“Sen kızanım, ağacığına ne kadar okşuyorsun.” dedi.
Geldi beni kucakladı, bağrına bastı. Az kaldı ihtiyar ağlayacaktı. Oturduk, konuştuk. Hasan Bey Selanik’ten mübadil olmuş. Buraya yerleşmeye gelmiş. Karısından ve bir kızından başka kimsesi yokmuş. Kızına burada bir kısmet çıkmış. Nikâh etmişler. Karısı ile kızı çeyiz, takım düzmek için İstanbul’a gitmişler. Onlar gelince düğün olacakmış.
Hasan Bey bizim memleket şivesini, Karaferye şivesini karıştırmış, kendine göre bir söyleyişle bunları anlattı.
“Güvey kimdir?” diye sordum.
Ziya Bey adında bir gençmiş. Tütün eksperliği ediyormuş.
“Çok güzel, Allah hayırlı etsin.” dedik.
Ertesi gün bilmem nasıl oldu, bu Ziya’yı da tanıdım. Benim mektep arkadaşımdır. Onuncu sınıfta mektebi bıraktı çıktı. Daha o zamandan içerdi. İyi çocuktur. Zararsız, sessizdir ama… Bilmem, belki şimdi içmez. Bırakmışsa… Soruşturdum.
“Eskiden çok içerdi, gene içiyor mu?” dedim.
“Ooooooo!” dediler. “Gece gündüz.”
“E…” dedim. “Nasıl olur? Hasan Bey bunu bilmiyor mu?”
“Bilmez olur mu?” dediler. “Gizli içmiyor ya!”
Biliyorsa bile bir kere söylemek benim boynuma borçtur. Hasan Bey bana gelmişti. Dedim ki:
“Senin güvey, bizim mektep arkadaşı çıktı. Dört-beş yıl bir yerde okuduk. İyi çocuktur ama bilmem sana söylediler mi? Ziya, biraz çokça içer… Nikâh olmuş, böyle şeye söz karıştırmak doğru değildir ama ben bir yol söyleyeyim dedim.” Hasan Bey dudaklarını büktü:
“Kulak asma.” dedi. “Hangimiz içmezdik? Rıza Ağacığınla biz nasıldık? Kaç yol ben onu sırtımda eve getirdim! Ben güvey girdiğim gece yengen şaşırdı kaldı. Sen kızanım sarhoştan korkma. Burada fabrikada bir Karaferyeli var, bizi tanır. Güvey de tanıyor. ‘İyi çocuktur.’ dedi. Ko sarhoş olsun!” dedi.
Eh, sarhoşluk hoş görülünce bana söyleyecek söz kalmadı. Sustum. Susmasan da ne olacak? Bir yol nikâh kıyılmış.
Hasan Bey yerleşmeye uğraşıyor; iş arkasından koşuyor, çalışıyordu. Bir hafta sonra beni, Samsun’dan Adana’ya yolladılar. Şimdi bir yıldan fazla oluyor. Bir daha Hasan Bey’i görmedimdi. Bugün yeniden karşıma çıkıyor.
Gece eve geldiğimde Hasan Bey’i beni bekler buldum.
“Ben seni Adana’da biliyordum.” dedi.
“Şimdi de buraya getirdiler.” dedim.
“Ya işittim.” dedi. “Mansıbın da büyümüş! Aferin, böyle olmalı. Ben bilseydim seni gelince arardım. Ben iki aydan beri buradayım. Bizi süründürüp duruyorlar. Olmaz olsaydı, o Samsun’da bir yol aldıktı, daha onun peşinde koşar dururum. Samsun bizi bıraktı, ben Samsun’u bırakamıyorum.”
“Ne o? Sen şimdi Samsun’da değil misin?”
“Değilim ya!.. O zaman bize Samsun’dan yer verdilerdi ya, sonra ‘Yanlış oldu.’ dediler bizi Ayvalık’a kaldırdılar. Oyun, oyuncak yoldaşım! Bir yol gene caymasınlar da ben razıyım. Ben o Samsun’u kendim de istemiyordum.”
“Güzel ama şimdi de ikiye bölündünüz, güvey kaldı Samsun’da.”
“Ne güveyi? Biz onun yularını çoktan sardık!”
“Ne, güveyinden ayrıldın mı?”
