Книга Ayaşlı ile Kiracıları - читать онлайн бесплатно, автор Мемдух Шевкет Эсендал. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Ayaşlı ile Kiracıları
Ayaşlı ile Kiracıları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Ayaşlı ile Kiracıları

“Olmaz ya, hem bu öyle adam değil canım, mektep çocuğunun biri.”

“Sen de turnayı gözünden vurmuşsun!”

“Ne yapayım, bana çok iyiliği vardır. Benim yüzüm tutmaz.”

“Kız alacağım demesi kötü!”

“Aman alsın. Kimi isterse alsın, beni bu piçten kurtarsın da…”

Halide’nin gözdesi olan bu çocuk, birkaç gün için İzmir’e gitmiş. Gelince Halide ona anlatacak, diyecek ki: “Ya doğuncaya kadar bana bakarsın, sonra da çocuğu alır, ne yaparsan yaparsın yahut otuz beş lirayı verir, çocuğu aldırırsın. Olmazsa müdüre kadar, büyüklerin kim varsa çıkıp söylerim.” Dairesine gidip onu rezil edecek. Son söz bu!

6

Halide, bizim Fahri’nin verdiği ilaçları alınca biraz düzelir, canlanır gibi oldu ama bu canlanışı, Hasan Bey’in bitişiğindeki odada oturan eski konsoloslardan Şefik Bey’e yaramadı. Aralarında bir kavga oldu; Halide, Şefik Bey’i dövmeye kalktı.

Şefik Bey, Halide’ye çamaşır yıkatmış, parasını vermemiş. “İki gömleğim paralandı, bir çorabım kayboldu.” diyormuş. İş yalnız bununla kalsa Halide aldırmayacakmış, nasıl ki bir aydır hiçbir şey söylememiş. Ortada böyle bir anlaşmazlık varken bir de bir akşam, Şefik Bey’e iki genç çocuk misafir gelmişler. Bir masa örtüsü istemiş. Halide, üst katta oturan Yahudi madamın hizmetçisinden eğreti bir örtü almış. O gece bu yeni örtüyü, hem yakmışlar hem şarap döküp lekelemişler. Halide, Şefik Bey’e bu örtüyü ödemesini söylemiş. Şefik Bey aldırmamış, aradan biraz geçince Yahudi madam, örtü yüzünden hizmetçisine yol verecek olmuş. Halide bunu duyunca hemen Şefik Bey’e koşmuş. Şefik Bey de Halide’yi odasından kovmuş. İş buraya gelince Halide deli gibi olur, ne yapacağını bilmez; Şefik Bey’in yüzüne atlar, tırmalar, boğazını sıkar; aynalı dolabın kapağına bir tekme atar, aynayı kırar ve kapak parçalanır. Şefik Bey’in bir pardösüsünü eline geçirir, yakasını, ceplerini yırtar; Şefik Bey yaşlı adam, korkar, bağırmaya başlar. Faika, kaynanası ve Ayaşlının oğlu yetişir, Şefik Bey’i Halide’nin elinden alırlar.

Bu kavga öğlenüstü olmuş. Akşam eve geldiğim zaman daha Halide ağlıyor, öfkesini yenemiyordu. Şefik Bey, Ayaşlının odasında oturuyor; eli ayağı titriyor, kendi kendine homurdanıyordu. Ayaşlının ne kadar tütünü varsa içmiş, ben gidince benim pakete sarıldı.

“O karı bu evde varken ben bu evde durmam. Beni öldürür. Ben polise haber vereceğim.” diyor.

Ayaşlı da pişkin pişkin, onun suratına bakıyor:

“Canım şu örtünün parasını olsun versen.” diyor.

“Vermem, niye vereyim? Örtü yanıktı.”

“O da kimsesiz, yoksulun biri.”

“Yoksul ama beni öldürecekti.”

“Yok canım, nasıl öldürür? Bir sıkımlık canı var. Sen dağ gibi adamsın!”

“Hıı, yakalasın seni boğazından da bak!”

Halide de Faika’nın odasında bir köşeye büzülmüş ağlıyordu. İşin kötüsü, yukarı katın hizmetçisini kovacaklar. Bir çare bulalım diye düşünürken Hasan Bey geldi. İşi dinledikten sonra:

“Parayı biz verelim, yazık o zavallı da işinden olmasın. Nedir, atla deve değil ya!” dedi.

