Memduh Şevket Esendal
Ayaşlı ile Kiracıları
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
1
Yeni yapılmış büyük bir apartımanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü, Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor. Odalar, loşça bir koridorun iki yanına dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyla mutfak var. Benim odam, koridora girince sağdan birinci kapı.
Ev sahiplerinin bitmek tükenmek bilmeyen karı koca kavgalarını sırf kontrat bitsin diye, altı ay çekip oturduğum eski odamın günü yaklaştıkça sevinerek kendime yeni, temiz bir oda ararken dışarıya giden bir arkadaşım bana bu yeni odayı bırakınca çocuk gibi sevindim ve hemen o gün, eşyamı toplayıp buraya taşındım.
Soluk benizli, arık bir hizmetçi kızın yardımıyla yatağımı kurdum. Eşyamı ve kitapları yerleştirmeyi ertesi güne bıraktım. O gece yemekten döner dönmez yatağıma girdim. Yerimi yadırgamam, deliksiz bir uyku çıkarmışım. Pencerelerin perde gibi kapanan pancurları odaya loşluk verdiğinden uykum biraz da uzunca olmuş.
Yatakta uyanıp kendimi yeni odada bulunca sevindim. Yukarı kattan ayak sesleri duyuluyor. Bizim bölükte hiç ses yok. Bir misafirlikte, yabancı bir yerdeymişim gibi içimde bir çekingenlik hissediyorum. Daha ne ev sahibi Ayaşlıyı ne komşuları tanıyorum. Ne zaman yatar kalkarlar, burada töre nedir? Yavaşça kapıyı açıp koridora çıktım. Hiç ses yok. Dün bana yardım eden soluk hizmetçi, bir sabah kahvesi olsun pişirmez mi? Odama dönerken hizmetçinin kafası mutfak kapısından göründü. Durdum.
“Bir şey mi istediniz?”
“İstiyordum ya, sen bana bir kahve pişiremez misin?”
“Kahveniz varsa pişireyim.”
“Kahvem… Olmalı. Olmazsa birini yollayıp aldıramaz mıyız?”
“Bakayım, kapıcı gelmişse!”
Odama geldi; para verdim, gitti. Ben kapıcı gidecek gelecek diye beklerken kız kahveyi pişirmiş, getirdi.
“Nereden buldun?” diye sordum.
“Faika Hanımlardan aldım, kapıcı geç gelir.” dedi.
“Sen bana biraz yardım etsen de odayı toplasak.”
“Kahvenizi için de ben gelirim.”
Biraz sonra ben kitapları toplamaya, çamaşırlarımı dolaplara koymaya başladım o da yatağı düzeltmek istedi. Yorganı pencere önüne getirdi, döndü bana dedi ki:
“Çamaşırınız varsa ben yıkarım.”
“Hı, kaç paraya yıkarsın?” dedim.
“Bir kere yıkayayım, beğenirseniz… Başkalarına ne veriyorsanız ben de o kadara yıkarım.”
“Olur.” dedim.
Akıllı bir kıza benziyor. Yalnız bana hasta ve bitkin görünüyor. Bu kız bu arıklığıyla çamaşır yıkar mı? Yıkayabilir mi? Yorganı kaldırmaya gücü yetmiyor. Güçlükle ayakta duruyor gibi görünüyor. Acımaya başladım. Buna hizmet ettirmek yazık… Ayakları topal bir ata araba çektirmek gibi… “Hadi kızım, sen hizmet etme bırak, ben yaparım.” desen gücüne gidecek. Buna, “Sen hizmet edemezsin, hastasın.” demek, “Git de bir köşede acından öl, insanlar arasında gezip de onları da üzüntüye uğratma!” demektir.
“Sen hasta mısın? Niçin böyle soluyorsun?” diye soracaktım belki hatırı kalır diye düşünüp vazgeçtim.
“Senin adın ne?”
“Halide.”
Aradan biraz geçti, o bana sordu:
“Siz maliyede misiniz?”
“Yok, bankada çalışıyorum.”