“Kızı ayırdık be!”
“Yaa!”
“O düpedüz deliymiş be! Ben, onu bizim gibi sarhoş sandımdı. Sahi sen o zaman söyledindi ya, ben anlamadım. O lakırdı edemiyor. Bir hafta, iki hafta baktık a-ah, ne eve ayık geliyor ne evde ayıyor. İşinde de bir arkası varmış, onun için tutuyorlar. Bizi, o Karaferyeli yaktı. Üç haftalık mı dört haftalık mı gelindi, kızı ayırttık.”
“Eh, ne yapalım olmuş bir şey.”
“Ya, sorma başıma gelenleri. Yengen de onun üstüne hastalandı mı sana! Karnında ur çıktı. Hekimler burada olmaz dediler. Aldık getirdik İstanbul’a; baktılar, birtakımı ‘Ameliyat.’ dedi birtakımı da ‘Sakın, ameliyat olmaz.’ dedi. Viyana’ya götürelim dedik. Neyse, kızın dil bilmesi burada işe yaradı; kalktık gittik. Orada baktılar, ‘Götürün memleketine.’ dediler. Senin anlayacağın istiska olmuş. Getirdik iflah olmadı, iki hafta sonra öldü.”
“Vah vah, başın sağ olsun. Ben bilmiyordum.”
“Dostlar sağ olsun.”
“E, şimdi kız kiminle oturuyor?”
“Hiç, yanında bir kocakarı var. Şimdi Ayvalık’ta evimiz var ya, onu bıraktık eve biz geldik buraya. On beş gün için geldimdi, sanki iki ay oldu buradayım.”
“İşin nerede? Belki benim tanıdıklarım çıkar sana yardım edeyim.” dedim.
“Çok iyilik olur, Allah razı olsun. Benim işim nerede yok ki…
İskânda var, Nafıada var, Dâhiliyede var, bura belediyesinde var.
Var de…”
“İyi, bunları konuşalım. Ben burada çoklarını tanırım.”
Ertesi gün birlikte Nafıaya gitmeye sözleştik.
“Bereket versin bu İbrahim bizim eski tanıdık, yatak kirası için bizi sıkıştırmıyor. Yoksa benim için çok sıkıntı olurdu.” dedi. “Sen bu ev sahibini tanıyor musun?”
“Tanımıyorum. Gördüm ama konuşmadık. Bir arkadaşım burayı tutmuş, bana devretti.”
“Ben tanırım. Çok erkek oğlandır. Sen de bir yol tanıyınca seversin. Bu, eskiden otel tutardı. Ben de o zaman buraya sıkça gelir giderdim. Bunun otelinde kaldım, oradan tanışıyoruz.”
Biraz sustuk. Hasan Bey uzun uzun beni süzdükten sonra:
“Beeey!” dedi. “İnsan da bu kadar birbirini andırır mıymış? Seninle konuşurken valla Rıza ile konuşuyorum sanıyorum.”
Biraz sonra geçmişleri anlatmaya başladı:
“Buraları ne? Buraları çöl be… Burada tosbağalar susuzluktan geberiyor. Sen Sarıçalı meşelikleri gördün mü? Deh gözüm hey! Ormanın içinde gömgök dere akar, kol gibi turnalar atlar mı!.. Rakıyı okkayla içerdik. Koyun sütünü akşamdan sağar ayaza korlar ki iki parmak kaymak bağlar. Her sabah kömürcü kulübesinde taze kül pidesi pişirirler. Bu pide ile çiğ balı, çiğ kaymağı yer, tüfekleri alır, ava çıkardık. Sizin orada bir Delice su vardır. Baban orada bir bağ yaptırmıştı. Sen gördün mü orasını?”
“Bilirim. Bağ keleme olmuştu, bakılmamış.”
“Haa, orası mamur bağdı. Onun sefasını rahmetli Rıza ile biz sürdük. Oraların dili olsaydı da sana söyleseydi. Yıllar tez geçti aşnam işine bak, kocadık gitti.”
Hasan Bey bu akşam Ayaşlı ile yemek pişirmişler, beraber yiyeceklermiş. Halide geldi, yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hasan Bey:
“Hadi, geliyorum.” dedi.