Parayı ben verdim, Ayaşlı da yukarı çıktı. Yahudi madamdan rica etti ki hizmetçiyi kovmasınlar. İş basıldı. Bunlar Ayaşlının odasında, Şefik Bey’in gözü önünde oldu. O somurtmuş oturdu, hiç sesini çıkarmadı, sanki işitmedi. Sonra Ayaşlı ile Hasan Bey mezelerini hazırlayıp çilingir sofralarını kurdukları zaman o da sokuldu, içmeye başladılar.

Faika’nın kaynanasının sözüne bakılırsa Şefik Bey her akşamüstü uğrayıp Ayaşlı ile Hasan Bey’in akşam yemeğine hazırlıkları var mı diye bakıyor; varsa kalıyor yoksa çıkıp gidiyormuş. Ayaşlı ile Hasan Bey onun huyunu biliyorlar. Hasan Bey, biraz kızıyor. Ayaşlı aldırmaz görünüyor. Ayaşlı, oda kirasını da doğru dürüst alamıyormuş. Ben, sofra örtüsü parasını verirken bana dedi ki:

“Halide aynayı kırdı, bana ziyan oldu!”

“Niçin?” dedim.

“E, nasıl olsa Şefik Bey kirayı vermeyecek, eşyası bana kalacaktı!”

Şefik Bey; orta boylu, eskiden şişmanca iken şimdi biraz bozulmuş, yanakları sarkmış, ucu kırmızı ufak burunlu, göz kapaklarının altı sanki su dolu imiş gibi şişkin; tepesi saçsız, yandan saçlarını uzatmış, kafasının dazlak yerini bu saçlarla kapamak istemiş, bu yağlı saçlar tepesinde çile çile toplanıyor, kafanın yağlı parlak derisini sanki örtüyor. Sağ elinin iki parmağı cigaradan, tentürdiyoda batırmış gibi koyu tarçın rengi almış. Üstü başı eski değil yalnız lekeli, en yeni giydiğinin de yakası yağlı.

Şefik Bey, Arnavut bir baba ile Lübnanlı Arap Hristiyan bir anadan İstanbul’da doğmuş, babasının sağlığında İstanbul’da, babası öldükten sonra Beyrut’ta Frenk papazlarının yanlarında okumuş, yirmi yaşlarında iken o zaman büyük bir hizmet sahibi olan Lübnanlı bir tanıdığın yardımı ile Hariciye Nezaretine alınmıştır. O zamandan bugüne kadar kaç sene geçti? Bu hesap biraz karışık! Bir zaman onu tekaüde çıkarmışlardı; geldi çalıştı, çabaladı, eh eski arkadaşların ne kadar olsa aralarında bir arkadaşlık gayreti olur!..

İşine bakıldı, anlaşılmış oldu ki daha yaşı altmış olmamış, tekaüt zamanı da gelmemiş. Ondan sonra yeniden konsolos oldu ise de bir köşede rahatça bir hizmet edemedi. Konsoloslukta balık kurutuyormuş! Bunu görmüş, yazmışlar. Şefik Bey’i geri çağırdılar; iş vermediler, tekaüt de etmediler, birkaç yıl ufak bir para ile sürttükten sonra kendi tekaüdünü istedi. Gitti, bir yolunu buldu, yabancı elçiliklerden birine tercüman oldu. Şimdi çok az bir para ile bu tercümanlığı ediyor ve bir gününü bekliyor ki yeniden Hariciyeye girsin, konsolos olup gitsin.

“Zamandır bu…” diyor. “Bu devir de böyle gitmez. Biz çoklarını gördük. Benim de hakkımı arayacağım gün gelir.”

Şefik Bey’in ilk karısı, Viyana’da tanıyıp aldığı Almanlaşmış bir Hırvat kızı idi. Bu kadından iki erkek çocuğu olmuştur. Kadın, Şefik Bey’le birlikte yaşadığı on iki sene içinde kavgasız gün geçirmemiş, sonunda onu hiç aramayarak ayrı yaşamaya başlamış, öldüğü zaman da birkaç ay Şefik Bey’in haberi olmamıştır. Çocukları, bir ekmek parası kazanmaya başladıkları güne kadar babalarını aradılar, kavga dövüş ondan biraz para aldılar. Sonra onlar da babalarını aramaz oldular. Bu çocuklar Viyana’da kalmışlardır. Bugün nerede olduklarını Şefik Bey bilmez. Şefik Bey de eli ekmek tutunca anasını bırakmış, kadın Beyrut’ta papazların yanlarında hizmetçilik ederek ölmüştü.

