkça bir şey söyleme cüretini gösterebilir miyim?” dedi biraz bocalayarak.
“Lütfen söyle.”
“Umarım bunu küstahlık olarak görüp bana kızmazsınız.” dedi sinsi bir gülümsemeyle.
“Tabii ki hayır! Ne demek istiyorsan söyle?”
“Şey, aslında, Efendi Bao’nın cezalandırılması gerekiyordu. Eğer beyefendi onu terbiye etmezse, gelecekte neler olur kim bilir.”
Wang Hanım bunu duyunca ellerini kenetleyip, pek nadir görülen bir sıcaklıkla, “Buda aşkına! Sevgili çocuğum, tamamen aynı fikirdeyim. Senin de anladığına çok memnun oldum. Elbette Baoyu’nün disipline ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyorum. Efendi Zhu’ya karşı ne kadar sert olduğumu görenler bunun farkındadırlar. Ama şimdiki hoşgörüm için bazı nedenlerim var. Elli yaşında bir kadın artık başka bir çocuk sahibi olmayı bekleyemez, Baoyu de benim tek oğlum. Çok güçlü bir çocuk değil ve Büyükanne Jia ona çok düşkün. Ben de sert olmayı göze alamıyorum. Bir oğul daha kaybetmeyi de! Büyük hanımefendiyi kızdırmayı ve bütün ev halkını üzmeyi de! Bu yüzden şımardı. Onu azarlıyorum, yalvarıyorum, kızıyorum, gözyaşı döküyorum ama kısa bir süre düzeliyor, sonra yine eski hâline dönüyor. Ona ulaşmayı başaramadığımı biliyorum. Öğrenmeden önce biraz sıkıntı çekmesi gerektiğinin farkındayım ama bu da çok aşırı! Ya bu dayağı atlatamasaydı, ne olacaktı? Benim hiçbir dayanağım kalmaz.” dedi ve ağlamaya başladı.
Hanımının bu hâli Xiren’e dokundu, onun da gözyaşları süzüldü.
“O sizin oğlunuz, elbette üzülürsünüz.” dedi. “Onunla birkaç yıldır beraber olan biz hizmetçiler bile endişeleniyoruz. Elimizden gelen tek şey, görevimizi yapmak ve olabildiğince sorunsuz idare etmek ama böyle şeyler yaptığında bu bile mümkün olmuyor. Artık değişmesi gerektiğini hep söylüyorum ona. Her gün, her saat konuşuyorum. Ama faydası yok. Dinlemiyor. Tabii bu insanlar ona bu kadar yaltaklanınca, onlarla gezip dolaştığı için onu çok da suçlamamak lazım. Biz onu ikna etmeye çalıştıkça sabrı taşıyor. Şimdi siz konuyu açınca, sizin tavsiyelerinizi almak istediğim, uzun süredir beni endişelendiren bir konu aklıma geldi. Ama yanlış anlamanızdan korkuyorum çünkü o zaman sadece boşuna konuşmuş olmakla kalmayıp, yatacak mezar da bulamayacağım…”
Wang Hanım bunun ardında önemli bir şeyler olduğunu anladı.
“Ne söylemeye çalışıyorsun, çocuğum?” dedi yumuşak bir tonda. “Son zamanlarda birçok kişi senden övgüyle söz ediyor. Bence bunun nedeninin Baoyu’ye iyi bakmaya ve herkese karşı nazik olmaya özel olarak itina göstermen. Ufak tefek düşüncesizlikler önemli değil. Zaten bu yüzden sana yaşlı dadılardan biriymişsin gibi davranıyorum. Şimdi bazı prensiplerin olduğunu da görüyorum, fikirlerin de benimkilere uyuyor. Eğer bana söyleyecek bir şeyin varsa duymak isterim. Ama başka kimseyle bu konuyu konuşmamalısın!”
“Sormak istediğim şey, Efendi Bao’nın ileride tekrar Bahçe’den taşınmasını sağlamak için bana ne tavsiye edersiniz?”