Sonra bana:
“Yemek yemedinse buyur, yiyelim. Biz çok akşamlar, İbrahim’le burada pişirip yiyoruz, burada içiyoruz.” dedi.
“Ziyade olsun, ben yedim. Ben de biraz okuyayım.” dedim. Hasan Bey gitti.
4
Ayaşlı benim yanımdaki odada oturuyor. Kapıdan girince insan kendini Semercinin hanında bir odada sanır: Solda yere serilmiş bir yatak. Bu yatak bazı günler dürülüp köşeye kaldırılır bazı günler de serili kalır, Ayaşlı üstünde oturur. Kapı arkasında su testisi, ağzında mavi maşrapa kapalı. Kapı karşısında pencerelerin önünde yere serili bir yatak daha… Bunda Ayaşlının oğlu yatar.
Yerde Kırşehir örneği üç halı seccade… Bir köşede üstü renkli teneke kaplı bir sandık, bir eski bavul, kapağını Ayaşlının kendi kösele parçalarıyla mıhladığı bir gaz sandığı. Bunu Ayaşlı çamaşır dolabı gibi kullanır. Üstünde oturduğu zaman soluk pembe yorgan boydan boya yatağın üstüne serilir daha üstüne de yerdeki seccadelerden biri yayılır. Yatağın baş ucunda, duvarda asılı bir saz. Keyfi yerinde oldu mu, Ayaşlı saz çalar. Evde kalorifer, elektrik ve mutfakta hava gazı varken Ayaşlı, kahvesini mangalda pişirir. Bu sac mangal, Ayaşlının odasıyla mutfak arasında gezer durur, bu yüzden sabahları bütün bizim bölükte kömür kokusu duyulur. Faika söylenir, herkes söylenir, Ayaşlı aldırmaz.
İlkin gördüğüm zaman Ayaşlının odası, bu anlattığım gibiydi. Biraz sonra Ayaşlı odaya, iki kişilik çok eski, çok mükellef bir ceviz karyola ile konsolu çok yüksek; gene cevizden çerçeveli bir endam aynası, bir de yuvarlak orta masası getirdi, koydu. Bu yüksek konsol ile aynası ancak bir çifte merdivenin orta sahanlığına konulmak için yapılmış olabilir. Yoksa bir sandalye üstüne çıkmadıkça insan aynada yüzünü göremez.
Ayaşlı, birçok işleri arasında yukarı çarşıda da bir eski eşya satan dükkâna da ortaktır. Bu karyola ve ayna, konsol oraya kelepir düşmüş. Meraklısına düşerse bunların tatlı satılacağına inanan Ayaşlı, işe tav vermek için eve getirmiş. Satılıncaya kadar da kendisi üstünde yatacak, ömründe bir keyif sürmüş olacak. Birini getirip aynanın çerçevesine, karyolanın tahtasına, masanın kenarlarına yaldız çektirdi; sonra uzağa çekilip baktı, beğendi. Ayaşlının yatağını, soluk pembe yorganını, geniş somyanın ortasına koydular; pek hoş düşmedi ama eh, o kadar kusur kadı kızında da olur!
Ayaşlı bu yanındaki oğlunu okutmak için getirmiş ancak nedense onu mektebe yollamaz. Oğlan evde okuyacak, sene sonunda mektebe gidip imtihan verecek. Haftada bir-iki kere kılıksız bir adam gelir, sanki çocuğa ders gösteriyor. Babası evden çıkınca bu oğlan, Faika’nın odasındadır. Akşama kadar oradan çıkmaz. Faika’nın misafiri olursa mutfakta gününü geçirir. Sessiz bir çocuk gibi görünürse de Halide’nin kavlince çok terbiyesiz imiş, kabaca el şakası yaparmış. Bu çocuğun adı, Numan’dır. Haftanın üç-dört gecesinde Hasan Bey’le Ayaşlı oturur, içerler; Ayaşlı çalar, Hasan Bey de o gür sesiyle okur; bu çocuk onların yanında yatağının üstünde, iki büklüm, elinde bir kitap sanki derslerine çalışır. Birkaç kere:
“Bırakın bu çocuğu gitsin, başka odada çalışsın.” diye işlerine karıştım. Ayaşlı da benim hatırım için çocuğa izin verdi ama isteyerek değil. Sonra ben de bu yaşayışa alıştım, söylemez oldum.