Kendisini tanıyanların söylediklerine göre Şefik Bey, kadınlardan hoşlanmazmış. Evinde kadın hizmetçi bile kullanmak istemezmiş. Viyana’daki kadından ayrı yaşamaya başladıktan sonra bir daha evlenmek istememiş. Yalnız bu son senelerde, başından anlaşılmaz bir evlenmek vakası geçtiği söylenildi. Şefik Bey genç dul bir kadın almış, bu kadına ev döşemiş. Kadınla ancak iki ay bir yerde yaşadığı, sonra kadının bunu eve almadığı söyleniyormuş. Bugün bile kadın nikâhında imiş. Uzun yıllar evlenmemiş iken bu koca yaşında evlenmek nereden aklına gelmiş? Kadın, niçin bunu dışarı atmış, buralarını çok açık olarak bilen yok. Dedikodu çok. Diyorlar ki: Şefik Bey, bu kadının oynaklığından istifade ederek bunu ötekine berikine satmak istemiş. Kadını da alırken iki ay içinde bir iş bulup Avrupa’ya bir yere gitmeyi şart koşmuş. İki ay içinde umduğunu bulamayınca kadın bunu evden kovmuş. Eşyayı da vermiyormuş. Bir iş bulabilse kadın gelecekmiş ancak Şefik Bey kendisi yaşlı adamsa da gönlü genç olduğundan her zaman gençlerle görüşür. Bu görüştüğü gençler de ahlaksız, huysuz, çapkın şeyler. Şefik Bey’i her yerde maskara ediyorlar, eğleniyorlar, hakkında türlü sözler çıkarıyorlar. Bence bunlara inanmak doğru değildir. Şefik Bey evlenmiş ise ihtiyarlıktan, bunaklıktandır. Hani bazı ihtiyarlara gelmez mi? Bu gençlerle düşüp kalkması da gene bunaklıktır. Kimseye on para vermez; onlara rakı içirir, ziyafet çeker. Ona ne eziyetler ne işkenceler ederler! Katlanır. Bunlar bence hep ihtiyarlığın sersemlikleri.

Bu dedikoduları çok dinledikten sonra işin doğrusunu kendisinden öğrenmek istedim. Sordum, hiçbir şey söylemedi. Yalnız bana değil, kimseye de söylemiyormuş. Yalnız evli olduğunu, kadına darıldığı için eve gitmediğini söyletebildim.

Bu ihtiyara bir yandan acıyorum bir yandan da Halide’nin parasını vermediğini düşünüp kızıyorum. Parası olmasa da vermese neyse!.. Ayaşlı onun epey parası olduğunu söylüyor. Bir gün de kendisi bana, bankaya gelmişti; para kurlarını sordu. Parası olanın soruşundan bellidir. Anladım ki frangın düşmesinden korkuyor. Birkaç gün sonra da İstanbul’a gitti. İhtiyar, dalgın, sersem gibi görünen Şefik Bey’i para işlerini konuşurken görseniz şaşarsınız. Diyebilirim ki para işlerini benden daha iyi biliyor, çok çabuk anlıyor. Başka işler konuşulduğu zaman ise bunak adamlara benzer. Bir söylediğini kırk kere söyler, sizin söylediklerinizi anlamaz. Mesela bakınız: Halide’nin kavgası olduktan birkaç gün sonra bir cuma sabahı, Faika’nın odasına gittim. Şefik Bey oradaydı. Benden sonra Ayaşlı, Hasan Bey, sekiz numarada oturan Abdülkerim Bey adında biri var o, geldi. Biz gelmeden Şefik Bey, Halide’yi kovması için Faika Hanım’a asılıyormuş. Biz oturduk, gene bu lakırdı açıldı, Şefik Bey diyor ki:

“Benim evde kaldığımı isterseniz onu buradan çıkarmalısınız.”

Faika pişkin, aldırmayarak cevap veriyor:

“Bir cahillik etmiş, siz onun kusuruna bakmazsınız!”

