banner banner banner
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
Оценить:
 Рейтинг: 0

İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği

    30 Kanunuevvel 1328
    [M. 12 Ocak 1913]
    Celal Nuri

İSLAMİYET HAKKINDA GENEL DÜŞÜNCELER

Her kurum, her din, kısacası yok olmadan yaşamını sürdüren her şey, bir ihtiyacın, bir gerekliliğin eseridir; O gerekliliğin sürmesi ya da artması, onun sonucu olan din ya da müessesenin devamını ve yükselmesini gerektirir. Yüzeysel olan, bir zorunluluğa uygun gelmeyen biçimsel benzerlik, mezhepsel kurumlar, siyasal işler asla yaşamını sürdüremez. İnsan kitlelerinin ruhsal ve maddesel ihtiyaçlarını karşılayan ve bunlara cevap verecek temiz özelliklere sahip olan heyet ve suretler ister din ister mezhep şeklinde olsun, ister cisimsel olarak hükûmet tarzında hayat bulsun, hemen her zaman kalıcılıklarını sürdürmüştür.

Bundan dolayı İslamiyet tarihi araştırma ve derinlemesine inceleme biçimlerinde bu temellere bağlı kalmamız lazımdır. Eğer bu din yalnızca bir kişinin, bir grubun fikirsel ürünü ve emeli olsaydı on üç asırdan beri dünyaya böylesine ışık ve görkem salmaz, susturulmuş bir cenin gibi kendi gücünden mahrum olarak ya ölür gider ya da dünya sahnesinde bir ucube olmak üzere varlığını sürdürürdü. İslamiyet’in hicri ilk çağından itibaren bütün dünyayı saran ve etkileyen, bugün İslam devlet egemenliğinin son bulmasına rağmen varlığını manevi bir yapılanmada din olarak sürdüren, Asya ve Afrika’da ilerlemesi, onun, şüphesiz, insanlığın bir kısmının ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara cevap veren bir içeriğe sahip olduğunun kanıtıdır. Sözün kısası, İslamiyet, doğal ve mantıklı bir din işleri kurumudur. Bütün o ham ve temelsiz şeylerden, bütün sanrılar ve hurafeden arındırıp soyutlayarak bir tarih yazıcısı gibi İslamiyet’i değerlendirecek olursak bu kesin olan hakikate varırız.

Peygamber çağı zamanında önce İsrailliler ve Nasraniler dünyaya yeterli gelmiyordu. Şimdiki siyasi esasları koruyucu şekildeki dünyaya artık yeterli gelmeyip siyaset dünyasının kuralları hayret uyandıracak şekilde iftihar edildiği gibi saadet zamanının ne gönülden sağlamlıkla bağlı Haniflerin, ne İsraili “Rabbi”lerin atik düsturları ne de nispeten yeni olan Nasrani ruhbanın dinî telkinleri insanların vicdani ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu.

O zamanki durum ile Asya ve Afrika’nın şimdiki durumu arasında da büyük bir fark bulunmadığına en ciddi delil, bugün, bu iki insanlık yuvasında put heykellerinin İslamiyeti kabul ile toplumsal rütbelerini ve insani taraflarının yükseldiğine yine kendilerinin ikna olmasıdır.

Eğer Muhammed asrında Hristiyanlık ile Yahudilik ve o zaman kıymet sahibi olan Mecusilik insanoğlunun manevi ve maddi mutluluğu için yeterli gelseydi, hiç şüphesiz Hazreti Peygamber inkâr edilemeyecek olan dehası, önsezi kuvveti ve anlayışlılığından başka yeni din kurallarını yayamaz ve yaygınlaştırmazdı. Hâlbuki o zaman, insanlar şiddetle “reform”a, temel düzenlemelere, daha akla yatkın daha mantıklı daha ciddi bir şekilde gönülden bağlı ve yönetim şekline şiddetle ihtiyaç duyulduğu böyle bir yeni zamana layık olacak derecede rüştlerini ispat etmiş durumdaydılar. Muhammedî din kuralları oldukça az zaman içinde bir taraftan Fransa’nın sınırları içerisinde yer alan “Liyon”a, diğer taraftan Hindistan’da, Çin’e, Hint Okyanus adalarına, Afrika’nın zulüm altındaki bölgelerine kadar yayılır.

Protestanlık Katolikliğin ıslahı olduğu gibi İsrailiyet ve Nasrani-yetin ıslah edilmiş, büyütülmüş, soy temizliği rütbesine ulaşmış bir şeklidir.