Bu oda içinde yaşayan Ayaşlı, kendisi Hasan Bey gibi uzun boylu, o da Hasan Bey gibi yaşça ellisiyle altmışı arasında, o da dinç, o da uzun bıyıklı, yalnız Hasan Bey kumral, Ayaşlı ise esmerce, Hasan Bey çakır denecek kadar mavi gözlüdür, Ayaşlı ufacık, kara gözlü ve gürce uzun kaşlı. Bu kaşların altından bakarken Ayaşlı sanki gizli bir yerden bakıyormuş gibi sanılır… Ayaşlının yüzünde hafif çiçek bozuğu da vardır. Hasan Bey’in ağzında dişleri tamamdır. Ayaşlı ise bu son yıllarda hemen bütün dişlerini çıkartmış, ağzına takma diş koydurmuştur. İçlerinden birkaçı altın olan bu takma dişler, Ayaşlının ağzına bol gelir; birini dinlerken ağzında bu dişlerle oynar, konuşurken çok zaman dişleri de düşer ama Ayaşlı bunlara aldırmaz, yenisini de yaptırmaz.
Bir zamanlar Ayaşlı, tepesindeki saçları tıraş ettirdi. Şimdi berberler onu Amerikan usulünde, tepesinde saç bırakarak tıraş ediyorlar. Şapkasını çıkarınca altından seyrelmiş; kirli, yağlı biraz saçın önden arkaya doğru yattığı görülür.
Bunlar yalnız berber dükkânında tarak yüzü görür, kalan zamanlarda Ayaşlı bunları parmaklarıyla tarar.
Ayaşlı, üstünün başının temizliğine de bakmaz. Tıraşı bir haftalık olmuş, aldırmaz. Kendi tıraş olduğu günlerde, çenesinde sakalından kıllar kalır. Giydiği süpürülmez, ütülenmez. Bir kat temiz elbisesi bulunmaz; arkasında ne varsa odur. Giydiği pek eskirse bir yenisini alır, giyer. Yalnız aldığı şeylerin iyisini almaya çalışır.
Üvey babasının temiz gezmemesi Faika’ya dokunuyor. Onun zoru, yalvarmasıyla Ayaşlının son zamanlarda biraz giyinişi, yaşayışı değişiyor. Bir gün boynunda bir ipekli mendil gördüm. Bir gün de Faika yeni bir kat elbisesini Halide’ye ütületti.
Hasan Bey’le Ayaşlının boylarında, soylarında, birbirine benzeyen yerleri olduğu gibi yetişip büyümelerinden, huylarında da bir benzerlikleri vardır. Bunların ikisi de köy beylerinin çocuklarıydılar. Köyde doğmuş, bey olarak büyümüşlerdi. Eğer zaman yaşatmak isteseydi, bunların ikisi de birer derebeyi olacaklardı. Hayat bu yolları kapadığından Hasan Bey kahve dedikoducusu, kabadayı, iş adamı; Ayaşlı da hilekâr, alışverişçi oldu.
Ayaşlı, Kastamonu yakınlarında bir köyde doğmuştur. Babası Battal Bey oğullarından Hüseyin Bey’dir. Daha bugün bile kendi köyünde Ayaşlıyı, İbrahim Bey diye çağırırlar.
Ayaşlı, babasının sağlığında bir aralık Kastamonu’da medresede, birkaç zaman da rüştiye mektebinde okumuş, babası ölünce anası alıp kendisini köye götürmüştür. Ayaşlı köyde baskısız kaldı, anasını dinlememeye başladı; içti, haşarılık etti. En sonunda bir düğünde bir kadının, bunun tabancasından çıkan bir kurşun ile yaralanıp ölmesi yüzünden, beş sene hapse mahkûm ettiler, hapse kodular. Bir zaman anası bu ölen kızı Ayaşlı için istemiş, kızın da başkasına varmış olmasını delil tuttular. Bunun bir kaza olduğu kimseye anlatılamadı.
