“Başka ne bekliyordun?” dedi Daiyu.
“Aslına bakarsan, büyükannem, annem ve babam izin vermediler, o zaman nasıl gideyim? Eskiden günde on kere uğrardım ona ama şimdi yan taraftaki küçük kapıyı kapattılar, ön taraftan dolaşmam gerekiyor, bu da külfetli bir şey.”
“Ama o bütün bunları nereden bilsin?”
“Chai’yi bilirsin, bana anlayış göstermiştir.”
“O kadar da emin olma.” dedi Daiyu. “Belki de anlamamıştır. Hasta olan kendisi, annesi değil ki! Şiir yarışmalarımızı bir düşünsene, beraber eğlencelerimizi, çiçekleri, şarabı, partileri. Şimdi bizden ayrıldı, ailesinin yaşadığı sıkıntıları biliyorsun ve ciddi şekilde hastalanınca, ilgisiz davranıyorsun! Tabii ki kırılır.”
“Yani beni artık sevmediğini söylemeye çalışmıyorsun, değil mi? Küs mü olacağız?”
“Hiçbir fikrim yok. Ben sadece neler hissedebileceğini tahmin ediyorum.”
Baoyu sessizce durdu. Daiyu ona aldırmadan, hizmetçilerinden birine mangala tütsü koymasını söyleyip, eline bir kitap aldı ve okumaya başladı. Bir iki dakika sonra Baoyu suratını asıp ayaklarını öfkeyle yere vurdu.
“Benim yaşamamın ne anlamı var? ‘Ben’ denilen kişi hiç olmasa, dünya çok daha iyi bir yer olurdu!”
“Bilmiyor musun?” dedi Daiyu. “ ‘Ben’ diye bir şey olmasaydı, ‘ötekiler’ de olmazdı. Bu ikili endişeler, korkular, şaşkınlıklar, aptalca rüyalar, diğer bir sürü engeller ve zorluklarla beraber yaşamak zorundadır. Demin ciddi değildim, şakaydı. Görüştüğünüzde Xue teyze keyifsizmiş. Kuzen Chai’yi bu işe karıştırmana gerek yok. Xue teyze, Kuzen Pan’in davası için uğramıştı. Çok endişeliydi, seni eğlendirecek durumda olmamasına hiç şaşmamak lazım. Hayal gücünü çalıştırmışsın, o da seni yanlışa götürmüş.”
Onun bu sözleri Baoyu’nün aklını birden başına getirdi.
“Tabii ya!” diye bağırdı gülerek. “Aynen öyle! Sen benden daha zekisin. Geçen yıl çok sinirli olduğumda beni o Budist öğretilerle sakinleştirdiğine hiç şaşmamak lazım. Bütün iddialarımda bana doğru yolu göstermene ihtiyacım var. Buda bile olsam senin rehberliğine gerek duyarım.”
“O zaman başka bir soruya hazır ol!” dedi Daiyu hemen fırsattan yararlanarak.
Baoyu bacak bacak üstüne atıp avuçlarını birleştirdi, gözlerini kapattı, dudaklarını büzdü, ciddi bir ifadeyle, “Sor.” dedi.
“Diyelim Kuzen Chai seni seviyor. Diyelim seni sevmiyor. Diyelim birkaç gün önce seviyordu, artık sevmiyor. Diyelim bugün seviyor ama yarın sevmeyecek. Diyelim sen onu seviyorsun, o seni sevmiyor. Diyelim o seni seviyor, sen onu sevmiyorsun. Şimdi bu altı ihtimali bir düşün. Ne yapardın?”
Baoyu birkaç dakika sessiz durdu. Sonra birden gülmeye başladı.
“Dünyanın bütün denizleri benim olsa, ben bir su kabağı kadarıyla yetinirdim.”
“Ya su kabağın suya kapılıp gitseydi?”
“Olmaz! Su kabağı suya kapılıp gitmez ki su akar, su kabağı kendi yoluna gider.”
“Ya sular kurur ve incin kaybolursa?”
“ ‘Benim gönlüm çamura batmış bir söğüt çiçeği,
Bahar rüzgârında keklik gibi hoplayamaz!’ ” dedi Baoyu.
“Zen’in ilk kuralı yalan söylememektir.” dedi Daiyu.