Esas itibarıyla “klasik” kelimesiyle ifade edebileceğimiz Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasında büyük bir fark yoktur. Mahiyetleri, içerikleri birdir. Şu kadarı var ki bu üç semavi din ve Rabbani’nin en eskisi bittabi diğer ikisinden daha basit, daha başlangıç aşaması, daha kısaltılmışıdır. Aynı din, evrim kurallarına bağlı olarak İslamiyet şekline girmesiyle daha ziyade büyümüş, bütün dünya ve ahiret hükümlerini içeriğinde bulunduracak genişlikte bir mertebede ve diğerlerden çok genelleştirilmeyi de kapsayan bir içerik kazanmıştır.

Yahudilik küçük ve sınırları belirli bir din idi. Bu dinin genel bir içeriği olamazdı. Birçok kavim ve kabileler bu mezhebe bağlı olmadıklarından, din kurallarının rengi ve kokusunda esas itibarıyla daima Yahudilik hissedilir. Hâlbuki Hristiyanlık, daha ilk asır yayılmalarında, yalnız Filistin Yahudilerinin değil, bütün insan soyunun önemli bir kısmını etkisi altına almak konumunda bulunmak istediğinden içeriği daha genel, daha kapsamlı, daha geniş olmuştur. İslamiyet’e gelince, bu mezhep, Yahudilik, Nasranilik ve putperestlik gibi takip edilen yolların hepsinin ardından geldiğinden daha başka inancın, siyasal ve toplumsal deneyimlerin, daha büyük ruhsal dengelerin mahsulü olduğundan, elbette onların üstünde bulunmuştur. İslamiyet, kendinden önceki yol ve yolcuların hakkını verecek şekilde onları kaldırarak hükümsüz bırakmak kabiliyetini kazanmıştır.

İslam Doğu’da, çoğalmaya nail olunca böylece Batı kavimleri Hristiyanlık dünyasında ilerlemişler ve bunun sonucu olmak üzere on üç asırdan beri şiddetli dinsel ayrılıklar, ehl-i salibler [Haçlılar], engizisyonlar, Doğu meseleleri insan türünü haksız bir şekilde meşgul etmiş ve felaketlere sürüklemiştir.

Şimdiye kadar dünyaya gelen psikologların en büyüğü, en ululazmı hiç şüphesiz Hazreti Muhammed’tir. Bugün adedi üç yüz milyon tahmin edilen, insanlığın önemli bir kısmının binlerce senelik ihtiyaçlarını bilen ve ona göre din kuralları ortaya koyarak kitaplaştıran o yüce ve saygın kişidir.

Dünya tarihi bu kadar önemli bir zafer ve başarıyı şimdiye kadar kavrayamamıştır. Sakyamuni Buda’nın şan ve şeref halesi bile Muhammed şefaatinin etrafında sönmüş gitmiştir. İnsan sürülerini, milletleri, kavimleri, ırkları böyle harikulade simyevi bir vasıta ile temsil ettiren “ismiyle” yalnız İslamiyet olmuştur. Dünyanın, geçmişte, cihangiri olan Roma, hakkı olmadığı hâlde, en büyük kısmını yönetmekte bulunan Büyük-Britanya bile -ki tebaası altında yaşayan nüfusu, bütün Müslümanların sayısından fazladır.– böyle bir kabiliyeti gösterecek bir örnek ortaya çıkartamamıştı.

Müslümanlık Roma ve Büyük-Britanya gibi; Fransa ve Rusya gibi darbeler ve şiddet ile temsil edilmeye arzu duymamıştır. Bugün herkes Hindiler, Mısırlılar, Cezayirliler, Fransız ya da İngiliz olmaktan kaçar iken, eski çağlarda, Romalı olmaktan kurtulmak için silah bidest (silahsız bir şekilde) olarak millî müdafaada bulunur iken, vaktiyle Müslümanlığa dâhil olanların büyük bir çoğunluğu, ellerini açarak, İslam dinine kabul edilmek talebiyle, şerefli İslam diniyle şereflendirilmeye dua ederlerdi. O şart ile eskiyle olan ilişkilerini terk eder etmez, artık yeni iman ahalisi, kendi geçmişinin geleneklerini, milletlerini ve hatta lisanlarını bile feda etme derecesine varırlardı. Çünkü İslamiyet aslına bakılırsa milletlerin, kavimlerin, çeşitli ve farklı türlerde insanların da üzerinde ve yüksek bir konumda bulunan bir kardeşlik bağı olmak üzere vazedilmiştir. Özel millî duygular, İslamiyet bahis konusu olunca önemini bütünüyle kaybeder.

