banner banner banner
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği
Оценить:
 Рейтинг: 0

İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği

Kitap ile senet arasındaki uzlaşı noktaları ile karşıtlık konularında silmek caizdir. Mesela Kitap sizlere, eğer ölüme alınmaya hazırsanız dini bu açıdan terk etmeniz hayırlıdır ve sizler yakınsınız. yüce ayeti, Yüce uygunluk her hak sahibine hakkını verdi, vârise vasiyet yoktur. mealindeki hadis ile silinmiştir. Bu hadis ile haber tek olduğu hâlde toplumsal bir kavrayışla genel bir kabul görmüş ve halk arasındaki söylencelere katılmıştır. Hülasa sözlerin sonunda, yukarıda detaylı açıklanmış olan din kurallarına dair kanunların uzlaşı esasında dünyevi hükümlere dair her ne varsa hepsinin birden Peygamberlik makamında oturan halifenin topluluğa, yani konuşmak üzere toplanan ümmetin kararına dayanarak emir ve onayıyla silinmeleri kabul edilir ve hatta vazifelendirilir.

Kişilerin davranışları konusunda, kolaylık ve genişlik göstermek din kurallarını içeren emirlerin gerekliliklerindendir. Bilakis işleri zorlaştırmak, İslam halkını İslam olmayanların karşısında mağlup ve perişan etmek, aciz bırakmak demektir. Eğer bu kolaylıklar, bu din kuralları açısından mümkün olan genişliklerin sağlanmasından imtina edip esirgenecek olursa şüphesiz, kanunlarımız, örf ve adetlerimiz on üç asır öncekilerden ibaret olacağından, genel bir rekabetin içinde el ve ayaklarımız bağlı kalır, hiçbir şey yapamayız. Avrupa’dan, Amerika’dan asırlarca geriyiz ve daima geri kalıyoruz.

Gerçek hayatta ise durmak caiz değildir; duranlar mağlup olacağından İslam mahvolur, perişan olur -zaten de oluyor-.

Bugün İslam’ın büyük çoğunluğu Hristiyan devletlerin idaresi altındadır. Şu konuda en ufak bir tereddüt etmem ki bugün Hazreti Muhammed, yüce maksadıyla görünse, İslam’ın bu yürek tırmalayan düşüşünü asla tasvip etmez ve buna sebep olanları oldukça şiddetli sonlanacak şekilde yakalanmalarını sağlardı.

Üzülmeyi gerektiren bir durumdur ki şu son zamanlarda bile oldukça önemli olan bu konuyu, bu hakikati önde gelen seçkinlerimiz kavrayamadılar.

Bunlar, dünyaya dair hükümleri ümmet topluluklarına, ondan sonra halifenin onayına yaklaştıracaklarına, geçmiş içtihadları toplayıp, âdeta mezardan çıkarıp, kanun hâlinde kitaplaştırdılar. Bu büyük bir sarmalın içinde hapsolmaktır. Sonucu olarak devletimiz bir basamak daha gerilemiştir.

Cevdet Paşa, şu zamanda bir kısım uygulanamaz hâle gelen eski içtihadları “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” şeklinde toplayarak kanun kitap meydana getireceğine, birçok sene önce, ciddi, ileri görüşlü ve güçlü bir fikir ile Hukuk-ı Arabiye’den dolaylı olarak kaleme alınan Ceza Kanunnamesi, Deniz ve Kara Ticaret Kanunnameleri, Ceza usul ve Muhakemat, Hukuk Muhakemat Usulü gibi yine Arap Hukuku’ndan alınmış bir medeni kanun yaptırsaydı bugün bize büyük bir hizmet etmiş olurdu. Hâlbuki geçmiş içtihadları düzenleme ve yenileştirme ile bir Mecelle’yi bir araya getirmekle medeni işler ve dünya konularında bizleri fena hâlde sıktı. Avrupalılar (Kod Napolyon[17 - (Code Napoléon, code civil des Français) Napolyon Kanunları, Napolyon Bonapart’ın hazırlattığı medeni kanun metnidir. Roma Hukuk ve İslam Hukuk’u sistemlerinden etkilenmiştir. (ç.n.)] ya da ondan daha iyi kanunlar gereğince eksiksiz bir hürriyetle söz konusu işler ve kanunlar hakkında karar verilip bağlanabiliyorlar.) Biz zavallılar ise o eskiyi isteyen mecellenin bazı hakları kullanabilme şartının, istibdad ile idare olunmanın temelini oluşturan, zorlama ve baskı kuralları altında kıvranıyoruz. Bizim kanunumuz bin seneliktir; bin sene önceki ihtiyaçlar üzerine bir araya getirilip kitaplaştırılmıştır.