Şefik Bey korkutmak istiyor:

“Yoksa ben gider polise haber veririm.” diyor. “Bu evde benim hayatım tehlikededir derim.”

Faika sırıtıyor, alay ediyor:

“Böyle acıklı şeyler söyleme, polisin yüreğine iner.” diyor.

Hepimiz gülüyoruz. Şefik Bey niçin güldüğümüzü sanki anlamıyor, bize bakıyor. Ne düşündüğünü yüzünden anlamak mümkün olmuyor. Biraz durduktan sonra gene ilk söylediklerini söylüyor:

“Eğer benim bu evde kaldığımı isterseniz, bu kızı buradan kovarsınız. Benim hayatım tehlikededir. Bu kız beni boğar.”

Faika diyor ki:

“Ben varken sen korkma! Ben seni kurtarırım!”

“Gece sen nereden duyacaksın?”

“Duyarım ben, sen zile bas!”

“Ne olur, benim hatırım için kovun!”

Ayaşlı diyor ki:

“Kovarsak daha kötü olur Şefik Bey, senin için kovduğumuzu anlar; seni yolda çevirir, döver. O zaman ne yaparsın?”

“Benim için kovmuş olmayın!”

“Hem kovalım hem de yalan mı söyleyelim!”

Hasan Bey kızdı, dedi ki:

“Kovsunlar iyi ama kabahati nedir, onu anlayalım.”

“Kabahati beni dövdü, hepiniz gördünüz.”

“Dövdü ama iki gözüm, öyle dayağa canım kurban. Sen dayağı kat kat hak ettin.”

“Niçin?”

“Zavallı kızın hakkını yedin.”

“Getirsin çoraplarımı, parasını vereyim.”

“Örtüye ne dersin?”

“Onun getirdiği örtü yanıktı.”

Faika’nın kaynanası karıştı:

“Aaaa!” dedi. “Allah’tan kork! Yepyeni örtü idi. Biz burada baktık, işte Faika da burada. Öyle değil mi? Söylesene!”

“Eskiydi ben bilmez miyim?..”

Bu sözleri söyleyen ve dinleyen bir adamın ince ince para, kambiyo, kur hesapları yapmasına siz şaşmaz mısınız?

7

Apartımanımızın sekiz numarasında, bir ufak çocukları ile genç bir karı-koca oturuyorlar. Erkek, Abdülkerim Bey; alçarak boylu, esmerce, Moğolsu suratlı, güler yüzlü bir adam. Karısı İffet Hanım İstanbullu bir kız, İstanbul’un Üsküdar’ından imiş; rengi solukça, zayıfça bir kadın. Çirkin değil amma nasıl demeli, zavallı suratlı. İstersiniz de ona bir mevki veremezsiniz. Onunla konuşabilmek için, onu sevebilmek için değersiz tutmaya çalışırsınız. Belki akılsız… Bizim komşular, bu kadını güzel buluyorlardı.

Abdülkerim, Buharalı imiş, çok küçük yaşlarında İstanbul’a gelmiş, orada okumuş. Harbiye Mektebinden çıkmış; biraz hizmetten sonra çürüğe çıkmış, tekaüt olmuş. O zamandan beri burada odunculuk, kömürcülük ediyormuş. Harbiyeden çıkıp da alışverişte bir iş becerebilenler azdır. Abdülkerim’de babasından, dedesinden gelme bir istidat olsa gerek! Ayaşlının sözüne bakılırsa işi yolunda imiş, beş-on parası da varmış.

İffet Hanım, üç çocuk doğurmuş. Bunlardan ilk ikisi, yaşamamış ölmüş. Üçüncü çocukları, Turhan Mukimüddin adında; hasta suratlı, ağlamış suratlı bir oğlan. Sağ ve yanlarında. Ağlamadığı, huysuzluk etmediği saat yoktur.

Bu ana-baba, çocuk büyütmek, terbiye etmek nedir hiç bilmiyorlar. Rahatsız, çelimsiz, keyifsiz olan çocuğu büsbütün densiz ve huysuz edecek ne varsa hepsini yapıyorlar. Anası çocuğa darılsa babası okşuyor, anası çocuğa kızarsa babasına çatıyor, babasına kızınca çocuğunu dövüyor. Bu yüzden çocuk, anası babası için çekilmez bir ağrı, sancı, bir hastalık, bir baş belası olmuş kalmış. İkisi de çocuktan korkuyorlar. Oğlan ağlamaya başlayınca anasının eli ayağı soğuyor, sinirleri çekiliyor, o da ağlamaya başlıyor.