Wang Hanım irkildi ve dehşet içinde Xiren’in eline yapıştı.
“Umarım Baoyu kızlardan birine korkunç bir şey yapmıyordur!” dedi.
“Yo, hanımefendi, hayır! Beni yanlış anlamayın sakın!” dedi Xiren çabucak. “Onu kastetmedim. İzninizle söyleyeyim, Efendi Bao ve küçük hanımlar artık yetişkin oluyorlar ve her ne kadar kuzen olsalar bile, cinsiyetleri farklı. Böyle iç içe yaşamaları, özellikle de farklı sülalelerden olan Bayan Lin ve Bayan Bao için, bazen biraz uygunsuz olabiliyor. İnsan ister istemez rahatsızlık duyuyor. Hatta dışarıdan bakan birisine çok tuhaf bir aile izlenimi veriyor. Ne derler bilirsiniz: ‘En kötüsü için hazırlıklı olmak en iyisi.’ Düşünmeden yaptığımız bazı masum şeyler, başka birinin hayal âleminde yanlış anlaşılıp korkunç bir şey olarak anlatıldığı zaman, sayısız aksilikler baş gösterir. Böyle şeylerin olmaması için tetikte olmak zorundayız; hele de Efendi Bao gibi farklı karakteri olan biri bütün zamanını kızlarla geçirirken. Etrafta bu kadar insan varken ve bazıları da olmaları gerektiği kadar iyi niyetli değilken, tedbirsiz bir anımızda, kötü olsun ya da olmasın, en ufacık bir şey yapması bir skandala neden olur. Bazı insanlar nasıldır bilirsiniz. İnsanlar iyi niyetliyse sizi yere göğe sığdıramazlar ama değillerse o zaman vay hâlinize! İnsanlar Efendi Bao hakkında iyi şeyler söylüyorlarsa, kendimizi şanslı sayabiliriz. Ama yaptığı en ufak bir şey insanların kötü konuşmalarına meydan verirse, Efendi Bao’nın bedeninin lime lime ve kemiklerinin un ufak edilmesi bir yana, ömür boyu itibarı mahvolur ve hem sizin hem de Beyefendi Zheng’ın bunca fedakârlığı ve çabası boşa gider. ‘Mükemmel bir insan önceden tedbir alır.’ derler. Şimdiden gerekli adımları atmamız, bizi böyle şeylere karşı korumuş olmaz mı? Elbette ki siz çok meşgul olduğunuzdan her şeyi düşünmeniz beklenemez; benim de hiç aklıma gelmeyebilirdi ama madem geldi size söylememek hata olurdu. Son zamanlarda gece gündüz aklımdan çıkmıyor. Kimselere anlatamıyorum. Size daha önce söylemememin sebebi, bana kızacağınızdan korkmamdı.”
Xiren’in yanlış anlamalar ve skandallar hakkında söyledikleri, Jinchuan olayında olanlara o kadar uyuyordu ki Wang Hanım yıldırım çarpmışa döndü. Ama düşününce, kendisi adına bu kadar endişelenen bu kızcağıza karşı sevgi ve minnet duydu.
“Sezgilerin ne kadar da kuvvetli, canım, her şeyi bu kadar ince düşünmüşsün!” dedi. “Bu mesele benim de aklıma geldi tabii ama başka şeyler çıkınca unutmuştum, şimdi bana hatırlattın. İtibarımızı düşünmene çok memnun oldum. Çok iyi bir kızsın sen. Şimdi gidebilirsin. Sanırım artık ne yapacağımı biliyorum. Ama gitmeden önce bir şey daha var. Benimle bunları konuştuğuna göre, artık Baoyu’yü tamamen senin ellerine bırakıyorum. Ona çok dikkat et, olur mu? Onun için yapacağın her şeyi benim için de yaptığını unutma. Sana ne kadar minnettar olduğumu göreceksin.”
Xiren bu sözlerin ağırlığını tartarak bir süre başını eğip durdu.
“Hanımefendinin benden istediklerini yerine getirmek için elimden geleni yapacağım.” dedi.