Şimdiki zamanda Fransa ve onun işlemekte olan kanunlarını alan milletler ve özellikle Amerika cumhuriyetleri, Napolyon’un kanunlar kitabını bile oldukça köhnemiş bularak medeni hukuk kanunlarının yenileştirilmesini düşünüyorlar. O hâlde biz çaresizler, acaba on küsur asırlık dünyevi işlere dair hükümlerimiz ile, başka zaman, bütünüyle bambaşka zemin, şimdikilerine taban tabana zıt ihtiyaçların esasları üzerinden sonuç çıkartılmış hukuk kanunları ile medeniyet savaşları meydanında kazanan olmayı nasıl ümit edebiliriz? Mecelle-i Ahkam-ı Adliye ile Kod Napolyon’un karşı karşıya gelme ihtimali var mıdır?

Hazreti Peygamber’in çağında oklar, kalkanlar ile savaşılıyordu. Kumandanların özellikle şahsına ait iktidarları zaferi üstlenebilirdi. Harita, doğal fen bilimleri, seferberlik bilimi cenin hâlinde, balistik yok, uçak yok, torpil yok, telli, telsiz telgraflar yok, öyle savaşa giriliyordu ve “Bedr” gibi büyük azametli fetihler kolaylıkla gerçekleşiveriyordu.

Bugün aynı oklar ile, aynı kılınç ve kalkanlar ile tam o zamanda geçerliliği olan bilimsel yetkinlik ile Rusya’nın Avusturya’nın değil, Karadağ’ın bile karşısına çıkabilir miyiz?

Pekâlâ! Demek oluyor ki köhne savaş malzemeleri ile “Çad” kıyılarında cengaveraneye özgü yöntemlerle savaş mümkün değil. O hâlde nasıl oluyor da İslam ahalisi mükemmel kurallar ve yöntemle, mükemmel hükûmet ve cumhuriyetlere sahip ve bu şekilde yaşayan Avrupalıların karşısında köhne, tozlu, kabulü mümkün olmayan uygulama kural ve yöntemleriyle çıkarmaya reva görüyoruz? Bunun sonucu, bu büyük cinayetin ürünü bugün İslam ahalisinin Avrupa idaresine girmesi, âdeta hicredilmesi, elinin ayağının bağlanması olmuştur.

İSLAM HÜKÛMETİ

İslamiyet yalnız vicdana ait bir dinden ibaret değildir. İslamiyet bir din olduğu gibi aynı zamanda bir yönetim biçimi, bir hükûmettir. Bir topluluğu idare edebilmek için lazım gelen yöntem ve kuralların temeli, satır başları, kitap ve sünneti, karşılaştırma (kıyas) ve toplanma (icmâ’)yı da içerir. Hülasa İslamiyet denildiği gibi akıl ile yalnız bir takım inançlara değil, toplulukları ve her bireyi idare eden kanunların toplandığı bir bütündür. İslam cumhuriyetinin, medeni ve ceza kanunları hep din kuralları içerisindedir.

Bundan dolayı İslamiyet’in din kuralları bu özellikleriyle diğer din kurallarından farklıdır. Hristiyanlık ve Yahudilik köken belirleyiciliği itibarıyla sınırlandırılmıştır. Bugünkü hâliyle İslamiyet Hükûmeti hemen hemen tek kişi kalmayacak şekilde tükendiğinden, neredeyse tüm Müslümanların, ecnebilerin idarelerine dâhil olmalarına rağmen yine de Müslümanlar kişisel işlerinde “statu personal” yani kendi hukuklarına bağlı bulunmuşlardır.

