Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 11
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Jean Valjean ise ona nazaran sanki karanlık bir gölge gibiydi; elinde tuttuğu demir nesneyle, bu ilahi ışık saçan adamdan korkarak hareketsizce duruyordu. Bugüne kadar hiç böylesini görmemişti. Onu asıl korkutan bu güven duygusuydu. Karşısında insanüstü bir manzara vardı; o tam anlamıyla kötülüğün eşiğine gelmiş bir canavar, yaşlı adam ise vicdanına güvenerek huzurla uyuyan bir adalet timsali.

Öylesine yüce bir kişilikti ki bu karşısındaki yaşlı adam, evinde eski bir kürek mahkûmunu misafir ediyor olmasına rağmen gayet derin bir uykuya dalabiliyordu.

İçinden geçenleri bırakın kendisine, hiç kimseye anlatabilecek durumda değildi. Bu yatağın başında cesaret ve saflık ile zorbalık karşı karşıya kalmıştı. Adamın yüzünden bile hiçbir şeyi kesin olarak ayırt edebilmek mümkün değildi. Bir tür bitkin şaşkınlıktı yaşadığı. Sadece ona bakarak öylece kalakalmıştı. Peki ama gerçek düşünceleri nelerdi? Burada tam anlamıyla ilahi bir durum söz konusuydu. Kesin olan tek şey ise bu adamın varlığının onu fazlasıyla etkilediğiydi. Ne tür duygular yaşadığını bile adlandırabilecek durumda değildi.

Gözünü bir an olsun yaşlı adamdan ayıramıyordu. Tavrından ve ahvali ruhiyesinden çıkarılabilecek tek şey, garip bir kararsızlıktı. İki uçurumun arasında kalmıştı. İnsanın içinde kendini kaybettiği ve yine kurtardığı, bir nevi araftaki uçurum arasında tereddüt ettiği söylenebilirdi. O anda karşısında duran bu ilahi adamın, aynı anda hem kafasını ezmeye hem de elini öpmeye hazır görünüyordu.

Birkaç dakika sonra sol kolu yavaşça alnına doğru kalktı ve şapkasını çıkardı, sonra yine aynı düşünce ile kolu geri düştü. Jean Valjean bir kez daha düşünmeye başladı. Şapkası sol elinde, sopası sağ elinde, darmadağın saçları başının etrafına dağılmış, öylece düşüncelere daldı.

Piskopos, bu korkunç bakışın altında derin bir huzur içinde uyumaya devam ediyordu.

Ayın parıltısı, kollarını her ikisine de uzatıyormuş gibi görünen baca parçasının üzerindeki haçı; biri için kutsama, diğeri için af ile karışık bir şekilde görünür kıldı.

Jean Valjean o anda kendine gelerek şapkasını başına geçirdi, sonra Piskopos’a bakmadan yatağın yanından hızla geçerek dosdoğru onun başucundaki dolaba yürüdü. Sanki kilidi zorlamak zorunda kalacakmış gibi düşünerek elindeki nesneyi kaldırdı, anahtarın üzerinde olduğunu görerek kapağı açtı; karşısına çıkan ilk şey, gümüş eşya sepeti oldu. İçindekileri hızla kaptı, hiçbir önlem almaya gerek duymadan ve gürültü çıkıp çıkmayacağını umursamadan odayı uzun adımlarla arşınladı. Kapıya ulaşarak doğrudan kendi odasına yürüdü, sopasını ve tüm eşyalarını alarak açtığı pencerenin pervazından atlayıp bahçeye geçti. Bir kaplan gibi bahçe duvarını aşarak var gücüyle oradan kaçtı.

XII

Piskopos Çalışmaları

Ertesi sabah gün doğarken Monsenyör Bienvenu, bahçesinde geziniyordu. Madam Magloire tam bir şaşkınlık içerisinde ona doğru koştu.

“Monsenyör, Monsenyör!” diye bağırdı. “Saygıdeğer Piskopos, gümüş sepetin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye haykırdı.

“Evet.” diye yanıtladı Piskopos, sakince.