“A, hangi bankada? Bu büyük bankada mı? Bizim Cemile de şimdi orada çalışıyor. Eskiden bu üstümüzdeki katta altıncı dairede çalışırdı. İkimiz bir odada otururduk. Çok iyi kızdır. Siz Cemile’yi tanımıyor musunuz?”
“Tanımıyorum.”
“Feyyaz Bey’le beraber oturuyorlar. Sizin bankada Feyyaz Bey var, işte onunla.”
Bizim bankada belki Feyyaz Bey var ama ben tanımıyorum.
“Nasıl adam? Genç mi, ihtiyar mı?” diye sordum.
“A, yaşlı adam, yetişmiş kızları var ama olsun, iyi bakıyor ya! Bin gencine değişmem. Gençlere ver ki yesinler.”
Biraz durduktan sonra:
“Cemile talihli kızdır; üstü başı, oda kirası hep ondan. Bankadan aldığı yanına kalıyor.”
Yan gözle Halide’ye baktım. Eğer böyle ölü benizli olmasa hiç de fena kız değil! Esmerce ama kaşı gözü yerinde; sevimsiz de değil. Cemile acaba bundan güzel mi?
“Siz Maliye Tahsil Şubesinde Rasim Bey’i biliyor musunuz?”
“Rasim Bey… Bilmiyorum. Hangi tahsil şubesinde?”
“İşte o, yeni doldurdukları yerde.”
Yeni doldurdukları yeri de bilmiyorum, neyse. “Bilmiyorum.” dedim. “Niçin sordun?”
“Hiç, çok iyi insanlardır da… Ben geçen kış hastalanmıştım, çalışamadım. Onlar bana baktılar. Kendisi olsun, ablası olsun… Onlar olmasaydı bana kim bakardı?”
“Gene hasta düşeceğini biliyor.” diye düşündüm. “Senin kimsen yok mu?” diye sordum.
“Yok.” dedi. “Hepsi öldüler.”
“Buradan kaç para alıyorsun?”
“On lira veriyorlar.” dedi. “Yemeği de onlarla yiyorum.”
“Kimlerle?”
“İşte Faika Hanımlarla…”
“Faika Hanım kim oluyor?”
“Babanın kızlığı yok mu?” dedi.
“Ben bilmiyorum. Baba dediğin kimdir, onu da tanımıyorum.”
“Baba, işte burayı tutan değil mi?”
“Burayı tutan Ayaşlı İbrahim Efendi.”
“İşte İbrahim Efendi. Onlar baba diyorlar, ben de alıştım.”
“Üvey kızı babasının yanında mı oturuyor?”
“Kızı dipteki odada, baba sizin bu yanınızdaki odada. Dün taşınırken burada değil miydi?”
“Buradaydı ama ben hangi odada oturduğunu nereden bilirim? Babanın kızı, tek başına mı oturuyor?”
“Kocası var ya! Şoför Fuat… Şimdi İstanbul’dan anasını da getirmiş, hep bir odada oturuyorlar.”
“Sen de onların yanında mı kalıyorsun?”
“Benim bir odam var. Geceleri giderim.”
“Babanın yanında bir genç delikanlı var, o kim?”
“Babanın oğlu, köydeki karısından…”
Ayaşlı, Faika’nın anasını burada almış. Yalnız nedense bu yeni karısı, babayla bir yerde oturmuyormuş. Kadının ayrı evi varmış. Ara sıra kızını görmeye gelirmiş. O zaman baba ile de oturup konuşuyorlarmış. Faika da anasını görmeye gidermiş. Halide’nin dediğine bakılırsa anası, Faika’dan daha güzelmiş.
Bunları konuşurken odayı düzeltiyorduk. Hizmetin çoğunu ben gördüm, o yalnız toz aldı. Bir aralık sordum:
“Nerelisin?” dedim.
“Ben mi? Ben, Ezirgânlıyım.”
“Hı, konuşman hiç Ezirgânlıya benzemiyor.”
“İstanbul’da çok kaldım.”