“Ama doğru söylüyorum, yardım et bana Buda, Dharma ve Kutsal Kardeşlik!”
Daiyu sessizce başını önüne eğdi. Sonra dışarıda bir karga gaklayıp göğe yükseldi, güneydoğuya doğru uçtu.
“Bu hayra mı alamet, kötüye mi?” dedi Baoyu.
“Kaderimizi kuşların ötüşünden öğrenecek değiliz.”
Baoyu vereceği cevabı düşünmeden Qiuwen girdi içeri.
“Efendi Bao, çabuk gel! Beyefendi Bahçe’ye birisini gönderip okuldan gelip gelmediğini sordu. Xiren geldiğini söyledi, hemen gelsen iyi olur!” dedi.
Baoyu ayağa fırladı ve dehşet içinde çıktı. Daiyu onu engellemeye bile kalkışmadı. Sonuçları gelecek bölümde.
92. BÖLÜM
Saygıdeğer Kadınların Hayatları üzerine yorumlar Qiaojie’yi hayran bırakır.
Jia Zheng, Anne İnci ile ilgilenirken, hayatta meydana gelen değişimleri düşünür.
“Babam ne istiyor acaba?” diye sordu Baoyu, Bambu Evi’nden çıkarlarken.
Qiuwen güldü.
“Çağıran baban değil.” dedi. “Xiren seni getirmemi istedi. Gelmezsin diye ben uydurdum.”
Baoyu rahat bir nefes aldı.
“Gelirdim. Beni böyle korkutmana gerek yoktu.”
Kızıl Neşe Avlusu’na gelince Xiren onu sorguya çekti.
“Bunca zamandır neredeydin?”
“Bayan Lin’in yanında. Xue teyze ve Kuzen Chai’nin hastalığını konuşuyorduk, o yüzden geciktim.”
“Ne konuştunuz?” diye sordu Xiren merakla.
Baoyu, Daiyu ile Zen hakkında konuşmalarını anlattı.
“Siz ikiniz çok salaksınız.” dedi Xiren. “Neden sıradan şeyler hakkında normal konuşmalar yapmıyorsunuz ya da şiir gibi güzel şeylerden söz etmiyorsunuz? Ne diye Zen tartışıyorsunuz? Keşiş misiniz?”
“Anlamıyorsun!” dedi Baoyu. Bizim başka kimsenin anlayamayacağı bazı Zen sırlarımız var.”
“Öyle herhâlde!” dedi Xiren küçümsemeyle dudak bükerek. “Yorgun düşene kadar Zen sırlarınızdan konuşursanız, biz de burada merakla bekleriz tabii.”
“Ben daha küçükken, Daiyu de henüz çocuksu hâllerinde olduğu zamanlarda, düşüncesizce konuşup canını sıkacak şeyler söylerdim. Bugünlerde söylediklerime daha çok dikkat ediyorum, o da pek fazla alınganlık göstermiyor. Ama ben çalıştığım, o da beni daha az ziyaret ettiği için, seyrek de olsa bir araya geldiğimizde, sanki birbirimize yabancılaştığımızı fark ettim.”
“Olması gereken de buydu!” dedi Xiren. “İkiniz de artık büyüdüğünüze göre, ağzınızdan çıkanlara dikkat etmeyi öğrenmiş olmalısınız.”
Baoyu başını salladı.
“Biliyorum. Neyse boş ver şimdi bunu. Söylesene, büyükannemden bana mesaj getiren oldu mu?”
“Hayır.”
“Unuttu demek!” dedi Baoyu. “Yarın on birinci ayın biri, değil mi? Büyükannem her yıl parti verir, günler uzamaya başlarken, Soğukları Gönderme sezonunun gelişini kutlamak için herkesi çağırırdı. Hatta okuldan izin bile aldım. Ne yapacağım ben şimdi? Okula gideyim mi, gitmeyeyim mi? Gidersem, izin günüm ziyan olacak. Gitmezsem de babam duyarsa, kaytarıyorum diye bana kızar!”
“Bence gitmen lazım.” dedi Xiren. “Hazır çalışmalarında ilerleme kaydetmişken, gevşemenin sırası değil. Mümkün olduğunca sıkı çalışmalısın. Daha dün, hanımefendinin küçük Lan’ın çalışmalarında ne kadar iyi olduğunu söylediğini duydum. Okuldan döner dönmez, hemen kompozisyonlarının başına oturdu, gece yarısını geçene kadar yatmadı. Sen onun amcasısın, ondan kaç yaş büyüksün. Seni geçmesine izin verirsen, büyük hanımefendi buna hiç memnun olmaz. Yani erkenden okuluna git, diyorum ben.”