Kadın yalnız çocuğundan değil, kocasından da bezmiş:

“Koca isterler kocaya varırlar, anlasam bu koca neye yarar?” diyor. “Bir geçinmek değil mi? Adam çamaşır yıkar gene geçinir. Hiç olmazsa çocuk doğurmaktan da kurtulur.”

İffet Hanım, tekaüt olmuş bir küçük memurun kızı imiş. Daha çocuk denilecek yaşında, “Kısmeti çıktı.” demişler, bu adama vermişler. Gelin olmak, süslenmek kadınları avutur. Bunlar geçince İffet Hanım için evlenmenin bir tek iyiliği kalmış, o da geçinmek!

“Çirkin bir adam.” demiş.

“Erkekte güzellik aranmaz, huyu güzel olsun.” demişler.

“Sevimsiz.” demiş.

“Alışırsın, seversin.” demişler.

Kocası sinsi, kurnaz ve tilki bir adam. Bir kere olsun sevişmemişler. Bu karılığın kocalığın bir eğlencesi yok. Evlendikten birkaç ay sonra gebe olduğunu anlamış, yedi aylık bir çocuk doğurmuş. Çocuk birkaç saatten fazla yaşamamış. Hastalık, hekimler… Çekilmez işkencelere katlanmış.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra ikinci çocuk… Anasının sütü yok. İnek sütü, emzik… Çocuk hasta. Hekimler besleyemiyorsunuz diyorlar. Nasıl beslemeli? Çocuk da o kadar sevimsiz ki anasının bile görecek gözü yok. Ne olacak? Üç aylık iken bu çocuk da ölüyor. Bir acı?.. Kocasını hekimler hasta buluyorlar, bakıyorlar; ilaç alıyor. Hastalık nedir? Bilmiyor. Biraz sonra bu üçüncü çocuk doğuyor. Babası adını, Turhan Mukimüddin koyuyor. Bir sütana tutuyorlar. Bir Habeş karısı… Çocuğu büyütüyor. İstanbul’da anasının evinde iken biraz daha rahattılar. Buraya gelip bir odaya sokulunca oğlan, çekilmez bir bela oluyor.

Kadına yeniden gebe kaldın deseler öyle sanılır ki çıldıracak, kendini öldürmeye kalkışacak. O kadar korkuyor. Kocasına da kızıyor. Her koca böyle midir? Bu ne duygusuz adam, yalnız kendisini düşünür. İffet Hanım gittikçe kocasından soğuyor, Faika ile kaynanası da İffet Hanım’a yardım ediyorlar, onun gözünü açıyorlardı. Ben buraya geldikten biraz sonra, gündüz gelip çocuğa bakmak için bir hizmetçi tutuldu. Her gün odalarını Halide’ye temizletip toplatmaya başladılar. Bundan evvel İffet Hanım kendisi topluyormuş. İffet Hanım’ın odasının karışıklığını, pisliğini Halide’den dinlemeli. Halide, söylenir söylenmez her şeyi bana anlatıyor. Bir gün dedim ki:

“Kızım, bunlar bir kadının gizli kalması lazım gelen şeyleridir. Bunları bana söyleyeceğine gidip kendisine öğretsene!”

“Sanki kendisine söylemiyor muyum? Geçen gün kocasının yanında söyledim. Ben hanım değilim ama böyle hanımlara da kendimi değişmem.”

Abdülkerim uysal bir adam, karısına bakmıyor, bakmak istemiyor; parasını kıskanıyor değil, bilmiyor. Karısı ona dikildikçe, karşı oldukça o alçalıyor, kadının istediklerini yapıyor. Belki kötü huylarından da geçiyor. Belki de karısı alışmış, o kadarına göz yumuyor, katlanıyor. Görünüşte odaları, yaşayışları düzeliyor. Bu iyileşme böyle kalır mı? Yoksa Faika ile kaynanasının dersleri arta arta kadını büsbütün baştan çıkarır, kocasıyla arasını açarlar mı? Abdülkerim gibi sessiz, sinsi adamların ne gün kızacakları ve kızınca ne yapacakları belli olmaz. Bir gün Faika ile konuşurken dedim ki:

“Bu kadın kocasını sevmiyor, bilmediği için ona katlanıyordu. Şimdi siz onun gözünü açıyorsunuz, ya günün birinde herif bunu istemez yahut kadın bir aykırılık eder de araları açılırsa sonra bu kadın ne yapar?”