Halide’nin anlattığına göre ufak yaşında Ezirgân’da kocaya varmış. Sonra muhacirlikte kocası ölmüş. İstanbul’da bir topçu kaymakamı bunu yanına almış. İki sene onun yanında kaldıktan sonra hastalanmış, hastaneye yatırmışlar. Bir daha topçu kaymakamının evine dönmemiş.
Bir ebe hanım, “Seni bir kocaya veririz.” diye bunu evine götürmüş. Bir zamanlar da onun yanında kalmış, evlendirecekler diye beklemiş. Sonra bakmış ki evlendirecekleri yok, yalnız çalıştırıyorlar; bir arkadaşı ile sözü bir edip kaçmış, buraya kadar gelmişler. O zamandan beri, burada hizmetçilik edip geçiniyormuş. Yüzüne baktım. Bu kız, kaç yaşında olmalı ki bunu muhacirlikte kocaya da vermiş olsunlar? Yalan söylüyor ama varsın söylesin…
“Nerelerde çalıştın?”
“Evlerde çalıştım. Muhittin Bey’i tanıyor musunuz?” “
Hangi Muhittin Bey?”
“Su şirketinde.”
“Tanımam.”
“İşte onlarda durdum, Gayret Otel’de çalıştım. En iyisi gene oteller. Evlerde çalışmak güçtür.”
“Niçin?”
“Güçtür. Ne erkeğinden rahat vardır ne kadınından…”
“Burada çalışıyorsun, burası ev değil mi?”
“Değil ya, burası ev mi? Ev olsun, hanım olsun da bak! Hanım olsa seninle gelip konuşabilir miyim?”
“Hımmm, kıskanıyorlar desene!”
“Aman kıskanmayanı da… Hizmetçi adam mı seninle konuşsun?”
“Demek konuşturmazlar?”
“Konuşturmazlar ya! Ben neler gördüm. Eve evlatlık kızlar alırlar; görsen onlara neler yaparlar. Ben İrfan Bey’in evinden o evlatlık kızlar yüzünden çıktım. Senin kışın, soğuk suyla taşlık sildiğin var mı?”
Halide’yi dışarıdan çağırmasalar daha söyleyecekti.
2
Ertesi günü erken, gene bilmem niçin, Halide’yi ararken mutfakta kısaca boylu, kısıkça sesli; başı yazma yemeni, sırtı örme hırkalı, ihtiyarca bir hanımla karşılaştık, konuştuk. Bu hanım şoför Fuat’ın anası, Faika Hanım’ın kaynanası imiş. İstanbul’dan yalnız birkaç gün için oğlunu ve gelinini görmeye gelmiş, yirmi gün olmuş daha gidemiyormuş. Oğluyla gelini yalvarıyor, salıvermek istemiyorlarmış. Bu hanımın İstanbul’da biri ergen, öteki taze dul iki kızı varmış. Küçüğü hocalık, büyüğü daktiloluk ediyormuş.
Bana bunları anlattıktan sonra, bu hanımın biraz da gelinini çekiştireceğini sanıyordum, yanılmışım! Gelini için hiçbir şey söylemedi. Onun yerine oğlunu çekiştirdi: Bu zengin bir yağlıkçının kızı, bir polis komiserinin karısı imiş. “O zamanın polis komiserinin de adı, şanı vardı.” diyor. Anlaşılıyor ki parası da varmış. Bu hanıma babasından epeyce kırıntı kalmış. Bu kalan mallar arasında; bir bostanın dörtte biri, Ayvansaray’da bir çekek yerinin yarısı da varmış.
Kadın kızlarını okutmuş; yazdırmış, adam etmiş. Oğlunu da okutmak istemiş ama Fuat okumamış. “Şoför olacağım.” diye tutturmuş. Elde ne varsa satmış savmışlar; kadının gümüş zarfları, gümüş kemeri, bir çift zümrüt küpesi de gitmiş. Bunlarla Fuat’a az kullanılmış bir otomobil almışlar. “Bari bir işe yarasa!” İki hafta geçmeden otomobil bozulmuş. Hadi tamire… En sonunda da Büyükdere yolunda bir hendeğe düşmüş, hurda yerine satmışlar. O zaman Fuat’ın elinde şoför kâğıdı bile yokmuş. Bu hanım gitmiş eşe dosta yalvarmış, çalışmış; kırk lira da para yedirmiş, şoför kâğıdı almışlar. Sonra Fuat, “İş buldum, Balıkesir’e gidip şoför olacağım!” demiş, çıkmış gitmiş. O zaman bu hanım çok söylemiş, “Ben sana şoför kâğıdını gitsin, yabanın memleketlerinde sürünsün diye mi aldım?” demiş amma Fuat dinlememiş.