Sheyue karşı çıktı.
“Bu soğukta mı?” dedi. “Hazır izin de almış. Gidecek olursa, öğretmeni madem gidecekti, o zaman ne diye izin istediğini sorar. Kaytarmak için yalan söylediğini düşünür. Bence bundan yararlanıp bir gün dinlen. Büyük hanımefendi parti vermeyi unuttuysa, biz burada yaparız…”
“Şimdi senin yüzünden gitmeyecek!” diye söylendi Xiren.
“Bence her günü olduğu gibi kabul edip, mümkün olduğunca eğlenmeliyiz.” dedi Sheyue kendisini savunarak. “Senin gibi her ay ekstra iki tael için insanlara dalkavukluk edip, ölümüne çalışmak gerektiğine inanmıyorum, Xiren.”
Xiren suratına tükürdü.
“Seni küçük kaltak! Şurada ciddi bir şey konuşuyoruz, saçmalıklarınla araya girme!”
“Saçmalık değil ki! Ben seni düşünüyorum.”
“Beni mi?”
“Evet. Efendi Bao okula gidince, kasvetle etrafta dolanarak, geri gelip eve neşe saçmasını hevesle bekleyeceksin. Böyle masum tavırlarınla beni kandıracağını mı sanıyorsun?”
Xiren, tam Sheyue’ye ağzının payını vermek üzereyken Büyükanne Jia’nın hizmetçilerinden biri geldi.
“Büyük hanımefendi, Efendi Bao’nın bugün okula gitmesini istemiyor. Bayan Xue’yi evine davet etti, bütün genç hanımlar da geleceklermiş. Bayan Xiangyun, Bayan Xiuyan ve Bayan Zhu’nun kuzenleri de çağrılmışlar. Soğukları gönderme partisi gibi bir şey varmış…”
“Ben sana dedim!” diye bağırdı Baoyu sevinçle. “Bu, büyükannemin en sevdiği etkinliklerden biridir. Şimdi vicdanım rahat bir şekilde iznimi geçirebilirim.”
Xiren hiçbir şey demedi, Büyükanne Jia’nın hizmetçisi gitti.
Baoyu, son zamanlarda o kadar çok çalıştıktan sonra böyle bir fırsatı hevesle bekliyordu. Xue teyzenin de geleceğine çok sevindi, böylece Baochai’i görme şansı olacaktı.
“Erkenden yatalım.” dedi. “Yarın erkenden kalkacağım.”
O gece olaysız geçti, Baoyu dediği gibi ertesi sabah erkenden kalktı. Büyükannesine, sonra da babası ve annesine saygılarını sunmaya gitti; büyükannesinin ona bir gün izin verdiğini bildirdi. Jia Zheng itiraz etmedi. Baoyu kaplumbağa hızıyla babasının huzurundan çekildi; çalışma odasından yeterince uzaklaşınca, koşarak Büyükanne Jia’nın dairesine gitti. Diğer misafirler henüz gelmemişlerdi ama bir dadı ve daha genç hizmetçilerin küçük Qiaojie ile içeri girdiklerini gördü; küçük kız doğru büyükannesinin yanına gidip saygılarını sundu.
“Annem buraya gelip seni selamlamamı ve yanında oturmamı söyledi, büyükanne. O da birazdan gelecekmiş.”
Yaşlı kadın güldü.
“Aferin, çocuğum! Horozlar öttüğünden beri oturup bekliyorum, Bao amcandan başka kimsenin geldiği yok.”
“Amcana da selam ver.” dedi kızın dadısı, temkinli bir şekilde.
Qiaojie dediğini yaptı, Baoyu de kıza karşılık verdi.
“Annem seni görmek istiyordu, amca.” dedi kız. “Dün öyle söyledi.”
“Ne için?” diye sordu Baoyu.
