banner banner banner
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
Оценить:
 Рейтинг: 0

İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği


Le Diable Promu “Dieu” Essai Sur le Yezidisme İmprimerie du “Jeune Turc” Constantinople 1910.

Le Droit Public et l’İslam, (İmprimerie du “Courruer d’ Orient”), Constantinople 1909.

N De Helva, La Science İmperiate Des Songes et Distionnaire Onirique İntime et Secret Des Cesars Byzantins Des Califes Arabes et Des Sultans Ottomans,Editions Eugene Fıgiere, Paris 1935.

The Sultan a Romance of The Harem of Abdülhamid, London 1912.

Une Anee de Liberte 1908-1909 ( İmprimerie du “Courruer d’ Orient” ), Constantinople 1909.

HATEMÜ’L ENBİYA

II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan Tarih-i Osmani Encümeni ülkede bilimsel tarih yazıcılığının başlamasında etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak İslam tarihi yazıcılığının da nasıl olması gerektiği tartışılmış ve bu yeni anlayıştan etkilenmiştir. Celal Nuri, Hatemü’l-Enbiya adlı eseri ile siyer kitaplarının nasıl yazılması ve Hz. Muhammed’in zamanın şartlarına göre nasıl anlaşılması gerektiği konusunda fikirler ileri sürmüştür. Bunu yaparken daha ziyade Hz. Muhammed’in karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı, dehası gibi sosyal ve beşeri yönlerini geniş olarak değerlendirmiştir. Buna ilaveten dünya tarihine yön vermiş önemli şahsiyetlerle karşılaştırma yapmaktadır. Celal Nuri’nin söz konusu görüşleri yakın dönem fikir hayatımızı bir yönüyle aydınlatması bakımından önem taşımaktadır.

Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya karşı üstünlüğünü yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Devlet erkânı bu durgunluğun sebeplerini büyük ölçüde askerî alanda aramış, çözümü yine askerî sahada yenilik yaparak bulmaya çalışmıştır. Zamanla askerî ve sivil alanda idari ıslahatlar yapılmışsa da gerileyişin asıl nedeni üzerinde durulmamıştır; Avrupa’nın ilmî ve teknolojik gelişmeleri takip edilemeyerek devlet yıkılma sürecine girmiştir. Tanzimat’ın ilanından itibaren Batı’nın her türlü üstünlüğünü kabul eden Osmanlı, artık yavaş yavaş gerek kurumsal gerek düşünce alanında Batı kültür ve medeniyetinin etkisi altına girmiştir. Bundan sonra devleti kurtarmanın yolları aranmaya başlamıştır. Modernleşme ve devleti kurtarma uğrunda yapılan her atılım sonuçsuz kaldı ve süregelen çöküntüyü engelleyemedi. Ancak yapılan ıslahat hareketleri sonradan gelecek gelişmeler için bir zemin hazırlamış olması bakımından hiçbir zaman boşa gitti denilemez. Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşmasında şüphesiz önceki yenilik hareketlerinin etkisi olmuştur. Tanzimat’ın getirdiği ortam 1856 Islahat hareketlerine zemin hazırlamış, bu gelişmeler de Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e giden yolda birer altyapı oluşturmuşlardır. Her ne kadar Türk modernleşmesini sadece Tanzimat’la başlatmak doğru olmayıp, bu süreci 17. yüzyıla kadar götürmek mümkün ise de Cumhuriyet Türkiye’sinin oluşumunda II. Meşrutiyet Dönemi’nin tesiri daha fazladır. Zira bu devirdeki siyasi ve fikri tartışmalar aynen günümüze de yansımıştır.

II. Meşrutiyet Dönemi Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık fikirlerinin tartışıldığı ve her birinin önemli temsilci bulduğu hareketli bir ortamdı. Bunlardan Batıcılık ve Türkçülük ideolojilerinin yeni kurulan Türk Cumhuriyeti’nin oluşumunda mühim tesirleri vardır. Burada bazı görüşlerini ele alacağımız Celal Nuri de yeni devletin fikrî ve siyasi teşekkülünde etkili olan aydınlardan biridir.