“Yüce İsa bizi kutsasın!” diye devam etti yakınmaya yaşlı kadın. “Onlara ne olduğunu bilmiyorum, yerinde yok.”

Piskopos, ayağının ucuyla çiçek tarhının içindeki sepeti işaret ederek Madam Magloire’a gösterdi.

“İşte burada.”

“Ama!..” dedi kadın şaşkınlıkla. “Bunun içinde hiçbir şey yok! Peki, gümüşlere ne oldu?”

“Ah!..” dedi Piskopos. “Sizi bu kadar endişelendiren gümüşlere ne olduğu mu olmalı? Ama ben onların nerede olduğunu bilmiyorum.”

“Tanrı’m, yüce Tanrı’m! Çalınmış! Dün gece burada kalan o adam, onları çalmış olmalı.”

Göz açıp kapayıncaya kadar Madam Magloire, yaşlı adamın yatak odasının arkasındaki girintiye koşup misafiri kontrol ederek yeniden Piskopos’un yanına dönmüştü. Bu sırada Piskopos eğilmiş; sepetin üzerine düşmüş olan, kırılan çiçeklerinden birkaçını iç çekerek inceliyordu. Madam Magloire’ın çığlığıyla ayağa kalktı.

“Monsenyör, adam yok! Gümüşleri de çalıp gitmiş!”

Bu haykırışın ardından gözleri köşedeki pul pul dökülmüş, ayak izlerinin olduğu bahçe duvarına takıldı. Duvarın kenar pervazı kırılmıştı.

“Bakın! İşte, oradan kaçıp gitmiş. Duvardan atlayıp kaçmış. Ah Tanrı’m, ne korkunç bir durum! Gümüşlerimizi çalmış!”

Piskopos bir an sessiz kaldı, sonra ciddi bir tavırla gözlerini kaldırarak Madam Magloire’a nazikçe şöyle dedi:

“Peki, her şeyi bir kenara bırakalım, o gümüş eşyalar gerçekten bizim miydi?”

Madam Magloire’ın resmen dili tutulmuştu. Başka bir sessizlik anı yaşandı, sonra Piskopos yine konuşmaya devam etti:

“Madam Magloire, uzun zamandır o gümüşleri kullanıyor olmamız haksızlıktı. Onlar zaten fakirlere aitti. O adam kimdi? O da zavallı, yoksul bir adamdı.”

“Yüce Tanrı’m!” diye haykırdı bir kez daha Madam Magloire. “Ben ne kendimi ne de kız kardeşinizi düşünüyorum. Bizim için fark etmez. Ama Monsenyör, siz onları seviyordunuz, şimdi nasıl yemek yiyeceksiniz?”

Piskopos büyük bir şaşkınlıkla ona baktı.

“Ah, hadi ama. Kalaylı çatal kaşık diye bir şey yok mu?”

Madam Magloire mutsuzca omuzlarını silkti.

“Kalay çok kötü kokar.”

“O zaman biz de demir çatal ve kaşıklar kullanırız.”

Madam Magloire imalı bir tavırla yüzünü buruşturdu.

“Demirin de kötü bir tadı vardır.”

“Pekâlâ.” dedi Piskopos. “Tahta olanları kullanırız biz de.”

Birkaç dakika sonra, Jean Valjean’ın önceki akşam oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu, kahvaltısını yaparken hiçbir şey söylemeyen kız kardeşine ve ağzının içinde sürekli homurdanmaya devam eden Madam Magloire’a bakarak neşeyle şunları söyledi: “Bir tas sütün içine bir parça ekmek batırmak için gerçekten de ister gümüş olsun isterse tahta, ne çatala ne de kaşığa ihtiyaç var.”

Bu duruma artık daha fazla dayanamayan Madam Magloire, nihayet kendisini tutamayarak patladı: “Gerçekten çok güzel bir fikirdi.” dedi kendi kendine homurdanarak. “Böyle bir adamı eve almak gerçekten iyi bir fikirdi! Bir de onu kendinize en yakın konuma yerleştirdiniz! Siz onu misafir ettiniz, peki o ne yaptı? Hırsızlıktan başka hiçbir şey! Ne şans ama! Ah, yüce Tanrı’m! Bunları düşünmek bile insanı ürpertiyor!”