“Dadı Li ile o kadar çalıştıktan sonra karakterleri öğrenmiş miyim diye merak ediyormuş. Ben öğrendiğimi söyledim ve ona okumak istedim ama uydurduğumu sandı, bana inanmadı. Öğrenmem mümkün değilmiş çünkü bütün gün oyun oynuyormuşum. Ama bence kelimeleri öğrenmek o kadar da zor bir şey değil. Kızların Aileye Saygı Klasiği’ni bile okuyabiliyorum, o kadar kolay yani. Annem uydurduğumu düşünüyor, bu yüzden zaman bulduğunda benimle gözden geçirmeni istiyor.”
Büyükanne Jia güldü.
“Güzel çocuğum! Annen tek kelime bile okuyamıyor, bu yüzden senin onu kandırıp kandırmadığını bilemiyor. Yarın Bao amcanla beraber okurken o da dinler, o zaman inanır.”
“Şimdiye kadar kaç karakter öğrendin?” diye sordu Baoyu.
“Üç binden fazla.” dedi Qiaojie. “Kızların Klasiği’ni bitirdim. İki hafta önce Günümüz ve Geçmişteki Soylu Kadınların Hayatları’na başladım.”
“Anlayabiliyor musun?” diye sordu Baoyu. “Çözemediğin bir şey olursa, bana söyle, açıklayayım.”
“Ne güzel bir fikir!” dedi Büyükanne Jia. “Amcası olarak çalışmalarına yardımcı olman lazım.”
Baoyu öksürerek boğazını temizledi.
“Kral Wen’in değerli kraliçesiyle odalıklarını bir tarafa bırakıp diğer erdemli ve yetenekli kraliçelere bakalım. Kralın tembelliğinden kendisini sorumlu tutup, bütün takılarını çıkararak cezasını bekleyen mahkûm gibi duran Kraliçe Jiang ve içten itirazlarıyla Qi krallığında düzeni sağlayan Wuyan Kraliçesi var.”
“Evet.” dedi Qiaojie. Baoyu devam etti.
“Yeteneğe gelince, kadın tarihçi Ban Zhao, Han İmparatoru Chengdi’nin odalığı, edebiyatçı Ban Jieyu ve iki şair kadın Cai Wenji ile Xie Daoyun var.”
“Ya erdem örneği kadınlar?” diye sordu Qiaojie.
“Bir bakalım.” dedi Baoyu. “Erdem konusunda, dikenden saç tokası takan, pamuklu etek giyen Meng Guang; kuyudan kendi suyunu kendisi çıkaran, Bao Xuan’in karısı ve oğlunun misafirlerine şarap almak için saçlarını kesen, Tao Kan’ın annesi; oğluna okuma yazma öğretmek için yere ot sapıyla yazı yazan, Ouyang Xiu’nun annesi var. Onların erdemi fakirliği kabullenmelerinde yatıyor.”
Qiaojie başını salladı.
“Sonra çok zor zamanlardan geçenler var.” diye devam etti Baoyu. “Çok zalimce bir ayrılıktan sonra, kırık ayna taktiğiyle tekrar kocasıyla birleşen Prenses Lechang, sürgündeki kocasına, nakışla işlediği uzun bir palindrom8 şiiri gönderen Su Hui sayılabilir. Sonra hayırlı evlat örnekleri olarak, hasta babasının yerine savaşa giden Mu Lan, babasının cesedini arayıp bulamayınca, kendisini nehre atan Cao E ve daha pek çoklarını söyleyebiliriz…”
Qiaojie çok sessizleşti ve düşüncelere daldı. Baoyu, kocasının ölümünden sonra taliplerini caydırmak için burnunu kesen Caoshi ile diğer erdemli dul kadınların hikâyelerini anlatınca, küçük kızın yüzü daha da ciddileşti. Bütün bunların onu rahatsız ettiğini düşünen Baoyu bu sefer kendi uydurduğu şeyleri anlatmaya başladı.
“Wang Qiang, Xi Shi, Fan Su, Xiaoman ve Jiang Xian gibi ünlü güzeller var. Kocasının iki odalığının saçlarını yakan, Ren Gui’nin karısı, kocasının Luo Nehri Tanrıçası’na övgülerini duyduktan sonra kendisini nehre atıp ölen, Liu Baiyu’nün karısı gibi kıskanç eşleri sayabiliriz. Tabii Zhuo Wenjun ve Kırmızı Toz Bezi de ayrıca…”
“Yeter!” diye araya girdi Büyükanne Jia, Qiaojie’nin yüzündeki boş ifadeyi görünce. “Tamam! Zavallı kızcağızın kafasını doldurdun. Bütün bunları nasıl hatırlasın?”