İslamiyet’in din işlerinden ayrı konulardaki teorisi oldukça mühim, oldukça sağlam temeller üzerine dayanmaktadır. Eğer bu temeller bugüne kadar muhafaza edilse, o teori gereğince İslam Hükûmet anlayışıyla idare edilse İslam devletleri asla tükenmezdi. İslamiyet’in bu şekliyle sona erme sebeplerinden biri, hiç şüphe edilmesin, bu teorik kuralların terk edilerek unutulmuş bir hâlde bırakılmasıdır. Bundan dolayı İslam, gelecekte yeniden yükselmek için eski temellere, eski hükûmet kanunlarına dönmelidir. Bu geri dönüş değil, bir yeniden tamamlanma sürecini oluşturur.

Israrlı bir şekilde tekrar ederiz: İslam’ı felakete sürükleyen, kendi siyasetine dair bütün kuralların terk edilmesidir.

İslamiyet, kendisine yabancı, aykırı, zıt, muhalif bir zorba hayat yöntemlerini benimsediğinden, hükûmet olma yolunu da tüketmiştir. Hâlbuki şu son zamanlarda, gayrimüslim milletler, İslamiyet esaslarına yakın bir siyaset teşkilatlanmasını benimsediklerinden, yükselişe geçmişlerdir.

İslam hükûmetinin bir şarta bağlı ve bir esasîye bağlı parlamento idaresine dayanan hükûmet biçiminden farkı yoktur. Bu cumhuriyette despotluk, keyfi idare sistemi, kendi kafasına göre hüküm süremez.

Tefrika (ayrılma) zamanlarından beri meydana gelen ve dağılmalara sebep olan İslam hükûmetleri, üstünlüklerini korumak için, İslamiyet’in hür yöntemlerini bir tarafa bıraktıklarından, İslamiyet’in dinî işlerden ayrı olan heyetleri yok olmaya yüz tutmuştur. Zorba hükümdarlar zalim yöneticiler, eleştirici askerler, zorbalığın uygulanması için halkı işe karıştırmaz, onları serbest bırakmazlar. Hülasa, İslamiyet’in hükûmete dair olan hükümlerini uygulatmak istemezlerdi. Bunun sonucu olarak bir devletin maliye alanındaki refahı, geleceğine kefil olan İslami siyasal hükümleri unutuldu ve bu şekilde teşkilatlanmış devletler tükendi. Halk ise esarete mahkûm olduğundan İslam dünyasında gerileme emareleri göründü. Düşünsel hayat kalmadı. Amaçları uğruna içtihat kapıları kapattırıldı ve bugünkü duruma gelindi.

İslamiyet hükûmetinin temelleri, Mehmed Han’ın tahta çıkmasından sonra şeyhlik makamını elde eden Pirizade Sahib Bey merhumun resmî imzasıyla yayımlanan bir belgede yer almaktadır.

İslam bakış açısından, Genel hukuk (hukuk-ı amme) -droit public- bu önemli raporda tamamen açık bir şekilde anlatılmıştır. Pirizade’nin resmî ifadesinden de anlaşılacağı üzere İslamiyet, mutlakiyet idaresinin, teokrasi denilen ruhani saltanatın ya da ruhaniyet merkezinin sığınacağı son bir yer değildir. Düşmanların dedikleri gibi hükûmet, din fanatikliği gösteren bir kuruluşu meydana getirmez. “Tibet”teki “Lamaizm” gibi bu din, maneviyat ve maddiyatı birbirine karıştırmamıştır.

Maalesef, İslamiyet’i az inceleyen birtakım Avrupalı, Muhammedî din kuralları ve İslam hükûmet biçiminin temellerini insanlığın maddesel ve fikri evrimine engel olarak kabul ediyorlar. Din kuralları konusunda son derece uzlaşıyı gösteren resmî belgeler ve yeniliklere dayanarak iddia ederiz ki gelişime engel oluşturan İslamiyet değildir, İslamiyet’in unutulmuş olarak kalmasıdır. Gelişime engel olan İslamiyet değil, belki İslamiyet’i örten perdenin dahi açılmasının önünde engel olanlar, despot sultanlar ve zalim yöneticilerdir.

İslam’ın tarihi iyice incelenecek olursa İslamiyet’in başına gelen felaketin sebepleri arasında hep onun siyasal esaslarının uygulanmadığı görülecektir. Bundan dolayı meseleyi açarak ve ayrıştırarak açıklayalım: kabahat İslamiyet’te değil, İslamiyet’in ileri gelenlerindedir.