Ağabey ve kız kardeş tam masadan kalkmak üzereyken kapı çaldı.

“Girin.” dedi Piskopos sakince.

Kapı açıldı ve üç jandarmanın yaka paça yakaladığı Jean Valjean içeri girdi.

Grubun komutanı gibi görünen başka bir jandarma kapının yanında duruyordu. En son içeri o girdi ve askerî bir selam vererek Piskopos’a doğru ilerledi.

“Monsenyör.” dedi.

Bu söz üzerine, morali bozuk ve bunalıma girmiş görünen Jean Valjean, şaşkın bir tavırla başını kaldırdı.

“Yüce Tanrı’m, sadece bir papaz değil Monsenyör’müş.” diye mırıldandı kendi kendine.

“Sus!” diye emretti jandarma. “O, Monsenyör Piskopos’tur.”

Bu arada, Monsenyör Bienvenu yaşının izin verdiği ölçüde hızlı davranmaya çalışarak Jean Valjean’a doğru ilerledi.

“Ah! İşte buradasınız!” diye haykırdı neşeyle Jean Valjean’a bakarak. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Çünkü giderken almayı unuttuğunuz şeyler var burada, size gümüşlerle birlikte karşılığında iki yüz frank daha alabileceğiniz şamdanları da almanızı söylemiştim. Neden onları da yanınıza almadınız?”

Jean Valjean gözlerini kocaman açarak Saygıdeğer Piskopos’a hiçbir insan dilinin açıklayamayacağı bir ifadeyle baktı.

“Monsenyör.” dedi jandarma komutanı. “O zaman bu adamın bize söyledikleri doğru mu? Gece karanlığında kaçar gibi koşarak gittiğini görünce konuyu araştırmak için onu yakalamıştık. Bu gümüşleri bulduk…”

“Ve size…” diyerek araya girdi Piskopos gülümseyerek. “Geceyi birlikte geçirdiği yaşlı bir papazın onları verdiğini mi söyledi? Durumun nasıl göründüğünün farkındayım. Ve siz de onu alıp buraya getirdiniz öyle mi? Bu, büyük bir hata!”

“Bu durumda…” diye kekeledi komutan. “Gitmesine izin mi vermeliyiz?”

“Elbette.” diye yanıtladı Piskopos.

Böylece jandarmalar Jean Valjean’ı serbest bıraktı.

“Serbest bırakıldığım doğru mu?” dedi, neredeyse anlaşılmaz bir sesle ve sanki uykusunda konuşuyormuş gibi.

“Evet, serbestsin, anlamıyor musun?” dedi jandarmalardan biri öfkeyle.

“Dostum.” diye konuşmaya devam etti Piskopos. “Gitmeden önce, işte şamdanlarınız. Alın onları da.”

Şöminenin üzerindeki iki şamdanı aldı ve Jean Valjean’a uzattı. İki kadın hiçbir şey söylemeden, hiçbir tepki göstermeden, Piskopos’u mahcup edebilecek hiçbir bakışta dahi bulunmadan olup biteni seyrediyordu.

Jean Valjean’ın bütün bedeni titriyordu. İki şamdanı mekanik hareketlerle ve uyuşmuş hâlde aldı.

“Şimdi.” dedi Piskopos. “Huzur içinde gidebilirsiniz. Bu arada, gelirken buraya bahçeden girmenize de gerek yok. Sokak kapımız her daim misafirlerimize açıktır. O kapı ne gündüz ne de gece üzerindeki o mandal haricinde başka hiçbir şeyle kapatılmaz.”

Sonra jandarmaya dönerek: “Sizler gidebilirsiniz beyler.” dedi. Böylece jandarmalar evden ayrıldı. Jean Valjean düşmüş olduğu durumdan dolayı neredeyse bayılmak üzereydi. Piskopos ona doğru yaklaştı ve alçak sesle şöyle dedi:

“Bu parayı dürüst bir adam olmak için kullanacağınıza söz verdiğinizi asla unutmayın.”