“Bao amcamın söylediklerinin bazılarını biliyorum.” dedi Qiaojie. “O anlatınca okuduklarımı daha iyi anladım.”
“O zaman tanıdıklarının üzerinden geçmemize gerek yok.” dedi Baoyu. “Hepsinin yazılışını biliyorsun demektir. Hem zaten yarın ben okula gideceğim.”
“Annem, Xiaohong’un senin hizmetçilerinden biri olduğunu söyledi.” dedi Qiaojie birdenbire. “Onu kendi yanına aldığından beri yerine kimseyi göndermemiş sana. Bayan Liu’nun kızı Fivey’yi vermeyi düşünüyormuş ama senin isteyip istemediğini bilmiyormuş.”
Baoyu bunu duyduğuna çok memnun oldu.
“Annenin böyle şeyleri bana sormasına hiç gerek yok.” dedi sırıtarak. “Bütün kararları kendisi veriyor.” Sonra büyükannesine döndü. “Küçük yeğenim, ikinci Kuzen Feng olarak büyüdüğünün belirtilerini gösteriyor. Ondan çok daha zeki olabilir, üstelik okuma bilmesinin avantajına da sahip.”
“Kızların okumalarına hiçbir itirazım yok.” dedi Büyükanne Jia. “Ama nakış daima birinci sırada olmalı.”
“Dadı Liu bana nakış öğretiyor.” dedi Qiaojie. “Çiçek ve zincir şekilleri yapabiliyorum. Henüz çok iyi olmasam da öğreniyorum.”
“Bizimki gibi bir ailede, kendi dikişlerimizi kendimiz yapmak zorunda kalmayız ama bilmekte fayda var. Sonra hiç kimseye muhtaç olmazsın.” dedi yaşlı kadın.
“Evet, büyükanne.” dedi Qiaojie gülerek.
Küçük kız, Baoyu’nün erdem abideleri kadınlardan biraz daha söz etmesini isterdi ama Baoyu’nün dalgın olduğunu görünce sormaktan vazgeçti.
Peki Baoyu ne düşünüyordu? Bunun cevabı, Qiaojie’nin Fivey’den söz etmesinde yatıyor. Bu kız aslında Kızıl Neşe Avlusu için düşünülmüştü ama ardı ardına gelen engeller yüzünden o ana kadar hizmete başlayamamıştı. Önce hastalık çıkmış; sonra Wang Hanım, Qingwen’i kovmuş ve bir daha Baoyu için güzel hizmetçiler seçmeye yeltenememişti. Baoyu, Wu Gui’nin evinde Qingwen’i gizlice ziyarete gittiğinde, Fivey ve annesi hediyelerle geldiklerinde, kızla ilgili daha önce edindiği olumlu kanı daha da pekişmişti. Çok güzeldi. Şimdi Xifeng’ın bunu hatırlaması ve Xiaohong’un yerine onu göndermeyi düşünmesi ne muhteşem bir şanstı!
Baoyu bu hülyalara dalmışken, Büyükanne Jia misafirleri gecikti diye giderek daha da sabırsızlanmaya başladı ve çabuk olmaları için haber gönderdi. Birkaç dakika sonra Li Wan ve iki kuzeni Wen ile Qi, Tanchun, Xichun, Shi Xiangyun ve Lin Daiyu geldiler. Hepsi Büyükanne Jia’ya saygılarını sunduktan sonra birbirlerini selamladılar. Xue teyze henüz gelmemişti. Büyükanne Jia ona da birisini gönderdi. Sonunda yanında Baoqin ile geldi. Baoyu teyzesine saygılarını sunup Baoqin’le selamlaştı. Baochai ile Xing Xiuyan’in neden gelmediklerini merak etti.
“Kuzen Chai neden gelmedi?” diye sordu Daiyu doğrudan.
Xue teyze, kendisini iyi hissetmediği bahanesini öne sürdü, Xing Xiuyan de müstakbel kayınvalidesi Xue teyze orada olacağı için gelmemişti. Baochai’in yokluğu bir süre Baoyu’nün keyfini kaçırdı ama Daiyu’nün varlığıyla sıkıntısı dağıldı.