Faika dudaklarını büktü:

“Daha kötüsüne mi düşer?” dedi.

“Şimdi genç kızlar koca bulamıyorlar, koca o kadar bol mu?” dedim.

“Varacak olduktan sonra bol ya! Hem bu öylesi değil, siz bilmiyorsunuz! Ben söyleyemem! Benim kocam olsa bir gün durmam. Hizmetçilik ederim de gene o herifle yaşamam! Kabahat, İffet Hanım’da.”

Bu gelin kaynana, ellerinden gelse kadını kocasından ayıracaklar. Bereket versin kadın o kadar ileri gitmek istemiyor. Kocasını kullanmaya, yola getirmeye çalışıyor.

Bir yandan da kadın kendi kıyafetini düzeltiyor. Buraya geldiği zaman uzun saçları vardı, bir gün Faika ile birlikte gittiler saçlarını kestiler. Biraz zaman sonra, bazı moda gazetelerindeki kadın başlarına döndü. Saçlar yapıldı! Korsa giydi. Göğsü yukarı kalkar gibi oldu. Eskiden yüzüne hiçbir şey sürmezken pudralamaya başladı. Dudaklar, tırnaklar yoluna girdi. Az zamanda Faika, Üsküdar’ın yoksul mahalle kızından, kendi cinsinde bir salon kadını çıkardı. Bu arada İffet Hanım, cigara içmeyi de öğrendi.

Bu işler yolunda giderken yolunda gitmeyen yalnız çocuktu. Gün geçtikte bu oğlan iyileşeceğine daha densiz, yaramaz oluyor, her gece, gece yarılarına kadar ağlıyor, bütün gece anasına babasına rahat vermiyordu. Ben az zamanda evde Ayaşlının kömür kokusuna, gece yarısı bir çocuk ağlamasına alıştım ve rahatsız olmadım. Çocuğa bakan hizmetçi kadın, onu götürmüş bir hocaya okutmuş; tespihten geçirmiş, “Kırk güne kadar bir şeyi kalmaz.” demişler. Altmış gün de geçti gene o!

Bir gün babası Faika’nın odasına getirmişti. İffet kocasına dedi ki:

“Sen onu buraya getirdin ama rahat durmaz ki bizi de konuşturmaz.”

“Hizmetçiyi yemek getirmeye yolladım, gelinceye kadar ben bakarım.”

“Bari sen onu içeride avut!”

“Zarar yok, bir şey yapmaz.”

Oğlan ilkin babasının ayakları arasında dururken birdenbire tütün tablalarına saldırdı. “Dur!” deyinceye kadar içinde ne varsa döktü. Babası hemen atıldı, yakaladı, yerdekileri topladılar. Oğlan, küçük masanın üstünde duran ufak resimlere gitti. Oradan da çektiler. Kartpostal albümüne saldırdı. Faika:

“Bırakın baksın, resimdir.” diyordu.

İffet Hanım:

“Şimdi yırtar.” dedi.

Babası albümü almak istedi, albümün bir sayfası yırtıldı.

İffet Hanım kızdı:

“E canım, ben sana söyledim. Kendi çocuğunun ne mal olduğunu bilmiyor musun?”

Faika ses çıkarmadı, olduğu yerden de kalkamadı ama canı sıkıldı. Babası elinden alır korkusuyla oğlan albümün üstüne yattı. Babasına kalsa bırakacak. Ne değeri var! İffet Hanım kocasına bağırdı:

“Al şunun elinden şu albümü! Görmüyor musun büsbütün yırtılıyor!”

Abdülkerim çocuğa eğildi:

“Ver onu, bak sana cigara ağızlığımı vereyim… Hah dur, bak, saati vereyim ha? Olur mu? Bak ama teyzen darılacak.”