Odadan ayrılıp düşünceler içinde Kızıl Neşe Avlusu’na döndü. Gittiğinde Baoyu yeni uyanmıştı. Xiren ona çiçek suyundan söz edince çok sevinip hemen biraz hazırlamasını istedi. Çok lezzetliydi. Sürekli Daiyu’yü düşünüyor, birini göndermek istiyordu ama Xiren’in karşı çıkmasından korkuyordu. Onu ekarte etmek için Baochai’den kitap almaya gönderdi. O gider gitmez, Qingwen’i çağırdı.
“Git, bak bakalım Bayan Lin ne yapıyor?” dedi. “Beni sorarsa daha iyi olduğumu söyle.”
“Bir bahane olmadan oraya gidemem ki. Söylemek istediğiniz bir şey yok mu?”
“Yok.” dedi Baoyu.
“O zaman götüreceğim bir şey verin. Ya da soracağım bir şey düşünün. Yoksa onu görünce ne diyeceğim?”
Baoyu biraz düşündükten sonra uzanıp eski mendillerinden ikisini aldı, gülümseyerek kıza fırlattı.
“Tamam. Bunları ona gönderdiğimi söyle.”
“Ne acayip bir hediye!” dedi Qingwen. “Sizin eski mendillerinizi ne yapsın? Onunla dalga geçtiğinizi sanıp yine üzülecek.”
“Hayır, üzülmez.” dedi Baoyu. “ O anlar.”
Qingwen tartışmanın gereksiz olduğunu düşünüp mendillerle beraber Bambu Evi’ne doğru gitti. Orada Chunxian’yi veranda parmaklıklarına ıslak mendilleri asarken buldu. Kız onun avluya girdiğini görünce eliyle gitmesini işaret etti.
“Uyuyor.”
Qingwen ona aldırmayıp içeri girdi. Lambalar yakılmadığı için oda karanlıktı. Yatakta uyanık olarak uzanan Daiyu’nün sesi geldi.
“Kim o?”
“Qingwen.”
“Ne istiyorsun?”
“Efendi Bao size mendil gönderdi, küçük hanım.”
Daiyu afalladı. Bu hediyeyi biraz şaşırtıcı bulup ne anlama geldiğini merak etti.
“Herhâlde çok güzeller.” dedi. “Ona biri vermiş olmalı. Söyle ona, başka birisine versin. Şu anda bana lazım değil.”
Qingwen güldü.
“Yeni değiller, küçük hanım. Her gün kullandıklarından.”
Bu daha da şaşırtıcıydı. Daiyu bir süre düşündü. Sonra birden anladı.
“Koy bir yere. Sonra da gidebilirsin.” dedi.
Qingwen mendilleri bırakıp çıktı. Kızıl Neşe Avlusu’na giderken yolda olanlara bir anlam vermeye çalıştı ama başaramadı.
Bu arada Qingwen’in anlayamadığı mesaj Daiyu’yü çelişkili duygular içine soktu.
“Çok mutluyum.” diye düşündü. “Kendi dertlerinin arasında benim sıkıntılarımın nedenini bile anlıyor. Aynı zamanda üzgünüm çünkü sıkıntılarımın nasıl sona ereceğini bilmiyorum. İki kullanılmış mendil hediyesiyle benim duygularımı tatmin etmeye çalışıyor olmalı, yoksa çok saçma olurdu! Ama yine de gizlice bana hediye göndermesi beni korkutuyor. Sürekli gözyaşı döküp durmamın boşuna olduğunu düşündükçe utanıyorum.”