Batılı araştırmacılar İslam dünyasında 1924’ten sonra meydana gelen dinî modernleşme hareketlerinin yansımalarını ele alırken konuyu Mısır, Hindistan, Kuzey Afrika ve İran ile sınırlı tutmuşlar, son dönem Osmanlı aydınlarının bu meseleye yaklaşımlarını göz ardı etmişlerdir. Bu ihmal aynı zamanda Türkiye’deki çalışmalar için de geçerlidir. Burada modernleşmeyle dini bir arada kullanıyoruz çünkü adı geçen yıllarda devletin kurtarılması ile dinin kurtarılması aynı şekilde yorumlanmıştır. Birçok yerde dinin ihya edilmesiyle devletin de düzene gireceği savunulmaktadır. Dinin tekrar dinamik hâle getirilmesi, İslam’ın tekrar yorumlanması, asrısaadet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminin hemen her konuda örnekliği dönemin sıkça tartışılan konularıdır. Bu bağlamda sıkça dile getirilen argümanlardan biri de Hz. Muhammed tasavvurudur. Celal Nuri bu konuda hatırı sayılır fikirler ortaya koymasına rağmen Cumhuriyet Dönemi’nde ülkemizde ihmal edilen aydınlardan biri olduğunu düşünüyoruz. Müellifin hemen hemen her konudaki yaklaşımları farklı ortamlarda mevzubahis edilmiş ancak Hz. Muhammed tasavvuru ve siyer yazıcılığı hakkındaki görüşleri dikkatten kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yapılan tartışmalara baktığımızda Batıcı olsun İslamcı olsun bazı aydınlar İslam dininin kendisinin değil yaşanılan İslam’ın yanlış olduğunu, İslam’ın yeniden yorumlanması gerektiğini ileri sürmektedirler. Özellikle içtihat kapısının açılması, İslam’a yeni bir dinamizm kazandırılması savunulmaktadır. Bu konuda İslam tarihinin de objektif bir biçimde yeniden yorumlanması, genel bir İslam tarihi yazımı ileri sürülen görüşler arasındadır.

Döneminin önemli şahsiyetlerinden biri olan Celal Nuri aynı zamanda Cumhuriyet’in fikrî mimarları arasında olması ve yeni devlette değişik görevler alması itibariyle de önem taşımaktadır. Celal Nuri eserini yazdığı yıllarda birtakım eleştiriler alması, dönemin tarih anlayışını ve peygamber tasavvurunu ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Bununla birlikte ortaya attığı bazı görüşlerin günümüzde yeniden popüler olması ve eserinde ana hatları ile ele aldığı konuların son yıllarda gündeme gelmesi meselenin önemini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz. Muhammed’in mucizevi hayatından ziyade sosyal ve beşeri yönlerinin vurgulanması, topluma örnek bir insan modeli sunmak çabaları, Celal Nuri’nin adı geçen eserinde varmaya çalıştığı hedeflerden biridir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed ile ilgili görüşlerini derli toplu olarak Hatemü’l Enbiya adlı eserinde ortaya koymuştur. Her şeyden önce şunu belirtelim ki adı geçen çalışma Hz. Muhammed’in hayatını ve savaşlarını anlatan alışılagelmiş bir siyer kitabı değildir. Celal Nuri bu eseriyle zamanın şartlarına göre bir siyer kitabının nasıl yazılması gerektiğini, buna paralel olarak peygamberin mevcut ortamda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hz. Muhammed’in hayatının yeniden yorumlanması, aşırı mucize edebiyatından kurtarılıp beşeri ve sosyal yönlerinin öne çıkarılarak halka anlatılması müellifin en önemli hedefleri arasındadır. Bunun yanı sıra İslam’da içtihat kapısının açılıp yeni hükümlerle dinî yaşamın kolaylaştırılması zaman zaman değindiği konular arasındadır. Dinde içtihat veya yenileşme konusu o yıllarda büyük bir hararetle hemen her zeminde tartışılan meseleler arasındadır. Celal Nuri de bu bağlamda, Hz. Muhammed’in hayatını ve sahabe ile olan diyaloglarını dikkate alarak peygamberin yeni fikirlere açık olup, istişareye önem verdiğini belirtmektedir. Bundan hareketle İslami yenileşmede, her şeyden önce Hz. Muhammed’in hayatının yeniden anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. Celal Nuri gibi Batıcılık fikrini savunan yazarların yanı sıra, İslamcı birçok yazarın adı geçen yıllarda ortaya attığı bir görüş de meşveret ve demokrasinin İslam’ın özünde olduğu demokratik hayatın İslam dinine ters düşmediğidir. Uzun yıllar baskı ve monarşi düzenine karşı mücadele eden aydınlar Meşrutiyet’le birlikte her ortamda meşruti sistemi meşrulaştırmak için bu argümanı kullanmışlardır. Bütün bunlarla birlikte Celal Nuri bu eseri yazmakla aynı zamanda müsteşriklerin İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı saldırılarına da bir cevap vermek eğilimindedir. Nitekim kendisi amacını “Garazkarân-ı garp ve hurâfât-ı perestân-ı şark’a karşı mevki-i târihiyye-i ahmediyye’yi muhafazan yapılmış ecrübe-i kalemiyyedir.” diye ifade etmektedir”.

Müellif eserinde, ilk olarak klasik İslam tarihi kaynaklarını tenkit ederek meseleyi ele almaktadır. Müslüman Araplar binlerce ciltlik eserlerinde, beşer olarak övünen peygamberi insanüstü bir varlık gibi değerlendirerek, kendisine binlerce mucize yüklemişlerdir. Celal Nuri’ye göre Kur’an gibi bir düstur metin bırakmış iken bunun dışında peygamberin hayatında başka hakikat aramak pusulayı şaşırmaktır. Müellif, İbn İshak ve İbn Hişam gibi ilk siyercilerin hakikate daha yakın olduklarını, mitolojik meraklarının olmadığını, sonradan gelen siyer yazıcılarının ise eserlerinde peygamberi Cebrail’in kontrolünde sanki bir sadanüvis olarak takdim ettiklerini söylemektedir. Hâlbuki peygamberimizin bir insan olarak muhakeme edilmesi halinde daha da yüceleceğini, ancak bunu şimdiki siyercilerin, bırakın yazmayı hayal bile edemeyeceklerini ifade etmektedir. Celal Nuri her ne kadar zamanının bütün müelliflerini aynı şekilde değerlendirse de bazı yazarlar Hz. Peygamberin beşerilik vasfını ihmal etmemişlerdir.