Şu siyasal temelleri birkaç cümle ile toparlamalıyız: Yeni meşruti hükûmette olduğu gibi aynı belgeye dayanarak sözleri idare ediyoruz. İslami hükûmette de genel kuvvetler üçtür: Halife, vezirleri ve rütbeli askerleri “kurtarma” ve “yerine getirme”ye memur eder: Yürütme gücü. Kadı ve kadı vekilleri (hâkim) adaletin uygulanmasına vekillik eder ki buna hüküm ve kadının hükmü deniyor: Adliye gücü. Fakihler ve bilim insanları “fetva”ya memurdurlar, bunların vazifesine kanun yapma ya da denetleme adı verilir; Denetleme ve kanun yapma gücü. Hazreti Muhammed’in şeriata dair olan emirlerine dayanarak kanun yapmak ancak emirlerin ilkinin onayıyla imal edilmiş kanunlar şekline girer. Bu yöntem, meşruti hükûmet biçiminde tamamen vardır.

Fransa ve İngiltere, bu yöntemleri seçerek kabul edebilmek için birçok kanlı ihtilaller, devrimler geçirmeye mecbur olmuşlardır. Hâlbuki İslamiyet’in kitap hâline getirilmesiyle beraber bu yöntemler derhâl temel alınmıştır.

Vaktiyle, Bianchi’nin[18 - Thomas- Xavier Bianchi (1783-1864), sözlük çalışmalarıyla tanınan ünlü Fransız Doğu bilimcisi. (ç.n.)] itirafı üzere, genel meclis, sadece devletin merkezi olarak kabul edilen bir şehrin ileri gelenlerinden oluşmaktaydı. Hâlbuki İslamiyet, siyasal özellikler içerisinde her Müslümanın hukukunu eşit kabul etmiştir.

İslamiyet, muazzam bir cumhuriyet teşkil eder. Üç kuvvet sayesinde ayağa kalkan cumhuriyetin lideri ve dinî önderi olarak bir halife bulunur.

Halife, Peygamber’e halef olan kişi olup, dünyaya ait işlerde onun makamında oturur ve onun kanun yapma gücünün gerektirdiği fetva yetkisine uygun, her sözüne, ayete gösterildiği gibi itaat edilendir. Bu halife ya da imam -ki Müslümanların reisi demektir- Fransa hükûmet reisi gibi sorumluluk dışı değildir. Birleşik Amerika hükûmeti reisi gibi sorumludur. Kutsal bir saflık söz konusu değildir. Mithat Paşa, Kanun-i Esasi’yi kitap hâline getirdiği zaman içinde bulunduğu meşguliyet sonucu olarak bu kutsallık sıfatını Fransızcadan tercüme ve aynen olduğu gibi bırakma hatasında bulunmuştur. Halife, despot değildir. Tek başına hükûmet işlerini idare edemez. Yüce Hakk’ın maddeselliği yoktur. Bianchi Hukuk-ı Amme-i Umumiyesi’nde “Hükümdar, hükûmetin yüceliğini ve heybetini şahsa ait bir sıfatla tanımladığından, heybetli bir yapıya sahiptir. Hüküm ve itibarından düşmüş bile olsa bu hakka sahiptir.” diyor. İslamiyet bu maddi tantana ve debdebelerin üzerinde bir yere sahip olduğundan bu hakkı tanımıyor. Eski dönem halifelerinin diğer Müslümanlardan farkı yoktu. Halifelik makamının sorumlu olduğu hukuk işleri ve cezaya dair maddesi şer’i din kuralları kitabında bulunmaktadır. Dinî önderlik bir seçim sonucunda ve biat olmak üzere bir zata yetki verilmesidir.

(Halifenin seçimine, ona edilecek biata ve ilk halifenin soy biçimine dair olan açıklamalar Fransızca Hukuk-ı Amme ve İslam isimli risalemizde ve Mâverdi’nin el-ahkamü’s-sultaniyyesinde[19 - Ebu Hasan Habib el-Mâverdi, Ahkam-ı Sultaniyye (ç.n.)] ayrıntılı açıklamalarla belirtildiği için burada tekrardan kaçınıldı.)