Ayaşlı, beş ay hapiste tutsak kaldıktan sonra dört arkadaşıyla bir gece kaçtı, dağa çıktı. O zaman kendisine Battalın İbrahim diyorlardı. İki yahut üç yıl Kastamonu, Çankırı, Bolu arasındaki dağlarda gezdi. Çoklarının evlerini basıp paralarını aldı. Para için çocuklarını dağa kaldırdı. Yolları kestiği oldu. Köylülerin işlerine karıştı: Birinin parasını, malını, bir zorbanın elinden alıverdi; bir dul karıya biraz para verdi, iki köy arasında çok eskiden kalma bir baltalık kavgasını bitirdi; kendisince oralarda hükûmet eder oldu ama bu her gün korku içinde, tetik yaşamak da onu yordu, usandırdı. Valinin biri bunları dağdan indirmek istiyordu: “Gelsin, teslim olsunlar, suçlarını bağışlatayım.” diye haber yolladı. Vali yiğit bir adam diye anılıyordu; ona güvendiler, teslim oldular. Suçları bağışlandı. Ayaşlıyı zaptiye çavuşu yazdılar. Bugün bile birçoklarının ona, “İbrahim Çavuş” demeleri bundandır.
Ayaşlının uslu durmayacağını, gene dağa çıkacağını söyleyenler oldu ama aslı çıkmadı. Ayaşlı biraz sonra Ayaş’a kalktı. Orada tahsildar oldu, vergi kâtipliği etti. Biraz daha sonra hükûmet hizmetinden çıkıp aşarcılık etmeye koyuldu. Bu sırada Balkan Muharebesi çıktı, askere gitti.
Gelibolu taraflarında bulundu. Dönüşte Ayaş’ta bir arzuhâlci dükkânı açtı, bir yandan da köylerden ekin toplamaya, alıp satmaya başladı. Büyük muharebede yeniden asker oldu. Bir hastanede hademelikten başladı, idari memuruna yamaklığa çıktı. Bugün elindeki paranın anası buradandır.
Askerden çıkınca birkaç sene, burada bir hanla bir otel tuttu. O zamanlar otelcilik para bırakıyordu. Sonraları daha yeni daha temiz oteller açılınca Ayaşlı onlarla yarışamadı, oteli başkasına bıraktı. Elinde yalnız han kaldı. Şimdi bu hanı işletiyor, kesene işlerine girişiyor, mekteplere ekmek veriyor; Trabzonlu bir ortakla bir eskici, koltukçu dükkânı işletiyor. Bu işler arasında bu oturduğumuz apartımanı da kiralamış, buradan kazancı yalnız bedava oturmak oluyor.
Ayaşlının yaradılışının en göze çarpan yeri, parayı kazanırken başka, yerken başka adam olmasıdır. Parayı kazanırken Ayaşlı; sert, haydut, aldatıcı, acımaz bir adamdır.
Kazanmak için bu haksızlıkları yapmak da doğru olduğuna inanır; yalansız, dolansız alışveriş olur mu? Doğru alışverişi sen yapsan başkaları yapmaz. O kazanır sen ağzını havaya açarsın, der.
Kazanmak için Ayaşlının yaptıklarının yüzde birini, Hasan Bey’e yaptıramazsınız. Hasan Bey, rüşvet alan memurlara kızar, köpürür; Ayaşlı ise rüşvet almayan yahut rüşvet alıp da gene işi bitirmeyen memurlara kızar.
“Bunların ellerinden iş çıkmaz ki!” der. “Ne kendilerine hayırları var ne başkalarına.”
Bir gün kendi işlerini anlatırken diyor ki:
“Benden para almadı; sözüm buradan dışarı, be pezevenk, diyesin, başka birinden al da onun işini yap, hiç olmazsa bir fıkara da birkaç para kazansın! Bunlara baksan herkes acından ölmeli! ‘Fesat karıştı.’ diye kâğıtları bozmuş…”
Ayaşlıya göre, bir memur da pazarda bir dükkâncı gibidir. Rüşvet alıyorsa eh, o da geçinecek… Bir memur rüşvet alır da işi yapmazsa bu, bir bakkalın parayı alıp malı vermemesi gibidir. Gözünü açmalı, malı kaptırmamalı… Bir iş için başka biri çıkar da daha fazla verirse eh, hakkıdır. Sen daha çok vereydin!