İşte, İslam’ın yayılma döneminde, bugünkü gibi zavallı insan türü milliyete dayalı ayrılıklardan usanmış, kavimlerin ihtiraslarından bıkmış olduğundan İslamiyet’in içeriğinde yer alan bu kardeşlik akidesinin yeterliliğini görmüş ve müminlerin kardeşliği fikrini İslam içerisinde cins ve tür ayrımı olmadan kardeşliğe dair hükümlerini, canını muhafazaya yarayan tılsım kabul etmiştir.

Bugün sosyalizm, kapitalizm ve aristokrasinin yöntem olarak kullandığı yolların birbirine tamamiyle zıt olmasına rağmen reddi milliye noktasında anlaşmış ve birlik olmuşlardır. Bugün gelinen durumda işçinin, sarrafın, asilin milliyeti yoktur ve olamaz. Birbirine olabildiğince zıt ve birbiriyle uygunluk gösteremeyen bu üç yeni mezhep ve yöntemin tarafı oldukları bir akideyi bundan on üç buçuk asır evvel Hazreti Muhammed dünyaya yayarak bütün insanlara İslamiyet bayrağı altına toplanmaları için doğru yolu göstermiş idi.

Bu yalnız sözlerde kalmamıştır. Sayısının üç yüz milyon civarında olduğu tahmin edilen birbirinden farklı cins ve renkler, birbirine zıt ve farklı lisanlarda ve farklı tabiiyetler altında yaşayan halk hep İslam dairesine girmek ile onun geleneklerini, ahlak ve adetlerini, hukuk ve idare tarzını almışlardır. İslamiyet silinmez bir boyadır. İslamiyet fetih ettiğini tekrar iade etmez. İslamiyet esasında bir yönüyle diyanet ve bir yönüyle de hükûmeti, yani manevi ve cismani iki ciheti ihtiva ediyordu. Süregiden zamanlar ile cisimsel açıdan tükenişe yüz tuttuğu hâlde, ruhsal açıdan asla önemini kaybetmedi. Aldığını geri vermedi. Bilakis o şiddetli Nasraniyet yönetimi altında bile inanan insanların artmasını sağladı.

Tarafsız olarak düşünelecek olursa bugün, İslamiyet olabildiğince önemli bir kuvvet meydana getirmektedir. Bu kuvvet, istikbalde, pek dehşetli bir rol oynayacak kabiliyettedir. İslam birliği, Müslümanların siyasi esaret altında olduklarına bakılmaksızın bugün mevcuttur. Doğrusu İslam birliği, Panislamizm, tamlaması bile lüzumsuzdur. Çünkü İslamiyet zaten bu birliğin düzenlenmesini tarif ve ihtiva eder. İslamiyet, her şeyden evvel, bir manevi bağlılıktır. Sona ermesi mümkün olmayan, Krupp ve Şnayder toplarının işleyemeyeceği maddesel olmayan bir bağdır. Onun maddesel bir şekil kazanması, içinde bulunduğumuz çağın meselelerinden biri değildir. Bu bağlılıklar “Soğuk kanlılık ile incelemelerimizi yürütüyoruz.” hiçbir maddi kuvvetin tesiri ile çözülemez.

Avrupa ve Hristiyan dünyası tarafından kötü bir şekilde gerçekleştirilen her zulüm, her şiddet, o çeliğin bir kat daha kuvvetlenmesine neden oluyor. İslamiyet’in kabiliyet temsilkariyesi vardır, temsilkariyesi yoktur; İslamiyet’e girilir, ondan çıkılmaz. Vaftiz sudan bir şey olup söz ile ortadan kalkar. İslam dinine girmek için ise hitan sünnettir[4 - Hitan: Sünnet, sünnet etme. Sünnet: İyi ahlak, iyi tabiat.]. Hitan merasimi gerçekleştirilen kimsenin, geçmişteki hâline iade olarak bu durumdan çıkmasına az imkân vardır.