Xing Hanım ve Wang Hanım da kısa süre sonra geldiler. Xifeng herkesin kendisinden önce geldiğini duyunca geciktiği için utandı ve önden Pinger’yı gönderip özür diledi.
“Bayan Lian gelmek üzereydi ama biraz ateşi çıktığı için geç kalacak.” dedi Pinger.
“Eğer kendisini iyi hissetmiyorsa, gelmeye çalışmasın.” dedi Büyükanne Jia. “Biz yemeğimize başlayalım.”
Hizmetçiler odanın arka tarafına kömür mangalını getirdiler; Büyükanne Jia’nın kanepesinin önüne iki masa yerleştirdiler. Herkes yerine oturdu. Yemekten sonra mangalın etrafını sarıp neşeyle sohbet ettiler. Onları burada bırakıyoruz.
***Peki aslında Xifeng’a ne olmuştu? Başlangıçta, Xing ve Wang Hanımlardan daha geç kaldığı için utandı. Ama sonra Lai Wang’ın karısının gelişiyle durum biraz değişti. Kadın, Yingchun’ün kadın hizmetçilerinden birinin saygılarını sunmak için geldiğini bildirdi. Doğruca Xifeng’ın dairesine gelmiş, diğer hanımefendilere uğramamıştı. Xifeng şaşırdı ve içeri girmesini söyledi.
“Hanımın iyi mi?” diye sordu.
“Maalesef değil.” dedi kadın. “Ama ben bu yüzden gelmedim, hanımefendi. Aslında Siqi’nin annesi gelmem için yalvardı, sizden bir iyilik istiyor.”
“Ama Siqi kovulmuştu.” dedi Xifeng. “Artık benimle ne işi kaldı ki?”
“Uzun hikâye, hanımefendi. Kovulduğu günden beri ağlamaktan başka bir şey yapmıyormuş. Sonra bir gün erkek arkadaşı olan kuzeni Pan Youan tekrar ortaya çıkmış. Annesi onu görünce çok kötü davranmış, kızını mahvettiği için sövüp saymış. Yakaladığı gibi dövmeye kalkmış, o da tek kelime etmeden uysal uysal durmuş. Siqi olanları duyup koşarak gelmiş ve karşı çıkmış. ‘Onun yüzünden işten kovuldum! Hatırlamak bile istemiyorum! Yanlış yaptığını kabul ediyorum. Ama şimdi geri döndüğüne göre, neden vuruyorsun? Önce benim boğazımı sık!’ demiş. ‘Seni utanmaz sürtük!’ demiş annesi. ‘Ne yapmak istiyorsun?’ ‘Bir kız bir kere evlenir. Olanlar benim kabahatimdi, ona izin verdim; doğru ya da yanlış, artık ben ona aitim, başkasının olamam. Keşke o zaman biraz cesareti olup, kaçacağına benim yanımda dursaydı! Ama öleceğimi de bilsem onu bekleyecektim. Beni başkasıyla evlendireceksen öleyim daha iyi! Şimdi burada olduğuna göre beni karısı olarak alacak mıymış, sor bakalım. Eğer hâlâ beni istiyorsa, senin önünde secde edip, giderim. Benim varlığımı bile unutursun. Onunla dünyanın öbür ucuna bile giderim. Gerekirse sokaklarda dilenirim!’ demiş. Bu, annesini çok öfkelendirmiş. Ağlayarak sövüp saymış. ‘Sen benim kızımsın, onunla evlenemezsin dersem, evlenemezsin, o kadar!’ demiş. Ama Siqi inatçı bir yaratıktır. Annesi böyle der demez duvara doğru koşup başını vurmuş. Kafatası yarılmış, kan fışkırmış ve o anda ölmüş! Annesi feryat etmiş ama olan olmuş. Sonra kadın delikanlıya bağırmaya başlamış, bunu hayatıyla ödeyeceğini söylemiş. Şimdi bu hikâyenin en tuhaf tarafı geliyor. ‘Merak etme. Ben artık zengin bir adamım. Kızını asla unutmadım ve ona hep sadık kaldım. Bunu kanıtlamak için…’ Cebinden, içinde altın ve değerli taşlar olan bir kutu çıkarmış. Bunu gören Siqi’nin annesinin tavrı değişmiş. ‘Neden daha önce söylemedin?’ demiş. ‘Ben kadınları bilirim.’ demiş delikanlı. ‘Zenginliği duyunca hemen değişirler. En azından şimdi onun milyonda bir bulunan bir kız olduğunu biliyorum. Bunlar senin.’ diyerek kutuyu kadına vermiş. ‘Ben gidip bir tabut alayım. Usulünce gömülmesini sağlayayım.’ demiş. Anne kutuyu alıp bütün ayarlamaları yeğenine bırakmış. Siqi’yi unutmuş bile. Yeğeni dönünce, bir de ne görsün? Hamallar bir değil, iki tabut taşıyorlar. Yeğenine nedenini sormuş, delikanlı gülerek bir tanesinin yeterli olmayacağını söylemiş. Hiç ağlamıyormuş, Siqi’nin annesi üzüntüden aklını kaybettiğini düşünmüş. Delikanlı bir süre sessizce cesedi hazırlamakla uğraşmış, sonra birden kimse ne olduğunu bile anlamadan, bir bıçak çıkarıp boğazını kesmiş, sonu böyle olmuş. Kadın ne kadar korkunç bir şeye neden olduğunu biraz geç anlamış ve gözyaşı dökmeye başlamış. Bütün komşular olanları görüp sulh hâkimine rapor vermek istemişler. Şimdi kadın sizin ona yardım etmek üzere nüfuzunuzu kullanmanız için yalvarıyor. Gelip size minnetle secde edecekmiş.”
“Ne hikâye!” diye bağırdı Xifeng duyduklarına hayret ederek. “Kader iki aptallık örneğini bir araya getirmiş! Bahçe’de araştırma yapılırken, yakalandığında yüzündeki sakin, umursamaz ifadeyi şimdi anlıyorum. Ne kadar kararlı bir insanmış. Bu tür şeylere karışmaya hiç zamanım yok gerçekten ama senin hikâyen yüreğime dokundu! Annesine söyle, Bay Lian’le konuşup meseleyi halletmesi için Lai Wang’ı göndermesini isteyeceğim.”
Ancak ondan sonra Xifeng, Büyükanne Jia’nın partisine gidebildi.
***Bir gün, Jia Zheng edebiyatçı arkadaşlarından biri olan Zhan Guang’la go oynuyordu. Eşit giden bir oyundu ve tahtanın bir köşesinde rekabet sürüyordu. Onlar oynarlarken, kapıda görevli bir delikanlı gelip, Bay Feng’ın geldiğini, Sör Zheng’ı görmek için dışarıda beklediğini bildirdi.
“Alın içeri.” dedi Jia Zheng.
Delikanlı dediğini yapmak için çıktı ve kısa süre sonra Feng Ziying iç kapıdan girdi. Jia Zheng karşılamak için dışarı çıktı ve onu çalışma odasına aldı. Oturan Feng, go oynadıklarını fark etti.
“Lütfen devam edin.” dedi. “Ben sizi seyrederim.”
“Benim oyunum böyle seçkin bir misafirin seyretmesine layık bir oyun değil.” dedi Zhan Guang, yalaka bir gülüşle.
“Çok mütevazısınız.” dedi Feng. “Devam edin lütfen.”
“Buraya gelmenizi neye borçluyuz?” diye sordu Jia Zheng.
“Önemli bir şey değil.” dedi Feng. “Devam edin siz. Seyrederken bir şeyler öğrenirim.”
Jia Zheng oyun arkadaşına döndü.
“Feng eski bir dostum olduğundan ve acil bir iş için gelmediğinden oyunumuzu bitirebiliriz. O da oturup seyreder.” dedi.
“Parasına mı oynuyorsunuz?” diye sordu Feng.
“Evet.” dedi Zhan.
“O hâlde ben karışmayayım.”
“Bu konuda katı değiliz.” dedi Jia Zheng. “On tael kaybetti ama daha paranın yüzünü görmedim. Bize bir gün yemek ısmarlayacak galiba.”
“Harika bir fikir!” dedi Zhan gülerek.
“Eşit durumda mısınız, beyefendi?” diye sordu Feng.
Jia Zheng güldü.
“Öyleydik. Ama artık kaybediyor, oyunun başında iki parça ile avans verdim, yine de kaybediyor. Onun problemi, hamlelerini geri alabileceğini sanması, kuralları hatırlatınca da bozuluyor.”