“Balıkesir yaban memleketi mi ya? Orası bizim değil mi?”
“Gene onlar da Müslüman ama İstanbul hiçbir yere benzemez.” dedi.
Kadın yalnız kendi oğlunun değil, hükûmetin de İstanbul’u bırakıp buralara gelmesine akıl erdiremiyor.
“O, canım İstanbul’u bırakıp bu dağ başlarına gelecek ne vardı?” diyor. “Şimdiki zaman adamlarında da akıl kaldı mı? Ben şu kadın aklımla kendimi onlara değişmem. Bir kadınların kıyafetlerine baksınlar.”
“Ne var ya, kadınların kıyafetleri fena mı?” dedim.
“İyi mi?” dedi. “Ben hiçbirini beğenmiyorum. Zurafa kadınlar gibi hepsi saçlarını kesmişler. Bizim zamanımızda zurafa kadınlar saçlarını keserlerdi. Saç kadının ziynetidir. Ben ona şaşmıyorum, birtakım benim gibi kocakarılar da saçlarını kesiyorlar da…”
“Yok canım, siz kocakarı mısınız?”
“Kocakarı ya, baksanıza mihnet bizi neye döndürdü. Benim akranım hanımları görseniz şaşarsınız. Vallahi daha taze kız gibi duruyorlar. Rahmetli sağ olsaydı ben de böyle olmazdım ya…”
“Gene de neniz var! Biz taze hanımları da görüyoruz!”
“O tazeleri sorma. Hepsi düzgün, boya güzeli. Ben genç oldum, ihtiyar oldum; bu yaşa kadar rastık nedir, düzgün nedir bilmem. Bir cahillik edip süs yapacak olsak eve gelince hemen yüzümüzü, gözümüzü yıkardık ki babamız görüp de bize darılmasın diye. Bir kere sevaptır diye sürme çekmiştim. Babam rahmetli görmüş; nur içinde yatsın, hiç böyle şeyleri sevmezdi, hemen anneme söylemiş: ‘Bir daha o kılıkta karşıma çıkmasın.’ demiş. Bir daha kimin haddine düşmüş. Şimdikilerde o korku, o saygı da yok.
Amma yalnız başkalarınınkiler mi? Değil. Benimkiler de… Bacak kadar çocuklara söz geçmiyor. Benim kızlara o kadar söyledim, ‘Şu saçlarınızı ben ölünceye kadar olsun kesmeyin.’ dedim. Dinletemedim. O canım saçları görseydiniz! Oturdum, hep ağladım. Amma güzel oluyorlar mı? Hepsi maskaraya dönüyorlar. Ben hiçbirini beğenmiyorum!
Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım. Bana sorsanız, ben artık kadın kalmadı, diyorum. Niçin mi? Şimdiki kadınların hepsi birer erkek Fatma! Sokak bunlar için, kalem bunlar için, tiyatro, sinema bunların. Gitmedikleri neresi var? Amma kabahat kimde? Gene erkeklerde. Bizim zamanımızda bir kadın, dar çarşafla sokağa çıksa polisler çarşafını yırtarlardı. Bir kadın, bir erkek bir arabaya binemezlerdi.
Şimdi istersen omuzuna al da gezdir, polisler başını bile çevirmiyor. Böyle de polis olur mu? Bunları hep o hürriyet yaptı. Bilmem siz de hürriyetçi misiniz?”
“Hayır, değilim.” dedim.