Halife seçimi, Müslümanlar için bir vazifedir. Bu, tam manasıyla Avrupa’da “zorunlu seçim” denilen yöntemden başka bir şey değildir. Sahip Kadı’nın vesikasında yazılmış olduğu üzere Kur’an istisnasız olarak Müslüman halkının hepsine hitap ettiğinden, herkes siyasal görevlerini yerine getirmekle mükelleftir. Eski Yunanistan’da ve Roma’da olduğu gibi özellikli meşguliyet ne olursa olsun her “citoyen” hükûmet işlerini görmek vazifesine sahiptir. Müslümanlıkta da herkes, herkesçe bilinen emir gereği ve münkirden nehy (kabir meleklerinden biri) ile memurdur. Avrupa’da her gün bir adım daha yaklaşan ‘suffrage universel’[20 - Suffrege universel: Genel ve eşit oy hakkı, evrensel oy hakkı: yetişkinliğe ulaşmış her bir vatandaşın oy kullanma hakkının devlet tarafından tanınması ve teminatı. (ç.n.)] seçimlerde geneli kapsayıcı yöntemden başka bir şey olmasa gerek. İslamiyet’te halkın, derece ya da sınıflandırılması söz konusu değildir. Eşitlik, kesinlik derecesinde uygulanır. Herkes, şeriatı korumak ve muhafaza etmekle görevlidir. Bundan dolayı bütün dünya tarafından onaylanmadığı sürece, bir kişi halife olamaz. Ahali tam bir hürriyet ile her türlü nüfuz etkisinden uzak bulunmak şartıyla seçimini yapar. Seçilen zat, kanunlar ve din kurallarına uygun işlerde bulunmaya ve yalnız kendi bildiği şekilde iş görmemeye mecburdur. Şeyhülislam’ın ifadesi gereğince iman sahibi halk da hükûmetinin icraatını takip etme ve denetlemekten sorumludur.

Nebi’nin hadisleri gereğince her Müslüman, millî saltanata ortak olduğundan hükûmetin icraatını despotça, gayrimeşru, din kurallarına aykırı ya da genel huzuru engellemeye yönelik şekilde görürse muhalefet etmek vazifesine sahiptir.

Sahib Bey merhum, vesikasında hulefâ-i raşidin (ilk dört halife) seçimlerindeki şekilden ve bunların yasallığından açık ve net bir açıklamadan sonra bununla birlikte İslam’ın musibetlere mahkûm olmasını bu yöntemlerden, doğru yoldan çıktığını ve çeşitli şekillerde bıkkınlık ile temsiliyetlerinin arttığına atıf ediyor ki yerden göğe kadar hakkı olduğu bilinmektedir. Merhum yazarın, bu söylenilenler hakkında “afakiye”den “objectif”e çıkıp söylenilenleri “enfise” “subjectif”te bulunuyor ve Sultan Muhammed Han-ı Hamis Hazretlerinin imamlığı açısından din kurallarına uygunluğunu gün yüzüne çıkarıyor.

Bundan dolayı İslam hükûmet biçimi, içeriği itibarıyla bir genel halk hükûmeti, demokrasidir. Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik kurallarını İslamiyye hükûmeti onun üzerine bina edilmiştir. Asalet farklılıkları, İslam açısından meçhuldür. İslamiyet’e dâhil olan bütün kavimler, İslam dinini kabul etmekle beraber tüm bu farklardan vazgeçmişlerdir. Özellikle kardeşlik, İslamiyet’in en temel kurallarından biridir.

İslamiyet’in ne kadar demokratik olduğunu konu etmeyi ve bu kitapta buna değinmeyi gerekli görmüyoruz. Kendi bildiğimiz bir şeyin uzatılmasına gerek yoktur. Kesinliği olana karşı kanıtların tekrar edilmesi kayıptır.

Yabancılara karşı, konunun bu yönlerinin açıklanması ve İslamiyet’in savunulması için yazılan ve yukarıda adı geçen Hukuk-ı Amme ve İslam’da bu konular açıklanmıştır.

Bu ifadelerden sonra İslam hükûmetlerinin biçim olmak üzere neden sona erdiğini biraz inceleyelim.

Eğer İslam hükûmeti siyasetin bu temellerine tabi olsaydı, hiç şüphesiz, bütün halk, İslam hükûmetine katılacaktı ve sonuçlanan seçim itibarıyla da İslam dünyasını idare edecek ve koruyacak kimseler de yetişecekti. İslam, halkın hükûmetin ortağı olmasını gerektiriyordu. Zalimler ve despot ileri gelenler ise hükmün uygulanması için bütün Müslümanların, barış yanlısı hükûmete katılımını tasvip edemezlerdi; onun için onların kurduğu hükûmetler, kendi şahsiyetlerine ya da hanedanlarına ait gibi bir şeydi. Bundan dolayı onların sona ermesiyle hükûmetlerin de ömrü bitti.