Avrupalı yazarlara gelince içlerinde samimi olanlar bulunmakla birlikte çoğunluğunun çalışmalarında Hz. Muhammed’i Hristiyanlık taassubu içinde ele aldıklarını, dünya tarihlerinde peygamberin hak ettiği yeri almadığına inanmaktadır. Çünkü bu genel tarihlerin bir Yunan, Roma, Bizans ya da Hristiyanlık tarihi olarak ele alındığını, İslam tarihini ve Hz. Muhammed’i yeterince içine almayan bir tarihin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini kabul etmektedir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini ele alırken peygamberin, daha ziyade karakteri, mizacı, devlet adamlığı, komutanlığı ve dehası gibi yönlerini izah etmektedir. Bunları yaparken bazen tarihin ünlü şahsiyetleri ile kıyaslama yapmayı da ihmal etmemektedir. Peygamberin sosyal ve beşeri yönlerini ele alırken uzun uzun örnek olaylar vermekten kaçınmakta, bir iki örnekle yetinip daha ziyade genel tahliller yaptığını görmekteyiz. Kendisi, bir İslam tarihçisi olmadığı için teferruata inmek istemediğini, bunu yeni nesillere bıraktığını, siyer kitaplarında kendi iddialarını destekleyen çok sayıda örnek olayın mevcut olduğunu açıklayarak sadece fikrî bir açılım getirmek istediğini belirtmektedir.

Celal Nuri, eserinde peygamberimizi değerlendirmesinde psikolojik tahlillere de başvurmuştur. Bunu yaparken bir taraftan onun insani üstünlüklerini ortaya koymaya çalıştığı, bir taraftan da sanki müsteşriklere cevap verme eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Zira bilindiği üzere birtakım müsteşrikler peygamberimizin psikolojik bozuklukları olduğunu iddia ediyorlardı. Celal Nuri’ye göre âlemde Seyyidü’l-Beşer kadar büyük bir psikolog görülmemiştir. Her yerde ve her zaman halkın onun tesirinde kalması, halkın zihninden çok kalbine tesir etmesi, çarpıcı vaaz ve nidaları ile ruhları etkisi altında bırakması bunun en büyük delillerindendir. Müellife göre, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin inançları uğruna kanlarını akıtacak şekilde karşı saflarda mücadele etmeleri, peygamberin psikolojik dehasının en güzel örneklerindendir.

Yine müellife göre, peygamberimizin etrafındakilerin ruhlarına tesiri, onların şahsiyetlerindeki gizli kuvveti ortaya çıkarmıştır. Örneğin Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe ve Sad b. Ebi Vakkas gibi mümtaz şahsiyetlerin ortaya çıkmasında en önemli etken Hz. Peygamber’di. Aynı şekilde Celal Nuri, peygamberin sağlığında sahabe arasında ciddi münakaşanın çıkmayışı, haset ve anlayışsızlık gibi şeylerin görünmemesini büyük bir mucizenin eseri olarak telakki etmektedir.

Celal Nuri, Hz. Muhammed’i bir komutan olarak değerlendirirken alışılagelmiş savaş taktiklerinin dışına çıkmasını önemli bir zekâ ürünü olarak kabul etmektedir. Selman-ı Farisi’den hendek tekniğini almasını, mancınık kullanmasını, askeri celp ve cezp etmesini buna örnek olarak vermektedir. Buna benzer davranışların bazı devlet adamlarında da görüldüğünü bildiren Celal Nuri bu konuda da Napolyon’u örnek olarak vermektedir. Bütün Fransa’nın onun arkasından gidip ordusunun Moskova’ya kadar dayanmasını, büyük fetihler yapmasını, Napolyon’un karizmatik özelliği, güçlü otoritesi ve askerî motivasyon gücünden kaynaklandığını belirtmektedir. Ancak Napolyon’un zamanla dünya nimetlerine daldığını ve iktidarını nefsi arzularına heba ettiğini, bu noktada peygamber ile arasında büyük farklar olduğunu ifade ederek Seyyidü’l-Beşer’in ise hiçbir zaman dünya nimetlerine özenmeyip mesaisini görevi uğrunda harcadığını vurgulamaktadır. Yine müellife göre, “Cenab-ı Seyyidü’l-Beşer telkin ettiği kuvvetli iman, tebliğ ettiği müjdeler ve şehitlerin mazhar olacakları nimetleri mücahitlere heyecanla benimsetmesi sayesinde askerin moral kuvvetini en üst seviyeye çıkarmıştır.” Celal Nuri, ikinci halife Ömer b. Hattab’ın celadet sahibi olmasının bütünüyle kendi karakterinden değil de, Hz. Muhammed’in onun iç dünyasını derinden etkilemesinden kaynaklandığı kanaatindedir. Ayrıca peygamberimizin devlet başkanlarına gönderdiği elçileri ve mektupları hükümdarların kişiliğine göre ayarlamasını da onun diplomatik dehasının bir ürünü olarak görmektedir.