“Ben elli kâğıt verecek oldum, altmış diye haber yollamış. Benden sonra Hacı’nın oğlu gider, yetmiş verir, alır. Ertesi gün ben öğrendim, yetmiş beş verdim: ‘Ona söz verdim, olmaz.’ dedi. Seksen de versen doksan da versen kurtarırdı. ‘Akşamdır, kimse gitmez.’ dedim, kabahat bende oldu. Neyse kısmet onunmuş.”
Ayaşlı için, “hükûmet” demek memurlar demektir. Büyük memurlar ve küçük memurlar toplanır, adına hükûmet derler.
“Memurluk kazançlıdır, derler ya kulak asma! Çoğu borçludur. Aldıklarını karıları yer. Onlarda karılar vardır, fil gibidir; birini bir köylü toplansa doyuramaz!”
Ayaşlı, bu söylediklerine inanır ancak inandıklarını her yerde söylemez. Çok konuşmaktan hoşlanmaz. Dinler.
Kalabalık bir yerde, tanımadığı adamların yanında büsbütün susar ve bu huyunda Hasan Bey’den çok ayrılır. Hasan Bey söyleyip herkesi ağzına baktırmak ister. Her zaman hükûmetten şikâyetçi olması, hiçbir işi beğenmemesi, biraz da bunları herkesin isteyerek dinlemesindendir.
Hasan Bey dinleyen bulursa devletler arasındaki yüksek siyasetten de konuşur. Alman Fransız’a demiş ki: “Beş yıla varmaz gene kapında biterim, ver artık benim kralımı!” Fransız da Alman’a demiş ki: “Ver sen paraları, al kralını. Eğer sen de bir daha belini doğrultursan gene gel, buyur!”
Kazandıklarını yerken bu iki adam, birbirine çok benzerler. Bunların ikisi de yalnız yemekten, içmekten hoşlanmazlar. Birlikte yenilen yemeğin parasını ikisi de kendileri vermek isterler. Hasan Bey olsun Ayaşlı olsun, yanlarına birini takmadıkça aşçı dükkânına girmek istemezler, rakı içirirler. Köylülerinden biri gelse Ayaşlıdan para istese boş çevirmez, yeter ki bu alışveriş olmasın…
Kahramanlıktan, batırlıktan, yiğitlik hikâyelerinden ikisi de coşarlar. Bir gece Ayaşlıya bir misafir gelmişti. İzmir muharebelerini anlattı; ikisinin de dudakları titredi, az kaldı ağlayacaklardı.
5
Bu odaya taşındığımın haftasında; bir sabah işe gitmek için odamdan çıktığım zaman, koridorun loşluğunda, yerde bir kadının yattığını gördüm; sokuldum. Halide, bayılmış yatıyor. Hemen Faika’nın odasının kapısını vurdum. Ayaşlı ve Fuat evde imişler. Koştular, Halide’yi Faika’nın odasına kaldırdık. Biraz sonra ayıldı.
“Bunu bir hekime götürmeli…” dedim.
“Evet, göstermeli. Fuat gitsin, çağırsın.” dediler.
Fuat da şapkasını aldı, gitti. Ama ertesi sabah gene ortalıkta dolaşan Halide’den anlıyorum ki Fuat gitmiş, onların dedikleri hekimi yerinde bulamamış. Haber bırakmış, hekim de şimdiye kadar gelmemiş.
“Seni, ben bir hekime yollasam gider misin?” dedim.
“Giderim. Niye gitmeyeyim?..” dedi.
Halide’nin eline bir mektup verdim, benim en yakın arkadaşım olan Doktor Fahri’ye yolladım. Ertesi gün Fahri bana şu mektubu yazdı:
İki gözüm,
Gönderdiğin kadına baktım, bizim mütehassıs arkadaşlara da baktırdım. Çocuk dört aylık kadardır. Düşürmek için anasının içtiği türlü pisliğe, türlü süprüntüye aldırmayarak yerine oturmaktadır. İyi bakılmak ister. Hastanede kalmak is temiyor. Ben kanı kesmek için ilaç verdim. Çocuğu düşürmek için bana yalvardı. Bundan evvel de bir çocuk düşürdüğünü söylüyor. Ciğerlerinde bir şey yok. Ateşi bugün yarın düşer, sanırım. Düşmezse gene gelmesini söyledim.