Şu bulunduğumuz devirde İslamiyet siyasal açıdan bozguna uğramış durumdadır. Nasraniyet’e, idari açıdan Nasrani yönetim hükûmetine bağlıdır. Fakat hürriyetini vermekle İslamiyet gönlünü, dinî şartlarını, gaye-i emelini, ihtiraslarını, ya da lisanını vermemiştir. Müslümanların büyük çoğunluğunun bulunduğu yerlerde Hristiyanlık bir misafirliktir. Hint, İskender Rumi’den beri birçok fatihler gördü. O geniş sınırlar dâhilinde, kendisine yerleşmiş olan sabır ve inanç ile İngiltere’nin güneşinin batmasını bekliyor. Zira Mısır, aynı Büyük İskender’den beri nice sömürgecilerin zorbalıklarıyla zayıfladı, aciz kaldı. Onun da ruhu çok sabırlı, Ehrimen’in tepesinden, İngiliz ordusunun da diğer ordular gibi geldiği yere gitmesini gözleyerek bekliyor. Bunun gibi Kuzey Afrika, eski çağlarda dahi vaktini doğru tayin eden Latin istilasının sönüp tükenmesini umarak bekleyendir.

İslam, Batı ve Avrupa gibi endüstrileşmiş medeniyetin sunmuş olduğu eziyetlerle yorgun ve bundan dolayı geride kalmış değildir. Kanı dinlenmiştir. Kezalik dimağı da çeşitli yorgunluk ve zahmetlerin altında kalmamıştır. Ve Avrupa’nın misali, onun gösterdiği usul ve âdetler, alet ve edevat ile kendisinde büyük bir ümit, büyük bir neşe hasıl olmuştur. Hint’te Bengallilerin, Mısır’da Verdani’nin siyasal cinayetleri oldukça manidardır.

Hiç şüphesiz şu miladi 1913 senesinde İslam halklarının gözü, geçen asırlara nispetle daha ziyade açılmıştır. Bundan dolayı Avrupa’nın çekincesi, korkusu, endişesi oldukça doğaldır.

Fransa’nın Tahran Eski Sefareti’nde bulunan ve Eugene Oben takma ismiyle Mısır ve Hindistan’a dair bir eser yayımlayan bu kişi Suveyş’in öte tarafında İngilizleri endişe içinde göstermiştir. Bu endişe oldukça doğaldır ve sebebi de kolay anlaşılır. Avrupa’nın sömürgelerinde sürdürdükleri yöntemler şöyledir: Mümkün olduğu derecede Hristiyan hükûmetini sürdürebilmek, onun için Avrupalılar sömürgeciliği benimseyememişlerdir.

Hint’ten İngiltere, Kuzey Afrika’dan Latinler gittikten sonra kanallar, demiryollar, limanlar vesaire gibi bayındırlık yararına olan çalışmalardan vazgeçerek hiçbir şey bırakmayacaklardır. İslam halklarının yayılarak üstünlüğü ele geçirmeden önce ne gibi huy ve karaktere sahipse yine o kendine özgü doğasında kalacak ve İslamiyet asla düşerek tükenmiş, küçülmüş bir hâle gelmeyecektir. Avrupa, vaktiyle İslam’ın birbirinden farklı kavimleri temsil ettiği gibi sömürge altındaki memleketlerdeki Müslümanları temsil edememiştir. Avrupanın istilası, kâr-ı kadim kervanların konup, bir yerde, birkaç gün ticaret ederek gitmesine benzer.

Avrupa, hükûmetini, zulmünü, kuvvetini takviye ettikçe İslam dünyası bâtıni dünyasını, ruha ait niteliklerini, asli din şartlarının uygulanmasını arttırmıştır.

Bütün bilim insanlarının da onayladığı gibi tarih boyunca insanlığı sevk ve idare eden esas kuvvet psikolojidir. Millî hareketler, mezhebe dayalı hissiyat hiçbir zaman topla, tüfekle, torpille mağlup olmaz. Bunlar, maddi olduklarından, hedeflerinin de maddi olması lazımdır. Hâlbuki insanlığın kaderini belirleyen kuvvetler, her şeyden evvel, ruhsal kuvvetlerdir. Bunlara kurşun geçmez.

İşte birkaç söz ile İslam’ın geçmişi, bugünü ve geleceği.

İKİ ÇEŞİT MEDENİYET

“ENDÜSTRİYEL VE HAKİKİ MEDENİYET”

Medeniyet kavramını daha iyi anlayıp yararlanabilmek için ikiye ayırmak gerekmektedir: Endüstriyel -sınai- medeniyet, hakiki medeniyet.