Söz verdiğine dair hiçbir şey hatırlamayan Jean Valjean’ın dili tutulmuştu. Piskopos bunları söylerken kelimeleri özellikle vurgulamıştı. Ciddiyetle konuşmasına devam etti:

“Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlık ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.”

XIII

Küçük Gervais

Jean Valjean, o gün kaçarcasına kasabayı terk etti. Fark etmeden ayakları geri gidiyor olsa da önüne çıkan her türlü yolda hızlıca ilerledi. Bütün sabah boyunca hiçbir şey yememiş olmasına rağmen hiç açlık hissetmeden öylece dolaşmaya devam etti. Duyguları yine karışmıştı. İçinden yükselen korkunç bir öfkenin bilincindeydi ancak bu öfkenin kime karşı olduğunu kestiremiyordu. Piskopos’un gerçek anlamda onun vicdanına dokunduğu inkâr edilemezdi. Karşılaştığı ve yaşamının son yirmi yılında edindiği kötülük duygusuna karşı, bugün yaşamış olduğu bu anlar, onun kalbini yumuşatmış olabilir miydi? Bu ruh hâli onu fazlasıyla yormuştu. Dehşetle, talihsizliğin yarattığı adaletsizliğin ona verdiği ürkütücü sükûnetin içinde kaybolmak üzere olduğunu algıladı. Nasıl davranması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu. Bu belirsizlik onu şaşırttığından jandarmaların onu tutuklamış olmalarını diliyordu, böylece en azından bu tür karmaşık duyguları yaşamamış olacaktı.

Mevsim kabul edilebilir ölçüde ilerlemiş olsa da şurada burada bulunan çit sıralarında hâlâ geç kalmış birkaç çiçek vardı. Yürüyüşü sırasında içinden geçerken kokuları ona çocukluğunun anılarını hatırlatıyordu. Bu anılar onun için dayanılmazdı, aklına gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Bütün gün boyunca böyle biçare hâlde, dile getirmediği düşüncelerin arasında boğuldu.

Çakıl taşları ve toprağın üzerine uzun gölgelerin düştüğü akşam saatine doğru Jean Valjean, yorgunluktan bir çalının arkasına sinerek ıssız ovanın ortasında bir yere oturdu. Ufukta görebildiği Alplerden başka hiçbir şey yoktu. Uzaklarda bir köye dair bir emare bile bulunmuyordu. Jean Valjean, Digne kasabasından üç fersah uzakta olabilirdi. Birkaç adım ötesinde ovayı kesen bir patika, çalılıkların arkasından uzanıyordu. O, bütün o duygu karmaşasının arasında düşüncelere daldığı sırada, neşeli bir sesle birisinin şarkı söylediğini duydu.

Başını çevirip baktığında bunun on yaşlarında küçük bir çocuk olduğunu gördü. Savoyardlı çocukların söylediği türden bir çocuk şarkısını söylüyordu. Pantolonunda delikler olan, sefil görünümlü ancak yine de neşeli ve kibar çocuklardan biriydi.

Çocuk durmadan aynı şarkıyı tekrar ediyor, bu sırada yürümeyi bırakıyor ve elindeki muhtemelen bütün serveti olan birkaç bozuk parayla oynuyordu. Bu paranın arasında bir de kırk sent olduğunu fark etti.

Jean Valjean’ın orada olduğunun farkında olmayan çocuk, çalılıkların yanında durdu ve o zamana kadar büyük bir hünerle avucunun içinde oynadığı bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırlattı. Bu sefer bozuk paraların arasından kırk sent elinden düşerek Jean Valjean’a ulaşana kadar çalılıklara doğru yuvarlandı.

Jean Valjean hemen ayağını o paranın üzerine koydu. Bu sırada kaybettiği parasını arayan çocuk, onu fark etti. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden ona doğru yürüdü. Bulundukları yerde tamamen yalnızlardı, göz alabildiğine ovada ya da patikada kimsecikler yoktu. Tek ses, göklerin uçsuz bucaksız yüksekliğinde uçan bir kuş sürüsünün minik, cılız çığlıklarıydı. Çocuğu olduğundan daha da güzel gösteren akşam güneşi, Jean Valjean’ı büsbütün korkunçlaştırıyor; ortaya garip bir çiftin çıkmasına neden oluyordu.