Bu gece bize gel, sana kendi yaptığım şaraplardan içireceğim. En yüksek, Ren şaraplarından daha üstün değilse beş paranı almam. Allah aşkına gel… Tembellik etme, bekliyorum.
Fahri RızaHalide’nin gebe olacağını nedense hiç düşünmemiştim. Bunu Faika’nın bilmesi gerekti; onlar da hiçbir şey açmadılar. Böyle kadını az, erkeği çok bir yerde, tek başına yaşayan genç bir kadını boş bırakırlar mı? Ben bunu bilmeliydim. Ertesi gün Halide odama geldi. Ben daha bir şey açmadan, o sordu:
“Doktor mektup yazacaktı, ne yazmış?” dedi.
“Senin çocuğun varmış da niye söylemiyorsun?” dedim.
“Nesini söyleyeyim? Başıma bir kazadır geldi.” dedi. “Ben onu düştü sanıyordum, düşmemiş. Hekim görünce anladı.”
Biraz durduktan sonra:
“Hekim ne yazıyor?” diye sordu.
“Hekim diyor ki çocuk düşerse anasını da beraber mezara sokar.”
“Aman hekimler hep öyle söylerler, bir şeycik olmaz. İstanbul’da olsaydı ben onu çoktan aldırtırdım. On yedi liraya alıyorlar. Burada otuz beş istiyorlar. O doktor sizin arkadaşınız, ne olur sevabına beni kurtarsın!”
“Ben yapamam kızım, can pazarı bu.”
“E, ben şimdi her gün ölüyorum ya! Acıyorsanız bugün de acıyınız.”
Ses çıkarmadım. Gene o dedi ki:
“Beni kucağımda çocukla kim çalıştırır? Açlıktan ben de ölürüm, çocuk da…”
“Sen onu, çocuğu yaparken babasına anlatmalıydın.”
“Söylemedim mi? Kaç kere söyledim. Benim çocuğum oluyor, dedim. Bana, ‘Olsun, olsun.’ dedi. Cemile ne iyi!.. Eskiden hastalık almış, şimdi hiç çocuğu olmuyor. Ben kırk yılda bir halt edecek olsam yüzüme gözüme bulaşıyor.”
Biraz sustuktan sonra:
“Gelsin, cevabı dikeceğim! Ya bana baksın yahut otuz beş lirayı verip çocuğu aldırsın. Ben çocukla kimin kapısına sığarım? Eğer dinlemezse ben de müdürüne kadar çıkarım.”
“Müdür ne yapacak? Sen başına geleceği, gebe kalmadan düşünmeliydin.”
“Gebe kalmadan düşünmedim mi? Söyledim diyorum ya! Kadın kısmının elinde ne var?”
“Seni zorla dağa kaldırmadılar ya, olmaz diyeydin.”
“Söylemek kolay! Hasta oldum, bana bir kış baktılar. Tek başına yaşamak kolay mı?”
“Ha, çocuğun babası o maliyedeki adam mı?”
“O ya, olmaz olaydı!”
Maliyedeki efendi ona bir kış bakmış ama bedava değil! Bana onun için bu adamı soruyormuş! Meğer bu hanım, o hayırsever adamın çocuğunu karnında taşıdığı için onu düşünüyormuş. Kim bilir daha evvelki hastalığı da nedendi?
“Eh!” dedim. “Adamakıllı bir koca bulup otursaydın!”
“Koca nereden bulunur?” dedi. “Alıyorlar mı? ‘Halide Hanım metres oturalım, sonra nikâh ederiz.’ diyorlar. İşte bir odacı var; Erzincanlı imiş, peşim sıra dolaşıp duruyor. Metres gideyim mi?”
“İşte gitmişsin ya, buna da git!”
“A a, ne zaman gitmişim?”
“Karnındaki çocuğun babası nikâhlın mıydı?”
“Olmasın. Başıma bir kaza geldi. Metres oturmadım ya.”
“Ne farkı var?”
Halide yüzüme baktı, alay edip etmediğimi anlamak istedi. Anlıyorum ki birinin kapatması olmak, birinden nikâhsız bir çocuk almaktan daha ağır, daha çok ağır. Halide böyle düşünüyor. Ama bunun niçin olduğunu anlayamıyorum…
“Ne farkı var olur mu? Ben açlıktan geberirim de gene elin kötü karıları gibi metres oturmam. Elin itlerinin eğlencesi miyim?”