Böyle düşünüp dururken, içindeki heyecan ateşi dile getirilmek için çırpındı. Hizmetçilerin ne düşüneceklerine aldırmadan, bir lamba istedi ve masasına oturup biraz mürekkep öğüttü, fırçasını yumuşattı ve mendillerin üzerine şunları yazdı:
Bu yersiz gözyaşlarımı görünce,Sorarsın kim için akıyor gizlice.İpek mendiller ne zarif hediye,Derinleştirir kasvetimi sadece.Gün boyu hüzünle inci yaşlar dökerim,Ya da gece yatağımda uykusuz dönerim;Yastığımı lekelemesin diye yaşlarım,Bu hediyelerin üzerine yağdırırım.Hiçbir ipek ipliğe dizilmez gözyaşlarım,Her bir tuzlu iz silinir geçtikçe yıllarım.Binlerce bambu büyür penceremin önünde,Gözyaşımın izleri mi görünen üzerinde?İkinci mendilin yarısına kadar yazmıştı ve bir başka dörtlüğe hazırlanıyordu ama bütün vücudunun ateşler içinde olduğunu ve yüzünün yandığını fark etti. Makyaj masasına gidip aynanın ipek örtüsünü kaldırdı. Yanaklarının şeftali çiçeklerinden daha kırmızı olduğunu gördü ama bunun ciddi bir hastalığın ilk belirtileri olduğunu fark etmeden, elinde mendillerle yatağına gidip rüyalarda kayboldu.
***Daiyu ve mendillerinden Xiren’e dönelim. Hatırlanacağı gibi kitap almak üzere Baochai’e gönderilmişti. Oraya vardığında, Baochai Bahçe’de değildi, annesine gitmişti. Eli boş dönmek istemediğinden geri gelmesini bekledi. Kız birinci saatin başında geldi. Ağabeyini gayet iyi tanıyan Baochai, daha hiçbir şey duymadan da Baoyu’nün başına gelenlerde onun parmağı olduğundan şüphelenmişti. Xiren’in söyledikleri de zaten var olan şüpheyi doğrulamıştı. Ama Xiren, Mingyan’den duyduklarını aktarmıştı; Mingyan hiçbir kanıtı olmadan sadece tahminlerini söylemişti. Herkesin kafasında şüphe olarak başlayan şey kesinliğe dönüşmüştü. İşin tuhafı, geçmişte yaptıklarıyla ondan şüphelenmelerine neden olan kötü ününe rağmen bu sefer gerçekten tamamen masumdu ama herkes onun suçlu olduğuna sarsılmaz şekilde inanıyordu.
Bu yanlış anlamanın muhatabı olan Xue Pan, o gece dışarıda âlem yaptıktan sonra, eve sarhoş döndü. Annesini selamladı, kız kardeşinin de orada olduğunu görünce ona da tutarsız bir şeyler söyledi. Sonra birden aklına bir şey geldi.
“Baoyu’nün başı derde girmiş.” dedi. “Ne oldu?”
Bu kadarı Xue teyze için çok fazlaydı. Zaten için için kaynayan kadın öfkeyle patladı.
“Utanmaz hain! Ne yüzle bunu sorabiliyorsun? Senin başının altından çıktığını bal gibi biliyorsun.”
Xue Pan hayretler içinde kadına bakakaldı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Masum numarası yapma bana!” dedi annesi. “Herkes senin söylediğini biliyor.”
“Ah, demek herkes benim birisini öldürdüğümü söylese, ona da inanacaksın.”
“Kardeşin bile senin yaptığını biliyor. Herhâlde ona da yalancı demeyeceksin.”
Baochai hemen lafa karıştı.
“İkiniz de bağırmayın! Biraz daha sakin olursanız, doğruya varma şansınız olur.” dedi ve ağabeyine döndü. “Senin suçun olsa da olmasa da her şey yaşandı, bitti. Şimdi bağrışmanın bir yararı yok. Benim sana tavsiyem, bundan sonra haylazlık yapma ve başkalarının işlerine karışma. Sen böyle yaptıkça bir gün bir şeylerin olacağı kesin. Öyle düşüncesiz bir yaratıksın ki bir şey olduğunda, masum da olsan insanlar hemen senden şüpheleniyorlar. Ben bile!”