Celal Nuri’nin eserinde geniş olarak yer verdiği ve eleştiriler aldığı noktalardan biri de Hz. Muhammed’i tarihteki meşhur devlet, din ve fikir adamları ile mukayese etmesidir. Örneğin Hz. İsa ile Hz. Muhammed’i karşılaştırırken gerçek manada furkân-ı mü-bin olan Hz. İsa’yı değil Hristiyanların tasavvurundaki Hz. İsa’yı değerlendireceğini de ayrıca belirtmektedir. Bu yüzden Allah’ın peygamberi Mesih ile Hristiyanların anladığı Mesih’in asla bir olmayacağını beyan etmektedir. Bu konu ile ilgili olarak esas amacı olan mukayeseye geçmeden önce Hz. İsa’nın Batı âleminde nasıl anlaşıldığını, Hz. İsa üzerine yapılan teolojik tartışmaları özetlemektedir. Netice olarak da Batılıların tasavvurundaki İsos Hristos’un ne bir hükûmet nizamı kurduğunu, ne bir devlet reisi, ne de bir nizam koyucu olduğunu belirtmektedir. Bu anlayıştaki kişinin olsa olsa, hayatı masallar ve hurafe ile dolu, vasıfları papazlar ve konsillerce belirlenmiş bir derviş olacağını ifade etmektedir.

Celal Nuri’nin karşılaştırmalı olarak değerlendirme yaptığı diğer bir peygamber de Hz. Musa’dır. Yazar, her iki peygamberin de tebliğ ettiği dinin dünya ve ahirete ait işlere dair hüküm verdiğini, her ikisinin de din vaz’ı ve devlet adamı olduklarını belirtmektedir. Ancak Hz. Muhammed’in getirdiği dinin Yahudilik gibi belli bir millete has olmayıp, bütün insanlığa hitap ettiğini beyan etmektedir.

Müellif, Buda ile de bir karşılaştırma yaparak Buda’nın dünyadan uzak, insanın azim ve arzularını yok edecek kadar pasif bir felsefeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Hz. Muhammed’i hayat, Buda’yı ölüm dininin tebliğcisi olarak nitelemekte ve aralarındaki farkı ölüm ile hayat arasındaki fark olarak ifade etmektedir. Budizm’in de psikoloji ve insanın ruh hâlini etkilemesi itibariyle bir değeri olabileceğini, ancak dinî, hukuki ve siyasi olarak bir ehemmiyetinin olamayacağını iddia etmektedir.

Celal Nuri bu fikirlerini ortaya attığı yıllarda ülkede gayet hareketli bir fikir ortamı vardı. Bilhassa Batıcılar ve İslamcılar arasında İslam söz konusu olduğu zaman ciddi tartışmalar meydana gelmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak aynı yıllarda Celal Nuri’yi olumlu ve olumsuz yönde tenkit edenler olmuştur. Müellifin bu fikirlerini daha ziyade Batıcı yazarların beğendiğini görmekteyiz. Batıcı yazarların en keskin kalemlerinden olan ve genelde softalık ve hurafelere karşı mücadelesiyle tanınan Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed tasavvurunu oldukça beğendiğini, gelecek nesiller için yeni ufuklar açacağını ifade etmekte ve Celal Nuri’yi cesaret göstererek bu gibi mevzuları işlediği için tebrik etmektedir. Ayrıca Renan’ın Hz. İsa’nın hayatını yazdığı dönemdeki gibi bizde de bugün okuryazar oranı çok olsaydı, aynı Renan’ın eseri gibi Celal Nuri’nin eserinin de meşhur olacağını söylemektedir. Kendisinin mucizeye karşı olmadığını, ancak akıl ve bilim çağında yeni nesillere peygamberin sadece mucizeyle anlatılamayacağını, bu bakımdan Celal Nuri’yi takdir ettiğini belirtmektedir.

Hüseyin Hayri ise daha da ilginç bir iddiada bulunarak bu tür bir çalışmanın İslam dünyasında ilk örnek teşkil ettiğini ve yeni nesle Hz. Muhammed’i anlatmakta faydalı olacağını ifade etmektedir.

Celal Nuri’yi övenlerin yanında, onun görüşlerini benimsemeyenler de bulunmaktadır. Bunlardan biri de Musa Carullah’tır. Carullah, Celal Nuri’nin Batılı araştırmacıları övüp, İslam ulemasını küçük gördüğünü ve bu tavrıyla Batı taklitçisi olduğunu gösterdiğini iddia etmektedir. Bununla da yetinmeyerek Celal Nuri gibilerin İslam toplumunda imansızlık ve güvensizlik aşılamaya çalışan eski mollalardan ve misyonerlerden daha tehlikeli olduklarını söylemektedir. Başka bir değerlendirmede de, Celal Nuri’nin Hz. Muhammed’in insani özelliklerini aşırı bir şekilde işlediğini, vahiy alan bir peygamber vasfının neredeyse ortadan kalktığı vurgulanmaktadır.