“Efendim.” dedi küçük çocuk, saf cehalet ve masumiyetten oluşan o çocuksu güvenle. “Param?”

“Adın ne senin?” dedi Jean Valjean.

“Küçük Gervais, efendim.”

“Git buradan.” dedi Jean Valjean.

“Efendim.” dedi çocuk tekrar. “Paramı geri verin.”

Jean Valjean başını önüne eğdi ve cevap vermedi.

Çocuk tekrar: “Param efendim.” dedi.

Jean Valjean’ın gözleri yere sabitlenmişti. “Param, azıcık param!” diye ağladı çocuk. “Bir parçacık gümüş param!”

Jean Valjean sanki onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu. Çocuk onu hırkasından yakalayarak sarstı. Aynı zamanda, Jean Valjean’ın parasının üzerine koymuş olduğu demir ökçeli ayakkabısını kaldırmaya çalışıyordu.

“Paramı istiyorum, bana kırk sentimi geri ver!”

Çocuk ağlamaya başladığında Jean Valjean, başını kaldırdı. Hâlâ olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Kederli gözleriyle çocuğu süzdü. Sonra elini sopasına attı ve korkunç bir sesle: “Kimsin sen?” diye bağırdı.

“Benim, efendim.” diye yanıtladı çocuk. “Küçük Gervais! Benim! Bana kırk sentimi geri vermenizi istiyorum! Lütfen ayağınızı çekin, efendim!”

Bir süre sonra, çocuk olmasına rağmen öfkelendi ve onu korkutmak istermiş gibi üzerine yürüyerek bağırmaya başladı:

“Haydi ama ayağını çeker misin? Çek şu ayağını yoksa kötü olacak!”

“Ah! Sen hâlâ burada mısın?” dedi Jean Valjean ve birden hâlâ ayağı paranın üzerindeyken doğruldu ve ekledi: “Gelip kendin almak ister misin?”

İri yarı adamın birden karşısında dikildiğini gören çocuk, korkudan titremeye başlamış ve birkaç dakikalık sersemlikten sonra, ağlamaya bile cesaret edemeden arkasını dönüp kaçmıştı.

Nefesi kesilene kadar ağlayıp koşmayı sürdürdü, sonrasında arkasına baktı ve ağlamaya devam etti. Jean Valjean düşmüş olduğu düşüncelerin arasından onun hıçkırıklarını duyabiliyordu. Birkaç dakika sonra çocuk ortadan kayboldu. Güneş, artık enikonu batmıştı.

Gecenin karanlık gölgeleri yavaş yavaş Jean Valjean’ın etrafına çöküyordu. Bütün gün hiçbir şey yememiş, ayrıca üşümeye de başlamıştı.

Olduğu yerde dikilip kalmış, gözleri bir şişe kırığının üzerinde öylece duruyordu. Derin ve uzun bir nefes alarak gerindi. Dikkatle etrafını inceledi. Bir anda titremeye başladı, akşam soğuğunu daha yeni yeni hissediyordu.

Şapkasını sıkıca başına yerleştirdi, uyuşmuş hareketlerle hırkasının düğmelerini iliklemeye çalıştı. Bir adım ilerledi ve sopasını almak için durdu. O anda ayağını kaldırınca yerdeki toprağa gömülü o gümüş bozuk parayı gördü. Bir anda şaşkınlıkla irkildi. “Bu da ne?” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Üç adım geriledi, bakışlarını ayağının bastığı noktadan bir anlığına dahi ayırmadan sanki karanlıkta parlayan şey üzerine perçinlenmiş açık bir gözmüş gibi, şok içerisinde ona bakarak olduğu yerde donup kaldı.

Birkaç dakika sonra kıvranarak gümüş sikkeye doğru fırladı. Küçük çocuğun elinden zorla almış olduğu bu gümüş para, sanki ona belli bir işaret veriyormuş gibiydi. Eğilip parayı yerden aldı. Saklanacak bir yer ararmış gibi çevresindeki dümdüz boşluğa baktı, gözlerini ufkun tüm noktalarında gezdirdi. Orada, sığınak arayan korkmuş bir vahşi hayvan gibi dimdik durarak titriyordu.