Çin ileri gelen devlet adamları ve seçkinleri, kendilerini dünyanın en çok medenileşmiş milleti olarak kabul ederler. Mandarinlerden biri, Avrupalı biri ile konuşacak olursa her şeyden önce söyleyeceği şey bu olacaktır. Kezalik Avrupa’yı, Amerika’yı güzelce gezen, inceleyen, Batı’da, Batılı kişiler ile senelerce ikamet eden ve hatta Avrupalı kadınlar ile evlenen Çinliler bile memleketlerinin Batı’dan daha az medeni olduğunu tasdik etmemektedirler.

Osmanlı memleketleri dışında bulunan İslam ahalisi de bu noktada ortak fikirdedir. Hele Japonya Avrupa’ya asla iyi bir göz ile bakmaz.

Hindistan’da Brahma ileri gelenleri, Avrupa medeniyetini âdeta hafifseyerek küçük görür. Bu teori doğru mudur, yanlış mıdır? Kezalik Avrupa’nın medeniyeti ciddi midir, değil midir? Avrupa ve Amerika dışında kalan halklar ve kavimler hakikaten medeni değil midir, Avrupalıların kabul ettiği gibi vahşi ya da barbar mıdır?

Eğer medeniyeti yukarıda söylediğimiz gibi ikiye ayıracak olursak bu sorulara kolaylıkla cevap verebiliriz. Yok eğer bu ayrımı yapmakta yeterli gelecek kudrette değilsek hem kaçınılmaz olan soruya cevap vermekten aciz kalırız hem de işi karmakarışık etmemiz göz yanılgısına, teorik, işlerlik zararlara neden olur.

Evet! Kabul ettiğimiz tarza göre medeniyet ikidir: Sınai “teknik” medeniyet, hakiki medeniyet.

Bu itibar ile Avrupa ve Amerika sanayi medeniyetinin ulaştığı son mertebededir. Doğu ve Asya barbardır. Hâlbuki hakiki medeniyet itibarıyla “Tamamen cesaretle söylüyorum.” zannetmem ki Avrupa ve Hristiyan dünyası hakiki bir medeniyete sahip bir durumda bulunsun!..

Meseleyi tahlil edelim:

Teknik=marifet Batı’da oldukça ilerlemiştir. Bilim ve kültür çalışmalarının sonuçlarından Avrupa son derece yararlanmıştır. Bugün Avrupa hayatını düzelten ve düzene koyan tekniktir. Felsefenin bile temeli tekniktir. Duyguları ve maneviyata ait hisleri Batı memleketlerinde hesap ve ölçüm konumuna terk edilmiştir. Birbiri ardınca süren çeşitli devrimler üzerine çalışmalar, ekonomi hatta edebiyat Batı memleketlerinde maddesel bir ekonomik kazanç içeriğiyle başka yeni, endüstriyel bir dünyanın meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa medenidir. Medeniyeti en fazla ileriye götüren Avrupa’dır. Hakikaten, geçen asırlardaki dünya ile bu asırdaki dünya arasında muazzam bir fark görülür. Asya ve Afrika geçmişe, Avrupa ve Amerika geleceğe aittir. Teknoloji eski dünyayı yeni baştan yenilemiştir. Teknoloji kelimesiyle ifade ettiğimiz bu türden medeniyet fen bilimlerine, matematiksel kesinliğe dayandığından ondan başka bir medeniyet tasvir olunamaz. Onu ödünç almadan ya da aktarım yoluyla elde etmeden ilerlemeye imkân yoktur. Diğer bir şekilde yükselme, ilerleme ve evrime ise akıl ermez. Bu tarz medenileşmenin hiçbir mahzuru da yoktur. Ruha, hisse, maneviyata bağlılığı yoktur.

İleriye doğru yükselmememiş bir millet kadim geleneklerine veda etmek ister ise bu medeniyetin şekline girmekten[5 - Özgün metinde “temessül etmek”: Cisimlenme, bir şekil ya da surete girme. Fransızca assimilation. (ç.n.)] başka çaresi yoktur. Bu tarif ettiğimiz medeniyet kısmen alınamaz; kısaltılması ya da azaltılması kabul edilemez.

Matematik bilimi iki türlü değildir; fen ve kimya bilimlerinin her birine ait içerikler farklılaşmaz. Doğu’daki tabii bilimler ile Batı’da türlerin kökeni, mantık bilimi Asya ya da Avrupa kıtalarında farklı olmadığından, olamayacağından teknolojinin olduğu gibi kabul edilmesinden başka çare yoktur.