“Doğru, o zaman siz daha çocuktunuz.” dedi. “Aman Allah’ım! Görseniz neler yaptılar. Bizim rahmetli söyledi, ‘Bu millet adam olmaz.’ dedi. Bütün düveller ayağa kalktılar, ‘İlle hürriyet olmayacak!’ dediler. Bulgar Çatalca’ya kadar geldi, gene bir şey beceremediler.”
Biz ihtiyar kadınla konuşurken Faika Hanım odasından çıktı; geldi kapının kenarına dayandı, bizi dinlemeye başladı. Birbirimizi yeni görüyoruz bir selam vermeliydi, bir söz söylemeliydi. Sanki çoktan tanışıyormuşuz gibi biraz sonra söze karıştı. Bu hanımı alıcı gözüyle süzdüm. Hiç fena değil! Yalnız biraz çocuksu… On üç yaşındaki mektepli kızları andırıyor. Elbisesi, giyinişi de bir şoför karısı giyinişine benzemiyor. İpekli entarisi, yeni berber elinden çıkmış dalgalı saçları, yüksek ökçeli, atlas terlikleri ile daha çok yosma kızlara benziyor. Bilmeyenler bunun, iki çocuk anası olabileceğini akıllarına bile getirmezler.
Faika Hanım, şoför Fuat’la evleneli bir buçuk sene olmuş; bu bir buçuk sene içinde Faika bir çocuk doğurmuş, birini de yakında düşürmüş. İlk doğurduğu çocuk, Faika’nın anasının yanında bakılıp büyütülüyormuş. Faika’nın bir de ablası var ki hatırlıca ve paralıca birinin metresi imiş. Bu hanım Faika’ya benzemiyor, çok güzel bir kadın. Çok temiz de giyiniyor. Faika’nın üstü başının düzgün olması da kocasının parası ile değil; anasından, ablasından, üvey babasından aldığı paralarla giyinip kuşanıyor, kocasına da para veriyor.
Faika Hanım’ın üvey babasıyla yiyip içmeleri de ayrı. Ayaşlı, Faika’nın odasına giderse onlarla birlikte yemek yerse misafir gibi gidiyor. Bir iyi yemekleri olursa onu da çağırıyorlar yahut ona da bir tabak veriyorlar. Ayaşlı, oğlu ile beraber yiyip ayrı yaşıyor. Ayaşlı kendisi mutfağa girip yemek pişiriyor. Ekmek, peynir, salata, pastırma ile de günlerini geçirdikleri oluyor.
Ben Faika’nın kaynanasıyla konuşurken mutfak masasının kenarına ilişip oturmuştum. Halide odalardan birinde imiş, biraz sonra o da geldi. Bana sormadan bir kahve pişirip yanıma koydu. Faika da odasından bir hanım sigarası getirdi.
“Kahveniz imansız gitmesin.” dedi.
Teşekkür ettim.
“Gitmesin.” dedim.
İlkin kocakarının dedikodusu, sonra da Faika’nın oraya gelmesi beni mutfakta alıkoydu ve bu üç kadınla aramızda hemen bir dostluk, bir sıcaklık uyandırdı.
Bize kahveyi verdikleri sırada odanın birinden arkasına uzunca bir hırka giymiş, yaşlı bir efendi çıktı, öksürerek banyo odasına girdi. Halide onu görmedi amma öksürüğünden kim olduğunu anladı. Faika Hanım’dan sordu:
“Hamama mı girdi?”
Faika başıyla “evet” diye işaret etti. Halide suratını ekşitti:
“Daha şimdi temizledimdi.” dedi. “Ben onu gitti sanıyordum. Ben böyle pis adam görmedim.”
Faika’nın kaynanası:
“Sus!” dedi.
“Yalan söylemiyorum ya, vallahi şimdi çıksın da gidin bakın! Geçen sabah hem öğürdüm hem temizledim.”
Faika’ya:
“Kimdir bu adam?” diye sordum.
“Şefik Bey.” dedi. Konsolosmuş, şimdi bir sefarette tercümanlık ediyormuş.
“Niçin Halide böyle söylüyor?”
“İhtiyarlamış; kendine bakamıyor, banyoyu kirletiyor. Kim bilir hastalığı da mı vardır nedir!”