Hiçbir şey göremedi. Karanlık bastırıyordu, içinde garip duyguların korkunç karmaşası yaşanmaktaydı. İnledi, bir anda aklı başına gelmişti.

“Ah!” diye hayıflandı ve hızla çocuğun kaybolduğu yöne doğru yola koyuldu. Otuz adım kadar sonra durdu, etrafına baktı ama kimseyi göremedi. Sonra tüm gücüyle bağırdı:

“Küçük Gervais! Küçük Gervais!” Durdu ve bekledi. Cevap yoktu. Etrafında sadece koyu bir karanlık ve sessizlik hâkimdi. Bakışlarının kaybolduğu bir karanlıktan ve sesini yutan korkunç bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.

Buz gibi bir kuzey rüzgârı esiyor, rüzgârın etkisinden eğilip bükülen ağaçlarda kendi iç âlemini görüyordu. Ağaçların ince dalları; kovalanan suçlulara, ezilmiş insanlara benziyordu. Ürktü onlardan, adımlarını sıklaştırdı. Sonra koşmaya başladı. Zaman zaman duruyor, çevresindeki sessizliği yırtan garip bir sesle “Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırıyordu.

Elbette, çocuk onun bu korkunç sesini duymuş olsaydı paniğe kapılır ve kendisini ona göstermemek için mümkün olduğunca gizlenirdi. Ancak çoktan oralardan uzaklaşmıştı.

At sırtında ilerleyen bir rahip gördü, ona doğru giderek şöyle dedi: “Rahip efendi, buradan geçen bir çocuk gördünüz mü?”

“Hayır.” dedi, rahip.

“Küçük Gervais adında biri.”

“Ben kimseyi görmedim.”

Cüzdanından iki adet beş frank çıkararak rahibe verdi. “Rahip efendi, bunu yoksullarınıza dağıtın. Rahip efendi, o küçük bir çocuktu, yaklaşık on yaşlarında. Sanırım elinde bir torba vardı, bir düşünseniz, onu gerçekten görmediniz mi?”

“Görmedim.”

“Küçük Gervais? Buraya yakın köylerden birinde yaşıyor olmalı. Onu tanıyor musunuz?”

“Belki de yabancı biridir, dostum. Tanımıyorum böyle birini. Buralardan gelip geçen biri olmalı. Onlar hakkında hiçbir şey bilmeyiz.”

Bunun üzerine çılgınca ekledi Jean Valjean: “Rahip efendi, beni tutuklayın. Ben bir hırsızım.” dedi. Rahip, atını mahmuzladı ve telaşlı bir biçimde oradan kaçıp uzaklaştı. Jean Valjean ilk gittiği yöne doğru koşmaya devam etti. Etrafına bakıyor, ara sıra küçük çocuğun adını bağırarak ilerlemeye devam ediyordu. Kimi gölgeleri insanlara benzeterek ümitleniyor, sonra yeniden kedere kapılıyordu. Sonunda bir üç yol ağzına gelerek durdu. Ay, dümdüz ovayı aydınlatıyordu. Bakışlarını uzaklara yönlendirdi ve “Küçük Gervais! Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırdı. Çığlığı sisin içinde hiçbir yankı dahi bulmadan yitip gitti. Bir kez daha “Küçük Gervais!” diye mırıldandı ama bu sefer zayıf ve neredeyse anlaşılmaz bir sesle… Bu onun son çabasıydı; sanki görünmez bir güç, kötü vicdanının ağırlığı, onu birdenbire ezmeye başlamıştı. Bacaklarında takat kalmadığını hissetti, yorgunluktan büyük bir taşın üzerinde yığıldı. Yumrukları başının üzerinde, yüzü dizlerine kapanmış: “Ben bir zavallıyım!” diye haykırdı.

Ve sonunda, yüreği daha fazla bu yaşananlara dayanamadığından ağlamaya başladı. On dokuz yıldan bu yana ilk kez ağlıyordu.