Japonya büyükler heyeti, bundan yarım asır önce, eski teknoloji ile hayat kavgasına devam edemeyeceği düşüncesini iyice değerlendirmiş, Avrupa sanayi medeniyetini olduğu gibi kabul etmiştir. Japonlar Avrupa bilgilerinin bütün hepsini memleketlerine ithal etme cesaretinde bulundular. Bu sanayi medeniyetinde zemin, zaman, iklim, millet ile değişim ya da dönüşüm kabul edemeyeceğinden Japonya devlet yöneticileri onu düzeltme ve değiştirme arzusunda bulunmadılar. Avrupa’ya adam gönderdiler ve Avrupa’dan adam getirtip bu endüstri medeniyetinin neden ibaret olduğunu, memlekete ne gibi şartlar altında ithal edilebileceğini ciddi bir biçimde incelediler. Takip karakteriyle çalışıp bugün hemen hemen Avrupa’nın medeniyet seviyesine yaklaştılar. Hatta Japonya yalnız endüstri ve sanayi değil Uzak Doğu’da ve Büyük Okyanus’ta, Avrupa pazarlarında bile Batı ile rekabete giriyor. Nippon tersaneleri drednot imal edecek kadar Batı’dan üstün durumda bulunuyor.

Savaş için savaş ekipmanları gerekmektedir, çarpışan düşmanlardan birinin elinde şişhane, diğerinin de mavzer bulunacak olursa galibiyet nasibinin hangi taraf olacağını tahmin etmek güç olmaz. Onun gibi hayat mücadelesinde taraflardan biri en mükemmel teknoloji ile diğeri eski zaman yöntem ve aletleri ile, antik dönemden aktarılanlarla donatılmış olursa aynı sonuç ortaya çıkacaktır.

Japonya, Avrupa kendi memleketine giriş yapmadan önce bu inceliklere dikkat etmesi gerektiğini anladı. Derhâl Avrupa’nın sanayi medeniyetini almak ve dolayısıyla anlamakta kusur etmedi. Bunun içindir ki Uzak Doğu dünyasının içinde bulunduğu konum hakkında geliştirilen hükümleri sağlamlaştırdı.

Maateessüf Müslümanların zimamdaranı[6 - Zimamdaran: Yularını tutan. İslam toplulukları yönetim konusundaki tabirleri “at” esas alınarak tarif edilir. Siyaset: Atı yöneten, zimamdaran: Yuları tutan şeklinde. (ç.n.)] bu hakikati anlayamadılar. Hakiki medeniyet ile sanayi medeniyetini bir zannettiler ve sonuçta da hayatta kalma savaşında galip taraf Avrupa oldu. Hristiyan milletler yavaş yavaş İslam memleketlerine girişimlerde bulundular. İşte Avrupa teknolojisinin İslamiyet tarafında kabul görmemesinin nedeni budur, dolayısıyla Müslümanlar gerileyerek alt tabakaya düşmüştür.

Osmanlı Hükûmeti, sanayi medeniyetini Batı’dan alma tecrübesi konusunda tam bir cesarete sahip değildi. Daha doğrusu durumun önem derecesini takdir edemedi. Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa ve yönetimde bulundukları çağın ileri gelen seçkinleri, maalesef, genel anlamda bu işi kavrama konusunda sığ kaldılar.

İran bu tecrübeyi asla hatırına getirmedi.

Afganistan böyle bir medeniyetin alınması ve işlerlik kazanması konusunu bugün düşünüyor ve zannederim ki muvaffak da oluyor. Endülüs, Kuzey Afrika, Mısır, maatteessüf bunları düşünemeden battılar.

Arap hükûmeti ise Avrupa’da sanayi medeniyeti gerçekleşmeden daha evvel çeşitli sebep ve yöntem ile tuttukları yolların tarihsel sonucu olarak kuvvetten düşmüş bir durumdaydı.

Osmanlılar yeterli derecede metanet ve cesaret ile sanayi medeniyetini almak konusunda kusurlar barındırıyor. Çeşitli grupların geliştirmiş olduğu programlar ise bu konuda herhangi bir gelişmeye işaret etmiyor. Vazgeçmek durumu hakkında dahi olsa bu ve buna benzer meseleler de henüz değerlendirme aşamasına geçilememiştir.