Zhan güldü.
“Abartıyorsunuz, Sör Zheng…” dedi.
“Haydi bakalım, göreceğiz.”
Sohbet ederek oynamayı sürdürdüler. Bitince, Zhan yedi parçayla kaybetmişti.
“Amcamın taşlarını kuşatmaya çalışırken kaybettiniz. O da savunmasız olmadığından avantajlıydı.” dedi Feng.
“Seninle ilgilenemediğim için kusura bakma. Şimdi konuşabiliriz. Nasılsın?” dedi Jia Zheng.
“Görüşmeyeli uzun zaman oldu.” dedi Feng. “Öncelikle saygılarımı sunmak için geldim. Bir başka neden de Guangxi vali yardımcısı Majesteleriyle görüşmek için başkente gelmiş, yanında güneyden dört hediye getirmiş. Saray’a layık şeyler. Bir tanesi, yirmi dört panelli, katlanan, abanoz bir paravan. Manzara, insan şekli, bina, kuş ve çiçek kakmaları için kullanılan taş yeşim değil ama çok kaliteli bir mermer. Her panelde elli altmış saray hanımefendisinin olduğu bir saray manzarası var. Adı ‘Han Sarayı’nda İlkbahar Sabahı’ymış. Kızların yüz hatları, elleri ve kıyafetleri incelikle oyulmuş. Cilası ve tasarımı mükemmel. Manzara Bahçesi’nin ana salonuna çok yakışırdı. İkincisi, neredeyse bir metre uzunluğunda kocaman bir duvar saati. Alışılmadık bir şey. Üzerinde küçük bir erkek çocuğu tasviri, bir ibreyle saati gösteriyor, içinde de küçük bir mekanik orkestra var. Çok ağır olduklarından ikisini yanımda getiremedim ama diğerlerini getirdim. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum.”
Feng, beyaz ipeğe birkaç kez sarılmış, işlemeli bir kutu çıkardı. Kumaşı açtı, kapağı kaldırdı, altındaki ipekten koruyucu yastığı çıkardı. Kutunun üst bölmesinde kapaklı cam bir kap vardı. Kırmızı ipeğin üzerindeki altın bir dayanakta longan büyüklüğünde, muhteşem bir inci duruyordu.
“Bunun adı Anne İnci.” dedi Feng ve bir tepsi istedi.
Zhan Guang hemen ona siyah cilalı bir çay tepsisi uzattı.
“Bu olur mu?”
“Tabii, güzel.” dedi Feng. Ceketinin iç cebinden beyaz ipekten bir bohça çıkardı. Bunda da normal büyüklükte inciler vardı, hepsini tepsiye döktü, sonra Anne İnci’yi ortalarına yerleştirdi, tepsiyi masaya koydu. Küçük inciler su damlaları gibi ortadaki büyük inciye doğru yuvarlandılar. Feng, Anne İnci’yi kaldırınca, küçükler ona yapıştı. Tepside bir tane bile kalmadı.
“Şaşırtıcı!” diye bağırdı Zhan Guang.
“İlginç bir olay!” dedi Jia Zheng. “Duymuştum bunu. Anne İnci adı da çok yakışıyor.”
“Diğer kutu nerede?” diye sordu Feng uşağına dönerek. Çocuk hemen iki eliyle taşıdığı gül ağacından kutuyu getirdi. Üç beyefendi kapağı açılan kutunun etrafına toplandı. Çizgili ipekten bir kumaşın üzerinde katlanmış, mavi tül gibi bir perde vardı.
“Bu nedir?” diye sordu Zhan.
“Buna ‘Midye Lifi’9 deniyor.”
Feng kutudan çıkardı, her kat yaklaşık on iki santim uzunluğunda, bir santim kalınlığındaydı. Perdeyi kat kat açtı. On iki kat olan kumaş masayı kapladı.
“İki kat daha var.” dedi. “Tamamını açabilmemiz için yüksek tavanlı bir odaya asmamız gerekir. Bu kumaş midye liflerinden örülüyor, ‘Denizkızının Gözyaşları’ diyorlar. Sıcaklarda, büyük kabul salonları için mükemmel bir sinek ağı olur. Gördüğünüz gibi, çok hafif ve şeffaf.”