Xue Pan bütün hatalarına rağmen içten ve dobra bir adamdı; bir meseleden devekuşu gibi kaçmaya alışkın değildi. Baochai’in haylazlık konusundaki eleştirisi ve kendi patavatsızlığı yüzünden Baoyu’nün dayak yediği konusunda annesinin ısrarı sabrını taşırdı. Heyecanla fırlayıp, masum olduğuna dair en ciddi ve büyük yeminler ederek karşı çıktı.
“Hakkımda bu hikâyeleri uyduranı bir elime geçirirsem!” diye bağırdı. “Suratını dağıtacağım! Baoyu’ye yaranmak için beni şamar oğlanı olarak kullandıkları çok açık. Kim ki o? Deva Kral mı? Ne zaman babası birkaç fiske vursa, bütün ev halkı günlerce ortalığı velveleye veriyor. Bir keresinde Zheng Enişte yaptığı bir şey yüzünden onu dövdüğünde, Büyük Hanımefendi Jia bunun altında Kuzen Zhen’in olduğuna hükmetmişti. Zavallı adamı apar topar karşısına getirtip azarlamıştı. Bu sefer de beni bu işe karıştırmak istiyorsunuz. Peki o zaman, umurumda bile değil! Gidip onu geberteyim, sonra bana ne istiyorsanız onu yapın!”
Böyle haykırarak kapının demirini kapıp tehdidini gerçekleştirmek için harekete geçti. Ama çılgına dönen annesi onu yakalayıp gitmesine engel oldu.
“Seni aptal yaratık!” dedi. “Kimi öldürmeye kalkıyorsun? Birini öldüreceksen benden başla!”
Xue Pan’in öfkesi öyle bir noktaya geldi ki gözleri yuvalarından fırladı.
“Ne saçma!” diye kükredi. “Hem gidip işini bitirmeme izin vermiyorsun hem de bu yalanları uydurarak beni kışkırtmaktan vazgeçmiyorsun. Bu çocuğun yaşamaya devam ettiği her gün benim dırdırlara ve yalanlara bir gün daha katlanmam demektir. En iyisi ikimiz de ölelim ve buna bir son verelim!”
“Biraz kendine hâkim ol!” dedi Baochai, annesinin onu zapt etme çabalarına katılarak. “Zavallı annemin ne kadar üzüldüğünü görmüyor musun? Her şeyi daha da berbat edeceğine onu sakinleştirmeye çalışman lazım.”
“Ah evet! Şimdi böyle söylüyorsun ama ona anlatıp bütün bunları başlatan sensin, değil mi?”
“Sen anca beni suçlarsın!” dedi Baochai. “Bu kadar düşüncesiz olduğun için senin hiç mi suçun yok, boşboğaz?”
“Düşüncesiz mi?” dedi Xue Pan. “Ya sorun çıkarıp duran Baoyu? Bir örnek vereyim sana. Önceki gün Qiguan ile aralarında olanı anlatayım. Belki onunla on kere karşılaşmışımdır ama bir kere bile bana yaranmaya çalıştığını görmedim. Ama Baoyu o gün onu ilk kez görmesine rağmen Qiguan ona kuşağını verdi. Bu da mı benim kabahatim?”
Annesi ve kardeşi çok öfkelendiler.
“Ne güzel bir örnek! İşte bu yüzden dayak yedi zaten. Şimdi söyleyenin sen olduğun anlaşılıyor.”
“Bu kadarı insanı deli etmeye yeter!” dedi Xue Pan. “Haksız yere suçlanmak değil beni çıldırtan, Baoyu için bu kadar kıyamet koparmanız!”
“Kıyamet koparan kim?” dedi Baochai. “Demiri kapıp gitmeye kalkışan sensin, şimdi bize mi diyorsun?”
Xue Pan, Baochai’in kendince haklılığını ve onu çürütmenin annesinden daha zor olduğunu görebiliyordu. Bu yüzden de onu susturacak bir şeyler bulmaya çalıştı; böylece itiraz edilmeden istediğini söyleyebilecekti. Bu, ağzından çıkanların ciddiyetini tartamayacağı kadar büyük bir öfkeyle birleşince, bağışlanamaz bir kinayeye yol açtı.