Anası kendi kendine:

“Aman ya Rabbi! Gene ağlamaya başlayacak. Nedir bu benim başımın çilesi…” diye mırıldandı.

Babası almak istedikçe oğlan üstüne yatıyor, içinde yapraklar iki kat oluyor. Faika dayanamadı, kalktı çikolata buldu:

“Turhan canım, al bak çikolata, ver onu bana da resimler bozulmasın. Ya bak şimdi Fuat amcan gelecek, seni otomobille gezdirecek, hani geçen gün nasıl gitmiştik!”

Oğlan kül yutmuyor, aldırmadı. Resimlerin üstünden de kalkmadı. Babası yalvarmaya başladı:

“Gel seni arkama alayım, ha? Olur mu? Gel. Ama bak kuyu anası gelecek seni yiyecek.”

Çocuk kahve şekerini severmiş, anası oturduğu yerden seslendi:

“Turhan, baban sana şeker versin. Hadi kendin git söyle Halide’ye, sana şeker versin!”

Olmadı, başka yapacak da kalmadı.

“Hadi baban seni arkasına alsın, biner misin?”

Abdülkerim ne diyeceğini bilemedi, sırıttı.

“Bu çocuk sizin elinizde ziyan olur.” dedim.

Faika:

“Onu ben de söyledim.” dedi.

Biz böyle konuşurken albümü vermemek için üstüne yatan çocuk yerden kalktı, albümü de unuttu. Yatağın yanında gece masası üstünde duran ufak elektrik lambasına saldırdı.

“Dur! Aman kırılır, düşer!” diye Faika yerinden kalkmak istediyse de yetişemedi. Lamba yere düştü, ampul kırıldı. Oğlan bundan korktu, uzun bir uluma sesiyle ağlamaya başladı. İffet Hanım kızdı, kocasına bağırdı:

“Sana demedim mi? Sen oğlundan daha kalın kafalısın. Götür şunu içeri! Hadi ne bakıyorsun?”

Abdülkerim uluyan, bağıran, tepinen çocuğu kucakladı, içeri götürdü. Ohhh! Dünya varmış. Oğlan diş ağrısı gibi!

İffet Hanım utanmasa ağlayacaktı. Demin söylediğim sözün, onda bir yara bırakmasını istemedim, dedim ki:

“Ben çocuğa babasının yüz verdiğini biliyorum, onun için söyledim.”

İffet Hanım dert yandı:

“A kardeşim…” dedi. “Ben ona şimdiye kadar neler söyledim, hiç eser etmez ki…”

Faika da:

“Hep kabahat babasında…” dedi.

“Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım; kocamı, çocuğum olup da bir kere sevmek içimden gelmedi ki! Koca mı? Koca! İşte görüyorsunuz, kendisine söylemesem. Şimdi akşama kadar ağlar. O bırakır gider. Allah duygu vermemiş. Doğrusu sevmek de içimden gelmiyor. Başkalarının çocuklarını daha çok seviyorum. Ne olurdu Allah’ım bir güzel çocuk doğursaydım!”

Faika’nın kaynanası lakırdıya karıştı:

“Ne yapacaksın?” dedi. “Onda senin kabahatin yok ki. Babasına baksana!”

“A, büyük hanım, ne çirkin kocası olan kadınlar var da ne güzel çocuklar doğuruyorlar.”

“Doğururlar bilirim… O sana yaramaz. Babasını değiştirir, istediklerini doğururlar!”

“Hiç değil. Bizim komşumuz vardı, ne gudubet kocası vardı, nur topu gibi bir kız doğurdu.”

“O benim külahıma dinletsin!”

İffet Hanım boynunu büktü:

“Bilmem…” dedi.

8

Altı numaralı oda boştu. Burada bir Yahudi kadın terzisi oturuyormuş, kızmış. Birkaç kişi geldi gezdi, tutan olmadı. Ben banka arkadaşlarından biri tutsun diye istedim. Bir arkadaş tutacaktı, sonradan caydı. Karısı geleceğini yazmış, bir oda içinde olamayacaklarını düşündü, tutmadı. Bu arada Ayaşlının eski bildiklerinden biri gelmiş, onu buldu getirdi odaya yerleştirdi. Ona biraz eşya da aldı.

Ayaşlı otel tuttuğu zamandan bu genci de tanırmış, çok zaman Ayaşlının müşterisi olmuş.