Jean Valjean, onu Piskopos’un evinden ayrıldığında gördüğümüz gibi, o ana kadar düşündüğü her şeyden uzaklaştı. İçinde olup bitenlere teslim olamazdı. O, kötü bir adam olmak istiyordu. “Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlıktan ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.” Yaşlı adamın meleksi hareketlerine ve nazik sözlerine karşı bile kendisini hissizleştirmişti.

Durmadan yaşlı adamın bu sözleri aklına geliyordu. Bu yüce iyiliğe, içimizdeki kötülüğün kalesi olan gurura karşı çıkıyordu. O din adamının onu affetmesinin, içindeki iyilik duygularını harekete geçiren en büyük ve en çetin saldırı olduğunun belli belirsiz bilincindeydi; bu merhamet duygusuna direnmeyecek olursa içindeki bütün kötülüklerin sona ereceğini biliyordu. Eğer şimdi buna boyun eğecek olursa bunca yıl boyunca diğer insanların eylemlerinden dolayı vicdanını dolduran öfke ve nefretten vazgeçmek zorunda kalacaktı. Onu fetheden iyilik duygusu yüzünden kötü kalamayacaktı ama o, kötü bir adam olmak istiyordu. İşte o anda, onun kötülüğü ile vicdanının derinliklerindeki asıl Jean Valjean’ın iyi yüreği arasında muazzam ve nihai bir mücadele başlamış oldu.

Bu aydınlanmanın sarhoşluğuyla yoluna devam etti. Bitkin gözlerle yürümeye devam ederken Digne kasabasında yaşamış olduğu maceranın acaba ne gibi sonuçlar doğuracağının farkında mıydı? Yaşamın belirli anlarında vicdanı uyaran ya da zorlayan tüm o gizemli mırıltıları anlayabiliyor muydu? Sersem gibi olmuştu, beyni zihnindeki büyük kavgadan uğulduyordu, artık onun için bir orta yol kalmamıştı. İçinden bir ses, sağduyusu olmalıydı, iyi yürekli olma zamanının geldiğini, aksi hâlde deyim yerindeyse sefillerin en sefili olarak öleceğini söylüyordu. İyi yürekli bir melek mi yoksa kötü biri olarak kalıp canavar olmak mı istiyordu, karar vermeliydi.

Burada yine bir şeyi sorgulamamız gerekiyor, o da Jean Valjean’ın iç dünyasında olup bitenleri nasıl bir gözle gördüğünü. Talihsizlikler, elbette ki daha önce de söylediğimiz üzere zekâsı gelişmiş kişilerin önemli sonuçlar elde etmesini sağlayabilirdi. Jean Valjean’ın ise burada belirttiğimiz her şeyi çözebilecek durumda olup olmadığı şüpheliydi. O sadece bu duyguların etkisi altında kalabilirdi ve bu etkilerin ona gerçek anlamda acı verdiği de doğruydu. Piskopos, onu mahkûmiyet denen o karanlık ve biçimsiz durumdan çıkarırken vicdanına dokunarak şaşkına çevirmişti. O ise bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışıyor, kurtulmayı başaramadıkça da öfkeleniyor, huysuzlaşıyor, iyiliğin varlığını kabullenmek istemiyordu. İyilik, saflık ve ışık dolu bir yaşamın parlaklığı onun titremesine ve korkmasına neden oluyordu. Artık bu dünyada tam olarak nerede olduğunu kestiremiyordu. Güneşin doğuşunu ansızın gören bir baykuş gibi, mahkûmun gözleri de kamaşmış ve âdeta erdemle kör olmuştu.

Kesin olarak bildiği tek şey, şüphe duymadığı tek şey, artık aynı adam olmadığıydı. Bu kadar kısa süre içerisinde nasıl da böylesine değişebilmişti? Piskopos, bunu hiç dillendirmemiş olmasına rağmen yegâne sebebiydi, bunu kesinlikle biliyordu. İşte bu duyguların etkisi altında kalarak bu etkiden kurtulabilmek için Küçük Gervais’nin parasını çalmıştı. Neye yaramıştı? Bunu kesinlikle açıklayamıyor, büyük bir pişmanlık yaşıyordu. İçindeki kötülük dürtülerinin etkisiyle kazanmış olduğu güç duygusu onu mutlu etmiyordu. Basitçe şunu söyleyebilirdik ki o anda o parayı çalan aslında Jean Valjean değil; onu kuşatan kötülük duygularıyla hareket eden, şimdiye kadar duyulmamış düşüncelerin arasında mücadele ederken alışkanlık ve içgüdüleriyle bu paraya el koyan, içindeki canavardı.