“Peki, kardeşim.” dedi. “Benimle tartışmana hiç gerek yok. Ben senin derdini iyi biliyorum. Annem, Bay Doğru’nun ağzındaki değerli taşla senin altın kolyenin çok uygun olduğunu bana çok önceleri söylemişti; tabii hâliyle şimdi sen Baoyu’nün boynunda taşıdığı o lanet şeyi görünce onu savunmak için elinden geleni yapıyorsun.”
Baochai önce öfkeden konuşamadı. Sonra annesine sarılıp ağlamaya başladı.
“Dediklerini duyuyor musun, anne?”
Kardeşinin gözyaşlarını gören Xue Pan çok ileri gittiğini fark ederek asık suratla kendi odasına çekilip yattı.
Kendisi de sinirden titreyen Xue teyze kızını yatıştırmaya çalıştı.
“Biliyorsun, bu canavar hep saçmalayıp durur.” dedi. “Yarın senden özür dilemesini söylerim.”
Baochai, annesini üzme korkusuyla dile getiremediği bir kırgınlık ve öfke içinde kalakaldı. Gözyaşları içinde iyi geceler dileyip Bahçe’deki odasına gitti ve bütün geceyi ağlayarak geçirdi.
Ertesi gün erkenden kalktı. Sabah bakımını yapamayacak kadar keyifsiz bir hâlde, sadece kendisine biraz çekidüzen verip annesine doğru yola koyuldu. Giderken, çiçek açmış bir ağacın altında kendi başına duran Daiyu’yü gördü.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Daiyu.
“Anneme.” diye cevap verdi, yoluna devam ederken.
Daiyu onun ne kadar keyifsiz olduğunu ve bütün gece ağlamış gibi gözlerinin şiştiğini fark etti.
“Kendine iyi bak, kuzen! Hasta olma!” diye seslendi arkasından, neşeyle. “İki fıçı gözyaşı döksen bile, o dayağın acısını geçiremezsin!”
Baochai’in verdiği cevap için bir sonraki bölümü okumalısın.
35. BÖLÜM
Yuchuan lotus yaprağı çorbasını tadar.
Yinger erik çiçeklerinden ustalıkla file örer.
Baochai, Daiyu’nün iğnelemesini gayet açık bir şekilde duydu ama zihni kendi aile meseleleriyle öylesine meşguldü ki hiç dikkate almayıp arkasına bile bakmadan yoluna devam etti.
Daiyu gölgesinde durduğu çiçekli ağacın altından uzaktaki Kızıl Neşe Avlusu’na bakarken, Li Wan, Yingchun, Tanchun ve Xichun’ün hizmetçileriyle birlikte kapıdan içeri girdiklerini gördü. Onları seyretmeye devam edince, girdikleri gibi teker teker kapıdan çıkıp kendi yollarına gittiklerini fark etti. Xifeng’ın aralarında olmayışına şaşırdı.
“Neden Baoyu’yü görmeye gelmedi acaba?” diye düşündü. “İşi bile olsa, insan büyük hanımefendi ve Wang Hanım’ı memnun etmek için ne yapıp edip boy göstermesini bekliyor. Gelmemesi için çok önemli bir neden olmalı.”
Tam o sırada düşüncelerinden sıyrılıp kafasını kaldırınca, avluya girmek üzere olan rengârenk giysiler içinde bir grup gördü. Daha dikkatle bakınca, bunların Büyükanne Jia’nın koluna girmiş gelen Xifeng, Xing Hanım, Wang Hanım, arkalarında da Odalık Zhou ve kalabalık bir hizmetçi topluluğu olduğunu fark etti. Hep beraber avluya girdiler. Daiyu gıptayla başını sallayarak bir aileye sahip olmanın ne kadar hoş bir şey olduğunu düşündü; yüzü yine gözyaşlarıyla ıslandı. O sırada Xue teyze ile Baochai de geldiler. Çok geçmeden Zijuan arkasında beliriverdi.