Halide bu yeni gelen komşuyu beğeniyor, “genç, temiz, kibar” bir adam olduğunu söylüyor.

“Neci bu adam?” diye sordum.

“Tüccar.” dedi.

“Adı nedir?” dedim.

Adını bilmiyor. Gitti, kapısındaki kartı çıkarmış, getirdi. Kartın üstünde her satırı ayrı ve güç okunacak kadar süslü yazılarla:

İSKENDER BEYHemşinli ZadeFabrikatör

yazılı. Bizde fabrikatör çok olmadığı için gözümün önüne bir örnek, bir tip getiremedim. O gün, bu yeni komşumuz benim odama da bir kart bırakmış. Ertesi sabah da Ayaşlı ile birlikte beni görmeye geldiler. Otuz yaşlarında, temiz giyinmiş, hafif koku sürünmüş; uzunca boylu, incerek, ince, uzun yüzlü, gözleri birbirine yakın bir efendi. Akıllı, kurnaz, çalışkan, övünmeyi ve kendini satmayı sever insanlardan olduğu gözlerinden belli oluyor. Arkadaşlığı çekilir. Herkese temiz ve terbiyeli davranmak, akıllı konuşmak istiyor.

İskender Bey’in babası, Hemşinliymiş, büyük muharebeden evvel Rusya’da birkaç şehirde büyük fırınları varmış. İskender Bey, Rusya’da okumuş; çok yıllar orada kalmış, kendini yüksek tahsil görmüş gibi satmak isterse de yalnız cimnazı bitirmiş. Muharebeden sonra babası kaçmış, İskender orada kalmış. Becermiş partiye de girmiş ve fırkanın ateşli adamlarından olmuş, aynı kelimelerle başlayan ve aynı kelimelerle biten birçokları tarafından söylenilmiş olan inkılap nutuklarından binlercesini söylemiş. Yumruğunu sıkmış, bağırmış, terlemiş, arkasında Rus gömleği, belinde kayış, geniş külot pantolon, dar çizmeler, meşin ceket, koltuğunda meşin cüzdan, bir otomobilin köşesine yaslanarak şehirlerde gezmiş, masanın uzak bir köşesine ilişerek saçlar dağınık, dişleri arasında da cigaranın uzun zıvanasını çiğneyerek toplantılarda zararsız sözlere karışmış. Böyle bir zaman yaşadıktan sonra, günün birinde yakasını parti içinde parti çıkarmak isteyen arkadaşlarına kaptırmış ve epey korku çekmiş ise de ucuz kurtulmuş, onu erzak idaresi emrinde yumurta toplamak işi ile ve Kogan adında bir Yahudi arkadaşıyla Kiev taraflarına yollamışlar. Oradan bir kolayını bulup kaçmış. Bunları ben onun ağzından parça parça ancak birkaç ayda öğrendim. İlk görüştüğümüz gün bana; Ayaşlıyı otel tuttuğu zamandan tanıdığını, eşyası olmayan bir adam için burada yaşamak kolay değil ise de Ayaşlının hatırını kıramadığını, gidip bir oda takımı aldığını anlattı. Sonra Almanya’dan bir mütehassıs getirttiğini, Adapazarı yakınlarında bir fabrika yaptırdığını, orada soğuk tuğla çıkardığını söyledi. Tuğlalarından örnek getirmiş, askerî fabrikalarda deniyorlarmış. Demiryolu İdaresi denemiş, beş vagon almak istiyormuş. Sonradan öğrendim ki İskender’in yaptırdım dediği fabrika, eski bir un değirmeni imiş. Burasını kiralamışlar, içine de birkaç makine koymuşlar. Almanya’dan gelen mütehassıs da bir Beyaz Rus imiş, İstanbul’da likörcülük yapıyormuş. Anlaşılıyor ki İskender, onu da boğaz tokluğuna tutmuş, o adam da bir şeyler yapmış, birkaç bin tuğla da istasyona gelmiş. İskender, bu tuğlayı tanıtıncaya kadar güçlük çekeceğini, sonra müşterisinin ayağına geleceğini söylüyor. Bu sivrice işe aklı eriyor mu diye Ayaşlının yüzüne baktım: “Bir çimento işi yapsaydınız daha iyi olurdu.” demeyi düşündüm ama söylemedim.