“Peygamber her ne söylerse onun şahsiyetine hâkim olan Zat-ı Hakk’tan telakki etmelidir… Hatemü’l Enbiya nam-ı ilahîye mütekellim olur ve levh-i ruhuna münakis olan kelâmı hak lisaniyle ifade ederdi.”

Ayrıca yazarın bu ifadelerini, zamanın peygamber anlayışına ve mucize edebiyatı yapan siyer kitaplarına tepkiden doğan aşırı bir yaklaşım olarak da kabul edebiliriz.

Hatemü’l Enbiya adlı eserin tanıtım bahsine son vermeden önce tenkitlerde söz konusu olan birtakım fikirlerin üzerinde durmak istiyoruz. Tenkitlerde, eserin türünün ilk örneği olduğu, bu eserden sonra benzer muhtevada kitap yazacakların örnek alması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Eserin İslam dünyasında ilk örnek olması fikri, incelenmesi gereken ayrı ve önemli bir konu olarak görünmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, bilhassa ülkemizde, II. Meşrutiyet’ten sonra ilim hayatımızda, Hz. Muhammed’in beşeri özelliklerini öne çıkararak yazılan eserlerin görüldüğünü söylemek pek mümkün görülmemektedir. Bu tür eserlerin daha ziyade 1980’li yıllardan sonra yayın hayatımıza girdiğini görmekteyiz. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan ilmî derginin özel sayısı âdeta Celal Nuri’nin eserini tamamlar mahiyettedir.

    Prof. Dr. Zekeriya Akman

ÖN SÖZ

İran’ın barışçıl bir şekilde bölünmesi, Fas’ın ve Fas’ta hilafet iddiasında bulunan Sadat İdrisiyye[1 - Ahmed b. İdris isimli Faslı mutasavvıf tarafından kurulan tarikat. (ç.n.)] hanedanının Fransa himayesine girmesi, İtalya’nın Trablusgarp’ı istilası, Balkan devletleri tarafından Osmanlıların Avrupa’dan çıkarılması ve bütün büyük devletlerin resmî bir biçimde müttefiklere yardım etmesi, İngiltere ve Rusya arasındaki uzlaşma, Fransa’nın bu iki devletle birlikte yola devam etmesi, Pancermanizm ve Panislavizm’in bugün yarın birbirleriyle çarpışmada bulunma ihtimali, İngiltere’nin varlığını korumak için Almanya karşıtlığında bulunması Aksay-ı Şark’ın[2 - Aksay-ı Şark: Uzakdoğu. Çin ve Japonya (ç.n.)] uyanışı ve özellikle Çin Cumhuriyeti’nin ilanı gayet önemli bir tarihsel başlangıcı meydana getirir. Bu olaylar ile geçmişin bir dönemi daha kapanıyor demektir. Kezalik bu önemli vakaların gerçekleşmesi, ilerleyen zamanlarda oldukça dikkat çekici bazı dönüşümlerin ortaya çıkacağının, dünya haritasının biraz daha değişeceğinin kanıtı olma niteliğini taşımaktadır. Bu siyasal devrimler ile düşünce dengeleri ve teorilerinin, hatta uzmanlaşmaların da devrimi, daha doğrusu evrimi, asla gözden uzak tutulmayacak derecede büyük sorunlardandır.

Şunu demek istiyoruz ki henüz başlangıcında bulunduğumuz miladi yirminci asrın ortası, hiçbir şekilde bilinen eski çağlara benzemeyecek derecede dönüştürücüdür. Şimdiye kadar halledilemeyen ya da ortadan kalkmasına imkân bulunamayan meseleler bir şekilde temiz bir görünüm kazanmaya yaklaşacak, eskisinin yerine diğer bir statüko yerini alacaktır.

Bütün dünya savaşa hazırlanıyor. Bütün dünya savaştan kaçınıyor. Uykusundan kalkan ve kendi uyanışını gerçekleştirmeye mahkûm milletler, hak ve hukuklarını geri kazanmaya çalışıyor. Emperyalizmin artık içeriği değişti. Bu ve bunun için kopartılan gürültü patırtı arasında bazı milletler ihtiyarlıyor: Fransa ve İngiltere gibi. Bazı milletler yeniden doğuyor: Japonya gibi. Bazı milletlerin güneşinin doğmasından korkuluyor: Müslümanlar ve Habeşiler gibi. Eski zamanın siyasal yolları yerlerini bazı yeni etkileşimlere bırakıp teslim ediyor: Millî yollar ve ekonomik yollar bugün dünyaya hüküm sürüyor.