Biraz durduktan sonra:
“Kocaya varmadımsa kabahat benim mi? Sen bunları çıkaranlara söyle.”
“Neleri çıkaranlar kız?”
“İşte boşanma kalktı ya!”
“E, boşanma kalktıysa kötü mü oldu?”
“Kötü oldu ya, herifler şimdi almıyorlar işte!”
“Almıyorlar mı? Ortalık az evleniyor sanıyorsun!”
“Canım, hanım olanlara, anası babası olanlara göre ne var? Bu zaten onlara yaradı. Benim gibi kimsesizleri alan var mı?”
“Eskiden alsalardı bile usanınca bırakıyorlardı. Onu da söylesene!”
“Bıraksın, alıyordu ya! Hiç olmazsa çocuğun babası olurdu.”
“Sana da şimdi bu çocuğun babasını belli et diyen mi var? İstediğinizi yapıyorsunuz, istediğiniz yerden çocuğu alıyorsunuz; karışan, görüşen yok. Sonra da kabahat başkalarının oluyor.”
“Olur ya, bu serbestliği kim istedi?”
“Kim istedi?”
“Siz, beyler istediniz. Gene de sizlere yaradı. Sizin hanımlar bir çocuk aldırmak istese hekimler, birbirini çiğnerler. Ben yalvarıyorum da kimse aldırmıyor. Bunun babası benden sıska, bu çocuk doğacak da çok düğün, bayram olacak. Bana, çocuğu düşüremezsin, diyorlar. Bakalım, doğurabilir miyim? Yarın lohusa olunca bir tas çorba getirecek var mı?”
“Olsa gerek…”
“Kim? Babası mı? Allah onun canını alsın. O, beni düşünseydi bugüne kadar kor muydu?”
Biraz durdu, sonra:
“Adamın kısmeti olmalı…” dedi. “Bak Cemile’ye!”
“Ama Cemile metres oturuyor.” dedim.
“Korkma, nikâhları var.” dedi. “Eğer bıraksalar herif onu, karısının üstüne alacak. Bırakmıyorlar, onlar da imam nikâhı yaptılar.”
Söyleyeyim ki: Ben Halide’den, bizim bankada Cemile adında bir kız ile bunun Feyyaz Bey adında bir “amanı” olduğunu öğrenince bunların kimler olduklarını görmek istedim.
Cemile güzelce, körpece bir kız. Halide’den çok güzel, çok oynak… Bu, Feyyaz Bey’den daha iyisini bulduğu gün hemen yeni dostuna kaçacak bir çiçek!
Feyyaz Bey’e gelince salonun büyük kapısı önünde durup gösterdiler:
“Bakınız, o köşede çıplak kafa görünüyor ya, işte o!”
Baktım iri bir deftere gömülmüş; saçsız, kocaman bir kafa! Görseniz hiç ummazsınız. Nasıl da güzel yolunu bulmuş; kızı bankaya hizmetçi, kendine de metres!.. Banka şerefine oooh! Allah sağlık versin. Neler dönüyor da bizim haberimiz yok.
Cemile’nin her zaman yüzü gülüyor belli ki yaşayışında eksiği yok. Halide’ye söyledim:
“Cemile’yi gördüm.” dedim. “Sen onun gibi birini niye bulmadın?”
“Ah…” dedi. “Nerede bende o talih!”
“Seninki kaç para aylık alıyor?”
“Bilmem, kendi söylediğine bakılırsa elli lira alıyormuş.”
“Evinde kaç kişi var?”
“Bir kız kardeşi, bir kendi. Başka kimseleri yok. Kız kardeşi de beni tanır eğer istese onların yanında ben de olurum.”
“E, güzel ya! Git söyle seni yanına alsın.”
“Nikâh etmezse ben gitmem. O da nikâh etmiyor, ‘Ben kız alacağım.’ diyor.”
“Seni sevmiyor mu?”
“Adam sen de! Öylesinin sevmesinden ne olacak. Daha çocuk desen çocuk! Sizden genç. Genç adamın sevgisine inan olur mu?”
“Ya, demek gençlerin sevgisine inanılmaz ha?”