Faika’nın kaynanası Halide’ye:
“Allah’ın gücüne gider kızım. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!” dedi.
“Aman canım, onunki ihtiyarlıktan mı? Kendisi pis insan. Ne ihtiyarlar var. Baba ihtiyar değil mi? Hasan Bey ihtiyar değil mi?”
Bu sözü söyleyince Halide aklına bir şey gelmiş gibi bana baktı:
“Ha, sahi Hasan Bey sizi tanıyormuş; sizi bekledi, uyanmadınız. Onun da işi varmış, gitti. Akşama sizi görecek.” dedi.
“Hasan Bey kimdir?” diye sordum.
Halide:
“İşte bizim beş numarada oturan, sizin hemşerinizmiş.” dedi.
“Benim hemşerim… Nasıl bir adam bu? Uzun boylu mu?”
“Evet, uzun boylu.”
“Kalın sesli.”
Faika da söze karıştı:
“Evet, evet güzel davudi sesi var.” dedi.
“Ha, tanıdım. E, nerede şimdi?”
“İşi varmış, gitti. Akşama gelir.”
“O, burada mı oturuyor?”
“Evet burada, beş numarada oturuyor.”
“Ya! Çok iyi, akşama konuşuruz.”
Biz bunları konuşurken Faika’nın odasından on yedi-on sekiz yaşlarında sanılır bir genç çıktı. Görünce bunun, şoför Fuat olduğunu anladım. Kısa boylu, karısı gibi ufak tefek, açıkgöz olduğu gözlerinden belli bir genç. Kasketi elinde idi. Başı ile beni terbiyelice selamladı.
Faika’ya:
“Beyiniz, değil mi?” dedim.
“Evet.” dedi.
Elimi uzattım. Fuat gene terbiyelice elimi sıktı. Sonra karısına bir şeyler söyledi. Faika:
“Sahi, niçin burada oturuyoruz? Odaya buyurmaz mısınız?” dedi.
“Yok, ben tıraş suyu aramaya gelmiştim, Hanım’ın tatlı sözleri beni alıkoydu, ayrılamadım. Başka bir sabah kahvenizi içerim.” dedim.
Faika: “Buyurursunuz.” dedi.
“Ah, insan evladı nerede olsa bellidir.” diye, kocakarı da beni alkışladı.
Halide:
“Siz kahvenizi içiniz, tıraş suyu hazır. Ama banyoda adam var, o şimdi bir saatte çıkmaz. Siz odanızda tıraş olursunuz.” dedi.
“Olur.” dedim.
Fuat karısına:
“Banyoda kim var?” diye sordu.
Faika ne karşılık verdi bilmem, dinlemedim. Ben Fuat’ın yüzüne baktım. Onda becerikli bir adam suratı var. Açıkgöz bir çocuk… Çapkın değildir. Çapkınlıktan anlamaz da denilemez.
Patron, otomobile binerken “Fuat Efendi bizi bir yere götür biraz eğlenelim!” dese “Nereye efendim?” diye sormaz; yanlış kapı önünde de durmaz. “Fuat Efendi, sen bak bir şeyler bulursun! Vakit geçmiyor işte…” denilse gider bir şeyler bulur, getirir patronu mahzun etmez!
3
Burada, beş numarada oturduğunu, sabah erken beni görmek istediğini Halide’nin söylediği Hasan Bey, doğrudur, benim memleketlim sayılır. En büyük kardeşimiz Rıza Bey’in de yakın arkadaşı idi. Biz Hasan Bey’le bir şehirden değil isek de birbirine yakın iki şehirdeniz.
Bu adama, bizim oralarda Karaçimenlilerin Hasan Bey derler. Babası, Karaçimenli Apti Bey. Bunların büyükbabalarından Haydar Bey adında biri var ki yiğitliği ile anılır. Kırk gönüllü ile Kırım Muharebesi’ne gitmiş, dönüşte gemide ölmüş.