Batı, Doğu’yu zorlayarak sıkıntı veriyor. Bunun doğal sonucu olmak üzere bir geriye dönüş, eskiyi isteme duygusu ortaya çıkıyor ki bundan Asya’nın belki en esaslı inkılap ve ihtilali ortaya çıkacaktır. Zaten çaresizlik kanununa göre bu zorunlu bir netice olarak kabul edilmektedir.

Doğu nedir? Batı nedir? Bu iki dünya arasındaki ayrılıkların siyasi, millî, ırki, ahlaki, ruhi, hissî nedir? İslamiyet çağdaş asırda nasıl tarif olunabilir; İslam’ın geçmişi ile ilgisi ne derecededir; Kezalik onun gelecekte ne gibi bir rolü olabilir? Müslümanlar kimlerdir? Nasıl bir kuvvet oluşturabilirler? Bunlar bir toplumsal çoğulculuk ya da siyasal bir nicelik meydana getirebilirler mi? İnsan türünün altıda birini oluşturan ve hakikaten bugün geride kalmış bir hâlde bulunan Müslümanlar ne gibi bir gayret göstermeliler ki ilk önce esaret prangalarından kurtulsunlar; Ondan sonra da medeniyet dünyasında üzerlerine düşen vazifelerini gerçekleştirebilsinler?

Bu meseleler hakkında genel itibarıyla, ne Doğu’da ne Batı’da henüz derinlemesine bir inceleme ortaya koyulmuştur. Avrupa’da bugün birçok kalem ustası İslam birliği konusunu gündeme getirmişlerse de yukarıda söylediğimiz açıdan bu önemli başlık konusu kapsamı itibarıyla derinlemesine incelenememiştir. Şurasını da söyleyelim ki Panislamizm Batı’da sadece bir içerik çatışması meselesi özelliğinde bulunduğundan siyasi ve millî ihtiraslardan sıyrılmış gerçek bilgi ve bilgelik sahipleri bunu bilimsel bir soğukkanlılıkla konu edinmeye henüz başlamamışlardır. Doğu’ya gelince, biz henüz Avrupa yöntem ve kuralları ile meseleleri inceleme ve araştırmaya alışmadığımızdan maalesef bu babdaki tedbirlerimiz faydasız kalmıştır.

İşte tarihin içinden geçmekte olduğu bu sonuç çerçevesinde bizler, olağanüstü önemli ve yarar sağlanabilecek meseleyi geniş bir biçimde ve gücümüzün yettiği derecede açıklama ve tanımlayıcı notlarla izah edeceğiz. Ele aldığımız konu ve yaptığımız işin öneminin, olası hatalarımızın okurlarımızın affının derinliğinde kabul edilmesine sebep olacağını zannederim.

İttihad-ı İslam ya da İslam birliği konusunun incelenmesinde imkânlar elverdiğince çeşitli ihtiraslardan soyunmuş olmak, hatta zemin ve zamanın gerektirdiği şekilde davranmak lazımdır. Bugün üstesinden gelinmiş ihtiraslar ya da alt edilmiş fikirler ile şimdi içinde bulunduğumuz his dünyasının kuvvetten yoksun etkileriyle tarih yazmak, geçmişte gerçekleşen olayları değerlendirmek ne kadar zor ise bazı düşünce ve ihtirasların akıntısına kapılarak İslam meselesini incelemeye koyulmak da o kadar zordur. Hatta, İslam birliği davası geleceği de bağlayıcı özelliği olduğundan belki ondan çok daha zor incelenecektir.

Cereyan eden durumlar çoğu kez, doğru olmayan hislere neden oluyor. Yeni ortaya çıkan olaylar içinde âdeta boğulup kaldığımızdan geçmekte olduğumuz zamanı tamamen tarafsız bir şekilde yargılayamıyoruz. Ve derya içinde bulunan balıkların, herkesçe bilinen meşhur mısra, deryayı bilemedikleri gibi bir-çoklarımızın da bin türlü sebepleri ve anlayış yöntemleri itibarıyla içinde bulunduğumuz durumları bilemememiz mümkündür. Gerçekleşen olaylar, bizden uzaklaşıp ve hatta birçok algımızın dışında kalıp tarihsel bir biçim ve kesinlik almadıkça, manevi anlamı dışında billurlaşmadığı sürece anlaşılması güçtür. Hakikat zannedilen şeylerin üzerinde hakikatler vardır; matematik biliminin bile ötesinde başka bir üslupta, bütün bütün başka hakikatler ispat olunduğunu iddia eden bilim insanları yok değildir. Onun için bazı hakikatler uydurulmuş, bazı resmî yollarla, birtakım ukudat (konvansiyon)[3 - Ukudat: Üzerinde karar verilip kabul edilen bağlar, şartlar. (ç.n.)] bizim basiretimizi bağlamıştır. Doğa ve insan gücünün etkin olduğu olayların meydana getirdiği işlerin, her günkü meselelerin, hatta millî ve toplumsal ihtirasların, ekonomik gerekliliklerin üstüne çıkalım ve öyle bir dikkatle şimdinin en önemli meseleleriyle tarihin meşgul olduğu ve geneli en çok ilgilendiren işlerden çıkan sonuçların maddelerinden biri olan İslam meselesiyle uğraşalım.