İslam hükûmeti kısım kısım ayrımları kabul etmez. Birden çok İslam hükûmeti olamaz. Kişisel ihtirasların araya girmesi, bölünmeyi gerektirir. Bölünmeler, her yerde olduğu gibi parçalanmayı gerektirir. Despotluk, İslamiyet’teki kardeşliğe imkân veremedi. Askerlerin artması grupların çoğalmasına, bunların serbestçe yeniden ortaya çıkıp hayat bularak düzensizliklere neden olmasına, çeşitli mezheplerin hataya düşmesine sebep oldu. Sonuç olarak Müslümanlar arasında muhabbet kalmadı. Bu muhabbet eksikliği, her cemiyeti, her hükûmeti mahvettiği gibi İslam hükûmetinin de sona erme çağına ulaşmasında gecikmedi. Örnekli açıklamalara girmeyelim. Büyük bölünmeden başlayarak İslamiyet tarihi incelenecek olursa üzülmemize neden olan hep bu açıkladığımız kuralların uygulanmasıyla karşılaşılacaktır.

Muaviye zamanından Abdülhamit’in saltanatı almasına kadar yeni işler ve olaylar eleştiri süzgecinden geçirilecek olursa hep aynı aykırılıkları karşımızda buluruz. Aynı aykırılık ise her yerde aynı felaketlerin gerçekleşmesine neden olmuştur.

Bölünme, ayrılma, kuvvetin ölçülmesi, asker ve devlet ileri gelenlerinin ihtirasları, hükümdarların birbirleriyle kavgaları, ortaya çıkarak baş göstermiş olan çeşitli mezhepler Endülüs’te bu derece ileriye giden “teknoloji”yi yani endüstri medeniyetini ve maddeselliği de mahvetmiştir. Bu kavgalar, düşmanların ekmeğine yağ sürmüş, İslam daimî surette kendini koruma ve karşılık verme mecburiyeti ve vazifesinde bulunmuştur. Büyük bir anarşiye mahkûm kalan Müslümanlar her yerden kovulmuş, her yerde hakaretlere maruz kalmış, kuvvetsiz, dermansız kalmış ve zorunlu olarak geride kalma, cehalet, yobazlık olanca kuvvetiyle yıkıcılığına devam etmiştir.

Bu maddi perişanlık, İslam’da maneviyatı da ruhaniliği de berbat etmiştir. âdeta İslam’ın iradesini sarsacak etkide bulunmuştur. Kendisine tabiiyeti olanların kin ve nefreti, kabul ettikleri siyasal idari yöntemler ise İslam ahalisinin umudunu kaybetmesine, eksilmeye, kabiliyetsiz bir hâlde yaşamasına neden oluyor. Fakat bu musibetlerin dışında teşekkürü hak eden bir yönü varsa o da İslam din kurallarına olan bağlılıklarını kaybetmemiş, başka bir özü kabul ederek dinden yüz çevirmemeleridir. Onun için böyle muazzam unsurların uyarısı zannedildiği kadar zorlayıcı bir iş değildir; hele asla yeri değildir. Bir elektrik akımı, İslamiyet’in temellerini tekrar Müslüman’ın hayat cevherine üfleyerek öyle büyük bir kuvveti meydana getirir ki bunun karşısında durmak mümkün olamaz.

Sonuç olarak sanayi ve hakiki medeniyetin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının kapatılması, İslam hükûmet esaslarının unutulması gerilemeyi doğuran sebeplerdendir. Gerilemeyi durdurmanın yolu ise endüstri ve hakiki medeniyetlerin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının yeniden açılması ve siyasal İslam hükûmet temellerine dönmektir.