“Su soğumadan gelip ilacınızı için, küçük hanım.” dedi.
“Senin derdin ne?” dedi Daiyu. “Sürekli acele ettirip duruyorsun! İçerim içmem, sana ne?”
Zijuan neşeyle güldü.
“Hazır öksürüğünüz iyileşmeye başlamışken ilacı kesemezsiniz. Beşinci aya geldik, hava sıcak olabilir ama yine de dikkatli olmanız lazım. Sabahın neminde yeterince dışarıda kaldınız. Artık içeri girip biraz dinlenin.” dedi.
Zijuan’in sözleri üzerine gerçekten de bacaklarının yorulduğunu fark etti. Kısa bir tereddütten sonra Zijuan’in koluna girip ağır ağır Bambu Evi’ne doğru yöneldi. Avluya girerlerken, çiyle ışıldayan yosunların üzerine vuran kafes kafes bambu gölgesi ona Batı Odası’nda okuduğu satırları hatırlattı.
Adımların değmediği ücra bir yerde,Çiyler ışıldıyor ayak basılmamış çimlerde.“Ne güzel!” diye düşündü iç geçirerek, kitabın kahramanı kız için. “Ying-ying talihsiz olabilir ama en azından dul bir annesi ve küçük bir erkek kardeşi var. Benim kimsem yok. Eskiler ‘Bütün güzeller bahtsız olur.’ derler. Ben güzel de değilim, neden talihim bu kadar kötü?”
Yine tam ağlamak üzereyken, verandanın saçağında tüneyen papağan, hanımının geldiğini görünce birden viyaklayarak aşağıya inip, onu yerinden sıçrattı.
“Seni musibet!” diye bağırdı Daiyu, irkilerek. “Başımı toz içinde bıraktın!”
Papağan tekrar yerine döndü.
“Perdeyi kaldır, Xueyan. Küçük hanım geldi.” diye bağırdı ciyak ciyak.
Daiyu papağanın önünde durup tüneğine dokundu.
“Yemini ve suyunu verdiler mi, Polly?” diye sordu.
Papağan tıpkı Daiyu gibi uzun bir iç geçirdi ve kendine özgü sesiyle şu dizeleri söyledi:
Bırak gülsün herkes çiçekleri gömmeme,Acaba kim gömecek beni ölünce?Daiyu ve Zijuan bir kahkaha kopardılar.
“Sizin sürekli tekrarladığınız dizeler, küçük hanım.” dedi Zijuan. “Hatırlaması şaşılacak şey!”
Daiyu papağanın tüneğini saçaktan indirtip odasındaki yuvarlak pencerenin dışına asılmasını istedi. Kendisi de içeri girip pencerenin kenarına oturdu; ilacını içti. Bambuların arasından süzülen ışık pencerenin tülünden geçip, içeriye yeşil bir loşluk dolduruyor, yere ve değdiği mobilyalara soğuk bir görüntü veriyordu. Bu neşesiz ortamda biraz olsun keyiflenmek için pencerenin dışındaki papağanla oynayıp, ona sevdiği şiirleri öğretmeye çalıştı.
Şimdi onu burada bırakıp Baochai’e dönelim.
***Baochai annesinin dairesine gittiğinde kadını saçlarını tararken buldu.
“Sabahın bu saatinde burada ne arıyorsun?” diye sordu Xue teyze.
“Nasılsın diye bakmaya geldim, anne. Ben çıktıktan sonra tekrar gelip sorun çıkardı mı?”
Annesinin yanına oturup ağlamaya başladı. Kızının gözyaşlarını gören Xue teyze de kendisini tutamadı ama onu teselli etmek için de elinden geleni yaptı.
“Tamam, tamam, çocuğum! Üzülme! Ben ona dersini vereceğim, göreceksin! Kızıma bir şey olursa ben ne yaparım sonra? Kime güvenirim?”
Bu sözlere kulak misafiri olan Xue Pan koşarak içeri girdi. Pişmanlığının göstergesi olarak ellerini kavuşturup aşağı yukarı ve sağa sola salladı.