İşte bu duyguların pişmanlığı sonucunda yeniden kendine geldiğinde yaptığı hareketin korkunçluğunu idrak ederek büyük bir vicdan azabı yaşamıştı Jean Valjean. Bu nedenle, öylesine korku dolu bir iniltiyle geri çekilmişti. O çocuğun parasını çalarak ne kadar kötü olduğunu, vicdanının ne kadar taşlaşmış olduğunu kanıtlamak istemişti ama artık anlıyordu ki direnmesi nafileydi, onun yüreği değişmişti.

Her ne olursa olsun, yapmış olduğu bu son şeytani eylemin etkisi üzerinde büyük izler bırakmıştı. Zihninde taşıdığı o büyük kaosu birdenbire darmadağın etmiş, yüreğinin bir tarafına karanlığı diğer tarafına aydınlığı yerleştirmişti. Birdenbire iyi ve kötüyü birbirinden muhteşem bir ustalıkla ayırt edebilen bir adama dönüşmüştü. Zihninde gerçeğe dair büyük bir pencere açmayı başarmıştı. O, artık tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştu. Bu yüzden de şimdi tüm etkilerden arınıp parasını geri vermek üzere çocuğu bulmaya çalışmalıydı. Ancak bunun ne kadar imkânsız olduğunu da çaresizlikle fark etti. Yine, “Ne kadar sefilim!” diye hayıflandı. Neler olduğunu şimdi tüm açıklığıyla idrak ediyordu. Kendisini gözünün önüne getiriyor, gördüklerinden iğreniyordu. Artık bir hayaletten başka bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Önünde etten ve kandan oluşan, iri yarı, kılıksız, çok güçlü bir adam duruyordu ve aynı adam zavallı, ufacık bir çocuğun parasını zorla, onu korkutarak elinden almıştı. Jean Valjean; çantası başkasından çaldığı bir sürü eşya, zihni korkunç bir nefret, yüreği ise intikam duygusuyla dolu bir adamdı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi aşırı mutsuzluk onu, kuruntulu bir hayalperest hâline dönüştürmüştü. Tüm bu duygular onun doğasında vardı. Jean Valjean gözünün önünde canlanan o şeytani yüzden korktu. O, kesinlikle bu adam olamazdı. Dehşete kapıldı, kendisini çığlık çığlığa bağıracakmış gibi hissediyordu.

Zihni, hayallerinin gerçekliği emecek kadar derin olduğu şiddetli ama yine de mükemmel derecede sakin anlarından birini yaşıyordu. Böylece iç dünyasını adamakıllı gözden geçirmiş oluyordu. İçinde, en derinlerde, gizli bir yerde önce bir meşale sandığı ışığı buldu. Vicdanına daha dikkatle baktığında bu ışığın yavaş yavaş büyük bir güçle aydınlandığını ve sonunda da bunun Piskopos’un aydınlık yüzü olduğunu anladı. Vicdanı, şimdi bu iki adamı; Piskopos’u ve Jean Valjean’ı sırayla mukayese ediyordu. İstemeden de olsa onun aydınlık yüzünden büyülendi. Piskopos, gözlerinde büyüyüp parladıkça Jean Valjean’ın zihnindeki tüm diğer hayalleri ezip geçiyordu; Jean Valjean, bu görüntüyü zihninden çıkarıp atamıyordu. Kendisini ondan üstün görebilmeyi ne kadar çok isterdi oysa ki! Bir süre sonra artık bir gölgeden başkası değildi, bir anda her şeyi unuttu. Zihninde sadece hayran hayran baktığı Piskopos’un yüzü kaldı ve bu sefil adamın tüm ruhunu, muhteşem bir ışıltıyla doldurdu.