MÜSLÜMANLARIN ŞİMDİKİ DURUMU

ARAPLAR

Arap hükûmetinin fiilen bitiminden sonra Araplar, her tabiiyete dâhil olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri de Arap milletini yetiştirmeye yönelik hareketlerde bulunmamıştır. Araplar arasında da yakın zamana kadar bir uyanış ortaya çıkmamıştır. Zavallı Arap evlatları çeşitli tabiiyetler, hükûmetler altında karakterini bir miktar bozmuş, medeniyetini, geçmişteki güç ve azametini unutmuş, olduğu gibi kalmıştır. Hükûmetlerin İslami esasların yolundan ayrılmaları, Arapları despotluklara boyun eğmeye alıştırmıştı. Zorba bir hükûmetin tabiiyetinde olmalarından dolayı huy ve karakter itibarıyla mertliklerini muhafaza edememeleri doğal olduğundan, Araplar da yozlaşmaya yüz tutmuş, bozulmuşlar ve biraz da kötü huylar ortaya çıkarmışlardır.

Bu durumlarda dahi Araplar hiçbir zaman milliyetlerini terk edecek bir vaziyette bulunmamışlardır. Araplıktan bugün çıkmış bir fert yoktur. Aksine Araplar hükûmet meydana getirmedikleri hâlde, çevresindeki kavimleri Araplaştırmak gibi bir benzeşim örneği gösteriyorlar. Arap memleketlerine giden, lisanı ne olursa olsun, Arapça öğreniyor. Hâlbuki Türk memleketlerine gelenler aramızda yirmi otuz sene kaldıkları hâlde yirmi otuz Türkçe kelime öğrenemiyorlar.

Arap milletinin geçmişteki görkemi hâlâ psikolojik etkisini gösteriyor. Araplık, Müslümanlık gibi silinmez bir renktir. Arapların faziletli üstünlükleri henüz mevcuttur. Dünyanın her yerinde Araplar, şimdi de nüfuzlarını icra ediyorlar. İslamiyet’in Araplara oldukça büyük faydası dokunmuştur.. Bir Arap, İslam dünyasının her neresinde olursa olsun Şerif ve Seyyid farz olunur. Arap lisanının İslamiyet’in bir bakıma resmî lisanı gibi bulunması Arap milletinin de yararına olmuştur. Bu suretle Araplık, Türklüğe de, Acemliğe de Hindliliğe ve benzerlerine etki etmiştir. Her Müslüman biraz da Araptır. Fransızca ve Fransızlık, İtalyanca ve İtalyanlık ve geri kalanları da ona kıyas et, Latince ve Romalılık içinde boğulduğu gibi birbirinden farklı İslam toplulukları Arapça ve Araplık içine dalmışlardır.

Çeşitli İslam topluluklarının öğretim dilinin temeli Arapça’dır. Her çeşit öğretimde de temel Kur’an’dır. Bundan başka Arapça’nın gayet tatlılıkla, fevkalade ahenk barındıran, âdeta matematiksel bir lisan olması, edebiyat tarihinin önemi onun kudretini pek büyütmüştür.

Üzülerek belirtmek gerekir ki bugün, Arapçaya yeteri kadar önem verilmemektedir. Özellikle Osmanlı hükûmetinin ihmali hiçbir surette affolunamaz. Türkçe İslam dünyasının siyasal lisanı ise Arapça da dinî lisanıdır. Ve bu değeri nedeniyle bu lisanların durumu hilafet makamı ve saltanatın himayesinde özellikle korumalıdır.

Gerek Türkçe, gerek Arapça resmî bir biçimde korunmaya muhtaçtır. Şimdi okullarımızdaki duruma göre Arapçanın öğrenimi zorunlu olsa da yöntemlerin fenalığı, öğretmenlerin yetersizliği sonucu bu derslerden hiçbir sonuç elde edilemiyor. Kezalik medreselerde yirmi sene diz çökmüş, dirsek çürüterek eğitim gören bilim öğrencileri dört satır Arapça yazamıyor. İslamiyet rengimizin korunması için zaman kaybetmeden Arapçayı bilimsel bir şekilde öğrenmeliyiz. Arapça her Müslüman’ın hayatının genelinde kullandığı dili olduğundan onun öğrenimine gerektiği kadar önem vermeye de sorumludur. Kendimizi Arapça’dan, Arap dünyasından soyutlanmış olduğumuzu kabullenmek hatasına düşmemeliyiz. Ancak Arapçanın genelleştirilmiş bir hâle getirilmesiyle Müslümanlar birbirine daha çok yaklaşacaklardır. İslam kardeşliği, ancak bir lisanın kardeşler arasında konuşulması ile ortaya çıkacaktır.