“Affet beni, sevgili kardeşim.” dedi. “Dün gece çok içtim, sonra eve gelirken bir arkadaşıma rastladım. Geldiğimde daha ayılmamıştım. Neler söylediğimi hiç bilmiyorum ama aptalca saçmaladığımın farkındayım. Bana kızmana hiç şaşırmadım.”
Ağabeyinin özür dileyişindeki beceriksizlik Baochai’i güldürdü. Yüzünü mendilinden kaldırıp alaycı bir şekilde buruşturdu.
“Numara yapma!” dedi, nefretle tükürerek. “Asıl amacının ne olduğunu çok iyi biliyorum. Etrafında kadınların olmasını istemiyorsun ve bizden kurtulmanın bir yolunu arıyorsun; böylece burası sana kalacak.”
“Bu fikre nereden kapıldın bilmem, kardeşim.” dedi gülerek. “Bu kadar şüpheci ve kötü olmak sana hiç yakışmıyor.”
“Sen ona kötü mü diyorsun?” diye araya girdi annesi, öfkeyle. “Dün akşam senin kardeşine söylediklerin çok mu güzeldi sanki? Aklını kaçırmış olmalısın!”
“Kızma, anne!” dedi Xue Pan. “Sen de üzülme, kardeşim. Bir daha içmeyeceğime ve o serserilerle aylaklık etmeyeceğime söz veriyorum. Tamam mı?”
“Sonunda aklın başına geldi!” dedi Baochai gülerek.
“Sen bu sözünü tutarsan, dragonlar bile yumurtlar.” diye alay etti annesi.
“Tamam o zaman.” dedi Xue Pan. “Bir daha onlarla içtiğimi duyarsan, yüzüme tükür, bana hayvan, işe yaramaz serseri de! Bir daha benim yüzümden endişelenmenizi istemiyorum! Seni kızdırmak bile yetiyor, anne; bir de zavallı kardeşimi üzüyorum! İnsan değilim ben! Babam ölünce sana evlat, kardeşime de iyi bir ağabey olacağıma, ikinizi de üzüyorum. Gerçekten hayvanın tekiyim!”
Koca ahmak ağlamaya başladı. Annelerinin üzüldüğünü gören Baochai zoraki bir neşeyle araya girmek zorunda kaldı.
“Yaptıkların yetmedi mi ki bir de annemi ağlatıyorsun?”
“Ağlattığımı kim söyledi?” dedi Xue Pan, gözyaşlarına hâkim olup sırıtarak. “Tamam o zaman. Bu konuyu kapatalım ve bir daha konuşmayalım. Xiangling’i çağırayım da size güzel bir çay yapsın.”
“Çay falan istemem, teşekkürler.” dedi Baochai. “Annem hazır olduğunda Bahçe’ye gideceğiz.”
“Şu kolyene bir bakayım. Parlatılması gerekiyor sanırım.”
“Gerek yok. Hâlâ yeni gibi parıldıyor.”
“Yeni giysiler almanın zamanı gelmedi mi?” dedi Xue Pan. “Hangi renk ve desen istediğini söyle bana.”
“Daha bütün kıyafetlerimi giymedim bile. Yenisine ne gerek var?”
Bu sözlerden kısa bir süre sonra Xue teyze üstünü değiştirip geldi, Baochai’in elinden tutup Bahçe’ye götürdü, Xue Pan de kendi yoluna gitti.
Anne kız Baoyu’ye bakmak için Kızıl Neşe Avlusu’na geldiklerinde, büyük bir hizmetçi kalabalığının dışarıdaki verandada ve içerideki girişte beklediğini görüp, Büyükanne Jia ve diğer hanımların orada olduklarını anladılar. İçeri girip hanımlarla selamlaştıktan sonra Baoyu’nün yattığı sedirin yanına giderek kendisini nasıl hissettiğini sordular. Baoyu, Xue teyzeyi görünce doğrulmaya çalıştı.