Bu meselenin tarih ile kesin bir ilgisi olduğu, İslam ilerleme ve yüksekliğini geçmişten aldığı gibi şimdiki durumla da derin bağlantısı vardır. Emperyalizm politikası hemen hemen bir İslam meselesi olduğu gibi bu politika da Avrupa ve hatta bütün dünyanın şimdiki siyasetinin de temelidir. Bundan dolayıdır ki İslam birliği, derinlikleri nasıl olursa olsun birbirinden farklı şekillerde İngiltere, Fransa, Rusya, Felemenk, Almanya, İtalya, Japonya, Amerika emperyalizmlerini ve onların arasındaki alakaya bağlı olarak Avrupa siyasetlerini iyice inceleyip muhakeme etmemiz gerekir. Her şeyden önce İslam’ın geçmiş ile ilgisi, İslam’ın dünya geçmişindeki kökü anlaşıldıktan sonra bugünkü meseleler iyice incelenirse o zaman gelecek hakkında biraz kehanette bulunma hakkını elde ederiz.

Eserimizi biraz büyükçe tutmak, hâli hazırdaki Müslümanların hayat tarzından ayrıntılı bahsetmek niyetindeydik. İslam dinine inanan insanların birbirlerini tanıması için bu gibi bilgilerin yayımlanmasına ise çok fazla ihtiyaç vardır. Bu gibi incelemelerle ilgilendiysek de kitabımızda bu babda fazla bilgiler veremeyeceğiz. Sebebini söyleyelim: Böyle bilgilerin okurlara sunulması için bazı noktaların kesin bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Müslümanlar oldukça dağınık bir şekilde, farklı iklim/bölgelerde, çeşitli tabiiyetler altında yaşadıklarından onlarla bağlantılı olan meseleler de çok fazla başlıklar içermektedir. Şu durumda Mısır, Tunus, Cezayir, Hint, Malezya, Rusya ve benzerlerindeki İslam toplulukları ile ilişkimiz daimî gibi sürdürülse de kendilerinden talep olunan kesin bilgileri almak güç oluyor. Doğu, Avrupa tarzındaki sisteme, düzenli bir şekilde düşünmeye, çalışmaya, araştırmaya, yoklamaya, dikkatle araştırıp incelemeye alışmadığından istenilen işi Avrupa tarzı bir kesinlikle göremiyor. İşte, Doğu’nun bu dağınık ve düzensiz durumu, merkezi bir kurumsallık içermeyen yapısı, eserimizi, bazı genel bilgilerin üretilebileceği bir başvuru kaynağı olarak ortaya çıkması hedefimizden uzaklaştırmaktadır. Bundan dolayı İslam’a dair birçok bilgi vermekle beraber bu kitabımız düşünce şekli, fikirler, teoriler, İslami duyguları etkisinden ve Avrupa’nın politikasından, emperyalizmden, doğu meselesinden bahsolunacaktır. Diğer kısım bilgileri toplamak mümkün olursa ayrıca bir cilt olmak üzere yayımlamakta tereddüt etmeyeceğiz.

Hangi sıfat ve yetkinlikle bu kitabı kaleme alıyoruz?

Zannederim ki okurlarımızdan birçoklarının aklına birden bire gelecek olan bu soruya hemen şurada cevap vermek gerekir.

Özel olarak ve pratik, fiilî bir şekilde beş seneden beri İslam birliği ile meşgulüz. Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Faslı, Osmanlı, Hintli, Rusyalı, Çinli birleşme taraftarları ile ilişkide bulunduk, kendileriyle görüştük, haberleşmeler içinde yer aldık. Kalem tartışmaları ve siyasi tartışmalara karıştık. Çeşitli memleketlerde açılan siyasi kavgalara müdahale ettik. Bunlarla beraber Avrupa’nın İslam siyasetini uzun zamandan beri daimî bir biçimde takip ettiğimiz gibi Avrupa düşün dünyasının ileri gelenlerinden bu işlere dair yazı yazanların eserlerini okuduk, eleştirdik. İşte bütün bu mesai bize bir dereceye kadar yetkinlik verdiğinden bu kitabı yazıyoruz. Herhâlde bireysel yetersizliğimizi itiraf ederiz. Bize yayımlama cüreti veren bizden daha muktedir kalem sahiplerinin şimdiye kadar bu vadide gayret göstermemeleri olmuştur.

Bir diğer meseleyi de eleştirel gözlere sunalım:

Memleketimizde birçok insan ve özellikle bazı ileri gelen kişiler İttihad-ı İslam dediğimizde bir titreme hissediyor, ürküyorlar. Kendisi muhtaç himmet bir derde nerde kaldı gayriye himmet ede! Nakaratını tekrar ederek bu politikanın bizim başımıza birçok felaketler getirebileceğinden, devletimiz hakkında genel felaketlere sürükleneceğinden korkuyorlar. Başlangıç olarak, biz kendi işimize bakalım ondan sonra Cava’daki Müslümanların hâlini düşünürüz. Yahut Hindistan’ı zapt edelim derken Rumeli’yi kaybediyoruz. Veyahut Bu hayallerle İtalya’yı aleyhimizde bulunmaya tahrik ettik! gibi sözleri çok duyuyoruz. Bütün bu itirazlara teessüfler ederiz. Bu gibi çirkin açıklamalarda bulunanları zannederiz ki asla İslam birliğinin yüzeysel bir tanımından dahi haberdar olmamışlardır. Avrupalılar Ay yüzeyinin üzerindeki dağlar ve tepelere varıncaya kadar ölçüp dururken bizim içinde bulunduğumuz İslam dünyasını bilmezliğimiz, ne gibi bir dinsel çevre, toplumsal, siyasal ve ahlak dâhilinde yaşadığımızı incelemezliğimiz doğrusu affolunur rahatlıklardan değildir. İttihad-ı İslam, yayınımızda devam edecek bölümlerden de anlaşılacağı üzere büyük bir ısrarla duacı olabileceği gibi azim bir faydayı da uyandırabilir. Herhâlde İslam dünyası ve onu işgal eden ve tabii ki bütün Avrupa’yı ve hatta genel olarak dünyayı uğraştıran meseleyi bilememek, bilmek istememek, tabirim müsamaha ile görülsün, bir cinayet teşkil eder. Dar’ül-hilafenin göbeğinde İslamların ahvaline bu derecede lakayıt olmak zannetmem ki Avrupalılar tarafından oldukça rağbet gören tarz ve huyları incelemekte muvaffak olsun! Öncelikle İslam dünyasını ve onunla ilişkileri olan işleri bilelim. Ondan sonra hareket hattımızı tayin ederiz.

Bu gibi yayınlar Avrupa’yı kızdırır, hiddetlendirirmiş. Demek oluyor ki Avrupa bu derecede kolaylıkla hiddetlenmeye hazırmış! Öyleyse o yaşlı azgın hayvan bundan başka şeylerle de köpürür. Bundan dolayı bu kitabın ya da temsilcilerinin ne önemi olabilir?

Ön sözümüzü bitirirken şu noktayı da aydınlatmak gerekir. Fikir hürriyeti savunucularının ileri gelenleri arasında birtakımları -ki biz de fikirsel hürriyet taraftarları olarak bulunmakla ilk zamanlardan beri iftihar ederiz- İslam birliğini dinî bir mesele olarak kabul etmektedirler. Ve bu yoldaki yayınlar ve faaliyetleri gericilik darbesi olarak görüyorlar. Öncesinde ve sonrasında da söyledik ki İslamiyet iki içeriğe sahiptir: Dinî, siyasi. Biz bu dinsel içeriği burada konu edinip üzerine edebiyat yapmıyoruz. Din, vicdan ile bağlantılıdır. Bizim asıl iştigal ettiğimiz yönü İslamiyet’in siyasal ve toplumsal içeriğidir. İslam toplulukları tek bir milleti oluşturur. Tekrar ederek beyan ettiğimiz taraf üzerine İslamiyet çeşitli milletleri birleştiren kimyasal bir iksirdir. Bundan dolayı yaklaşık üç yüz milyon Muhammed’i bugün tek bir millet ve birleşik bir kitleyi oluşturur. Onların evrimini kolaylaştıran, ilerlemeye arzu ve istek kazandırma, yükselmeye neden oluşturacakların öğrenilmesi zannederim ki Avrupa emperyalistlerinin yaklaşamayacakları bir medeniyet seviyesi, insancıl bir gaye-i emeldir. Bu itibar ile İslam birliği taraftarını, gericilik ile, düşünce hürriyetine darbe indirmekle itham eden seçkin ya da ileri gelen devlet adamı sıfatı taşıyanları en gür sesimizle protesto ederiz. Hiç şüphe edilmesin ki insanlığın altıda birinin kurtuluşunu ve yayılmasını talep etmek ve yalnız bununla kalmayıp geri kalanın da hukuka aykırı bir şekilde özgürlüğüne tecavüz edilmemesi kuralına bağlı kalarak bütün insanların rahat yaşaması düşüncesiyle bir hareketi desteklemek çeşitli sömürgeler altındaki insanları düzeltilmesi gereken bir mal kabul eden kapitalizm teorisinin ilerlemesi için gayret eden Avrupalıların idealine göre her açıdan daha soylu ve kökü daha temiz bir gayedir.

İşte yalnızca İslam’ın tarihinde, bugün ve istikbalde hak ettiği konumu göstermeye ve İslam birliği konusunu toparlayarak düzenli bir kitap hâlinde ifade etmeye gayret ve bununla beraber asrımızda ve memleketimizde maalesef ilgi gören bazı yanlış fikirlere ve gericiliğe karşı mücadele içinde bulunduğumuzu ilan etmek maksadıyla ve her türlü etkileşimden uzak bulunarak bu cildi okurlarımızın değerlendirme huzurlarına arz ediyoruz.

    Yeniköy