Bunların, ayrı kazada olmakla beraber bizim çiftliğimize çok yakın Karaçimen ve Sarıçalı diye, her biri altmış-yetmiş bir dönümlük iki büyük çiftlikleri vardı. Buğuluca ormanları da bunların kışlıkları sayılıyordu.
Büyükbabaları gününde bu çiftliklerin her birinde katlı iki-üç pulluk döner, yozu, hergelesi, sığırı, koşu hayvanları, sağmalı ile birkaç yüz baş hayvanı çıkarmış.
Yozcusu, hergelecisi, sığırtmaçları, güdücüleri, çoban kâhyaları, nazırı, odacısı, anahtarcısı, çiftçisi, yamakları, hizmetkârları, korucuları ile her çiftlikte bir sürü insan bulunur, hele orak ayında davul zurnalarla Karaçimen’in yahut başka büyük bir çiftliğin orakçıları şehir pazarına inince bir bayram olurmuş.
Biz bugünlere yetişmedik. Biz yetiştiğimiz zaman bu çiftlikler kesimcilere, ortakçılara veriliyordu. Bu devir, babalarımızın gençliklerinde başlamış. Benim aklım ermeye başladığı zaman para kimsede kalmamıştı. Bizim büyükbabalarımızdan sonra zengin olan Rumlar, Ermeniler de varlığı ellerinden kaçırmış bulunuyorlardı.
Araya birçok ölümler de girmesiyle bizim ailemiz, Hasan Bey’in ailesinden daha çabuk dağıldı. Biz, yedisi erkek, biri kız, sekiz kardeştik. Hepsi genç yaşlarında, ya bir hastalığa tutularak yahut bir kazaya uğrayarak öldüler.
En küçükleri olan ben kaldım. Ablam çocuk doğururken öldü. Kardeşlerimizden birini at tepti, kaşının üstünde ufacık bir yara yaptı, o yaradan gitti. Bir kardeşimiz Balkan Muharebesi’nde, Edirne’de kayboldu. Biri de Çanakkale’de vuruldu. Ben hepsinin acılarını az çok unuttum, bu Çanakkale’de kalanı unutamam. En büyük kardeşimiz Rıza Bey de bana anlattıklarına göre, bir kız yüzünden kendini içkiye vermiş, genç yaşında ölmüş, gitmiş. Ben onu pek az hatırlarım: Bir karlı gündü, arkasında uzun gocuk vardı, başında bir şal sarık sarılıydı. Atla iç avluya kadar girdi. Orada yardım ettiler, attan indi, yanına koştum. Beni okşadı.
“Ne yaptı bakalım babam oğlu?” dedi.
Kara gözleri çukura batmış, uzun kara bıyıkları buz tutmuştu. Beni gocuğu içine aldı eve kadar getirdi. Sonra içeri yolladı:
“Koma Ümmü Ablana süle, benim odama odun getirsin, zere dondum.” dedi.
Bunları hatırlıyorum, o kadar. Çocukluk sahneleri içinde başka hiçbir hatırası yok. Bunlar o zaman Hasan Bey’le çiğ delikanlı imişler. Beraber çok sarhoşluklar, çok hovardalıklar yaparlarmış. Hüseyin Nazır diye emektar bir adamımız vardı, o bana anlatırdı:
“O Karaçimenlilerin Hasan yok mu, ağacığını hep o baştan çıkarırdı.” dedi.
O zamandan Hasan Bey’in adı kulağımda kalmış.
Bir aralık Hasan Bey, niçinse Selanik ve Karaferye taraflarına gitmiş, oradan aslı Yenişehirfenerli zengin bir hanımla evlenmiş, bir daha memlekete de dönmemiş. Ben de kendisini hiç görmemişim.
Bir gün, bankayı teftiş için Samsun’da bulunuyordum, tanıdıklarımdan biri:
“Burada sizin hemşerilerinizden biri var.” dedi.
“Kimdir?” dedim.
Anlattılar. Görmek istedim. Bir gün sonra Hasan Bey’le buluştuk. Uzun boylu, uzun sarı bıyıkları kırlaşmış; gür, kalın sesli, mavi gözlü bir adam. Beni görünce bir durdu; baktı, sonra: