Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Fakir, alçak gönüllü ve inzivaya çekilmiş olan Monsenyör Bienvenu’yü bu din adamlarından saymak yersiz olurdu aslında. Sonuç olarak çevresinde tek bir genç ve yükselmek isteyen papaz bile yoktu. Paris’te olduğu dönemde bile kimse onun eteğine tutunmak için davranmamıştı. Geleceği için onu basamak olarak kullanacak tek bir kişi dahi çıkmamıştı. Tek bir filizlenen hırs, yapraklarını gölgesinde bırakma aptallığına düşmemişti. Çünkü onun gibi sadece sevgiye, merhamete, şefkate inanan ve bu inancına göre davranan bir adamın, hiç kimsenin haksız yere yükselmesine çalışmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Monsenyör Bienvenu’nün altında büyümenin imkânsızlığını o kadar iyi anlamışlardı ki onun görevlendirdiği genç rahipler ilahiyat okulundan ayrılır ayrılmaz Aix ya da Auch başpiskoposlarına başvuruda bulunarak hemen bulundukları konumdan ayrılmaya çalışırlardı. Kısacası, dediğimiz gibi bu insanların da hırsları vardı. Fedakârlık nöbetinde yaşayan bir aziz, tehlikeli bir komşudur. Size bulaşarak tedavi edilemez bir yoksulluğu, ilerlemede yararlı olan eklemlerdeki bir ankilozu ve kısacası, istediğinizden daha fazla vazgeçmeyi iletebilir ve bu bulaşıcı erdemden kaçınılır her zaman. İşte Monsenyör Bienvenu’nün yalnızlığı da bu yüzdendir. Bizler karanlık bir toplumun ortasında yaşamaktayız. Başarı ise yozlaşmanın yamacından damla damla düşen bir derstir.

Geç de olsa başarının kokmuş, yıpratılmış bir erdem olduğu söylenebilir. Bu yıpranmış toplumun içinde başarı sağlamak ise kimi eskimiş, değerini tamamen kaybetmiş ahlak kurallarına uymakla mümkündür.

Başarının yetenekli tek bir kopyası vardır: Tarih. Juvenal ve Tacitus bu konuda şunları ifade etmiştir: Günümüzde resmî olarak hizmete girmiş olan bir felsefe, başarı cübbesini üzerine giymiş ve gerekli girişi yapmıştır. Refah kapasitesinin savunulması teorik olarak başarılmıştır. Piyangodan kazandıysanız, siz zeki bir adamsınız. Zafer kazanana saygı gösterilmelidir. Ağzında gümüş kaşıkla doğan, yaşamı boyunca şanslıdır. Şayet şanslıysanız, dünyanın geri kalan her şeyine sahip olursunuz. Mutlu olursanız, insanlar sizin mükemmel olduğunuzu düşünür. Yüzyılın görkemini oluşturan beş-altı büyük istisna dışında, çağdaş hayranlık basiretsizlikten başka bir şey değildir. Işıltılar altındır.

Tüm bu göz alıcı tavsiyeler, başarı için duyulan hırs; Bienvenu tüm bunlara uymayı reddettiği içindir ki yükselmeyi aklından bile geçirmemiştir. O; bütün bu ışıltılı sözlere, zenginliklere ve fırsatlara uymaktansa hiç yaşamamayı tercih etmiştir. Onun hayatı boyunca tek istediği şey, doğru hükümler vermek olmuştur.

XIII

Neye İnanıyordu

Ortodoksluk açısından Digne Piskoposu’nun görüşlerini açıklamaya gerek duymuyoruz. Böyle bir adamın huzurunda kendimizi saygıdan, büyük huşu içinde bulduğumuzu söylememiz yeterli olacaktır. Bir adama dürüst diyebilmemiz için, vicdanı ile davranışları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Ayrıca belirli vasıflar bahşedilmiş kişileri, insan erdeminin tüm güzelliklerinin gelişimini, bizler ancak inançla kabul ederiz.

Acaba o, bu dogma ya da gizem hakkında ne düşünüyordu? Vicdanın iç muhakemesinin bu sırlarını sadece ruhların çıplak girdiği mezarlar bilebilirdi. Emin olduğumuz tek bir nokta vardı, o da inancın zorluklarının onun mücadelesinde hiçbir zaman ikiyüzlülüğe dönüşmediğiydi. Güneş asla balçıkla sıvanamaz…

İşte o da tıpkı güneş gibi, kendi gücünün ölçüsüne inanıyordu ve sıklıkla “Ben yalnız Tanrı’ya bağlıyım.” diye haykırmaktan kaçınmıyordu. Ayrıca her daim fakirlere yardım etmesi, onlara kuvvet vermesi, vicdani olarak rahatlamasını ve “Tanrı sizin yanınızdadır.” diyerek etrafındaki sefillerin de vicdanen güçlenmesini sağlamıştır.

Dikkat etmemiz gereken nokta, Piskopos’un inancının dışında ve ötesinde aşırı bir sevgi duygusuna sahip olmasıdır. Piskopos’un en büyük kusuru olarak uhrevi şeylerden önce; insancıl, hayati şeylere olan bağlılığı ve bu bağlılığı gizlemeyişi gösteriliyordu. Aslında o, tam anlamıyla insanla ilgili olan her şeyi seviyordu. Ne de özenilecek büyük bir kusurdu bu böyle? Onunki, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanları aşan ve zaman zaman onlara bağlı eşyalara kadar uzanan dingin bir hayırseverlikti. Hiç kimseyi küçümsemeden yaşayan biriydi. Tanrı’nın yarattıklarına karşı her zaman hoşgörülüydü. Her insan, içimizdekilerin en iyisi bile mutlak surette yüreğinin derinliklerinde düşüncesiz bir sertlik taşırdı. Ancak Digne Piskoposu, birçok rahibe özgü olan o sertlikten dahi hiçbir suretle nasibini almamıştı. Brahman’a kadar hiç gitmemişti ancak Vaiz’in şu sözlerini gayet net bir biçimde benimsemiş olduğu aşikârdı: “Hayvanların ruhlarının nereye gittiğini kim bilebilir ki?” Görüntülerin çirkinliği, içgüdülerin biçimsizliği onu hiçbir zaman rahatsız etmez, öfkesini uyandırmazdı. Kutsal ruhlar ona dokunmuş, böylece onun uhrevi bir varlık olmasını sağlamıştı. Dış görünüşe asla önem vermediği tüm davranışlarından belliydi. O ruhen hayatın sınırlarını, nedenini, açıklamasını veya bahanelerini aramak için düşüncelerinin derinliklerine dalmıştı. Bazen Tanrı’ya, vermiş olduğu cezaları hafifletmesi için dua ediyordu. Kaosun doğada hâlâ var olan kısmının gazaba uğramaması için varoluşun yazılmış olduğu parşömeni deşifre eden bir dil bilimcinin gözüyle tekrar tekrar inceliyordu. Dalmış olduğu düşünceler kimi zaman onun tuhaf sözler söylemesine neden oluyordu. Bir sabah bahçesinde dolaşıyor, yalnız olduğunu düşünüyordu ama kız kardeşi tıpkı bir gölge gibi onun arkasından yürüyordu. Piskopos bir anda olduğu yerde durdu, yerdeki bir şeye dikkatlice baktı; büyük, kapkara, kıllı ve korkunç bir örümcekti baktığı şey. Kız kardeşi onun şöyle dediğini duydu: “Zavallı yaratık! Bu onun suçu değil ki!..”

Bu neredeyse ilahi, çocukça nezaket sözlerinin kime, nasıl bir zararı olabilirdi ki? Çocuk gibiydi ama onun bu yüce çocuksuluğu Aziz Francis d’Assisi’ye ve Marcus Aurelius’a özgü kutsal bir saflığa sahipti. Bir gün bir karıncaya basmamak için ayağını bile burkmuştu bu nahif adam. İşte bu kadar hakkaniyetli yaşayan bir insandı. Bazen bahçesinde bile uyuyakalırdı ve bunu eşi benzeri olmayan bir nimet sayardı kendisine.

Monsenyör Bienvenu’nün gençlik yıllarında aslında oldukça öfkeli biri olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta rivayetlere göre eskiden fazlasıyla gururlu da bir adammış. Onun evrensel güzelliği; doğanın bir içgüdüsünden çok, yaşam aracılığıyla yüreğine sızmış ve yumuşaklığını zamanla, düşüne düşüne kazanmış. Sizce de böylesi daha değerli değil midir? Çünkü bir karakterin oluşumunda, tıpkı kayalarda olduğu gibi, su damlalarının oluşturduğu delikler olabilir. İşte bu delikler asla silinemez ya da yok edilemez.

1815’te, daha önce de söylediğimiz üzere, yetmiş beşinci doğum gününe ulaştı Piskopos. Ancak dış görünüş olarak altmıştan fazla görünmüyordu. Uzun boylu birisi değildi, oldukça da tombuldu ve bu durumla mücadele edebilmek için uzun yürüyüşler yapmayı severdi. Adımları hâlâ oldukça sağlam olmasına karşın yaşlılıkla birlikte hafif kamburu çıkmıştı. Bu özelliğini belirterek elbette ki herhangi bir şeyi ima etmiyoruz. Sonuç olarak onun bu özelliğinden kimseye zarar gelmezdi. XVI. Gregory de seksen yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen dimdikti ve dudaklarından hiç eksik olmayan bir tebessümü de vardı. Ancak bu durum yine de onun berbat bir piskopos olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Monsenyör Bienvenu’ye halk arasında insanlar “Güzel Baş” diyorlardı. Gerçekten de güzeldi ancak çok sevimli olmasından dolayı, güzelliği ikinci plana atılıyordu.

Onun cezbedici özelliklerinden biri olan ve daha önce sözünü ettiğimiz o çocuksu neşesiyle konuştuğunda insanlar, onun yanında kendisini rahat hissediyor ve sanki tüm benliklerine neşe yayılıyordu. Sağlıklı ve ışıldayan yüzü, ilerlemiş yaşına rağmen bembeyaz olan dişleriyle dinç bir adamdı; gülümsemesi bu yüzden karşısındakileri rahatlatıyordu, tertemiz bir ifadesi vardı bu gülümsemenin. İşte onun bu tertemiz ifadesi “o iyi bir adam” denilmesine neden oluyordu, onun başını kolayca bir çocuğunkine benzetebilirdiniz. Hatırlanacağı üzere, Napolyon için de aynı şey söylenirdi. İlk bakışta bir çocuk gibi görünen İmparator; aslında birkaç saat yanında kaldıktan sonra, üstünlüğünü ortaya koyan, karşısındakini etkileyen bir nitelik kazanıyordu. Beyaz bukleleriyle daha muhterem bir görüntüye sahip olan geniş ve ciddi ifadeli alnı, konuşmaları esnasında ona daha ruhani bir etki veriyordu. Bu görüntüsüyle etrafa yaydığı bu iyilik parıltısı, gülümsemeyi bırakmadan kanatlarını yavaşça açan, tebessüm eden bir meleği gördüğünde insanın hissedebileceği tüm duyguları aynı anda yaşatıyordu. Piskopos’a karşı işte tüm bu özelliklerinden dolayı büyük bir saygı duyuyorlardı. Bu, ifadesi pek mümkün olmayan türden, insanın yavaş yavaş içine nüfuz eden, yüreğine kadar dokunan ve karşısında düşüncenin artık sadece yumuşak kalmayacak kadar yüce olduğunu; güçlü, iyi denenmiş ve hoşgörülü ruhlardan birine sahip olduğunu hissettiren türde bir saygıydı.

Gördüğünüz üzere tüm bu anlatılanlar, onun şahsiyetine dair yeterince bilgi elde etmemizi sağlıyor. İyilik, fazilet, dinî törenler, fakirlere yardım, sefillere teselli, misafirperverlik, vaazlar… İşte bunların tümü, onun günlük hayat meşgaleleriydi. Tam anlamıyla dopdolu demek doğru bir ifade olacaktı; kesinlikle Piskopos’un günü, sabah kalktığı andan gece yatana kadar güzel sözler, temiz duygular ve iyi davranışlarla doluydu. Bununla birlikte soğuk veya yağmurlu havalar dışında, iki kadın odalarına çekildiklerinde Piskopos bahçeye çıkar, bir veya iki saat hem düşünür hem de dolaşırdı. Bunu yapamadığı gecelerde ise gününü tamamlanmamış sayardı. Ona göre geceleri gökyüzünü ve yıldızları seyrederek Tanrı’yı düşünmek, felsefi konular hakkında fikir üretmek, bu düşüncelerle kendini uykuya hazırlamak bir ibadetti. Bazen iki ihtiyar kadın hâlâ uyanıksa gecenin ilerleyen saatlerinde, onun hâlâ bahçede gezindiğini duyarlardı. O sıralarda Piskopos kendisi ile yalnız kalarak yüreğini ve zihnini gerektiği kadar temiz ve açık kılmaya çalışmakla uğraşır, kendisini gözden geçirir; takımyıldızlarının bariz ve Tanrı’nın görünmez görkemiyle de harekete geçerek yüreğini bilinmeyene dair düşüncelere açardı. Böyle anlarda yıldızlı gecenin ortasında mutlak fazilete ulaşmak ister, bunun için çırpınırdı. Yaradılışın evrensel ışıltısının ortasında coşkuyla yüreğindekileri dışarı dökerken tek düşüncesi, insanın Tanrı’sının huzurunda nasıl yücelebileceği olurdu. Tanrı’ya duyduğu hayranlığın kendisini tabiata daha da yakınlaştırdığına inanırdı; sebepler üzerinde pek fazla düşünmez, sadece sonuçlara bağlanmakla yetinirdi. İşte bu, ruhların uçurumları ile evrenin uçurumlarının gizemli değişimiydi!

Tanrı’nın büyüklüğünü ve varlığını, geleceğin sonsuzluğunu ve içinde barındırdığı gizemi, sonsuz geçmişin çok daha büyük gizemlere sahip olduğunu, gözlerinin altında tüm duyularına işleyen sonsuzluğu ve anlaşılmaz olanı anlamaya çalışarak düşüncelere dalardı. Tanrı’yı incelemez, kendisini onun büyüsüne kaptırırdı. Maddeye görünümleri ileten güçleri doğrulayarak açığa çıkaran; birlik içinde bireysellikler, genişlikte orantı, sonsuzda sayısızlık yaratan ve ışık yoluyla güzellik üreten atomların o muhteşem bağlantılarını düşünürdü. İşte tüm bu bağlantılar onun düşünce âleminde, tıpkı yaşam ve ölüm gibi, durmadan kurulur ve çözülürdü.

Sırtını solmaya yüz tutmuş bir asma dalına yaslayarak tahta bir sıraya oturur, meyve ağaçlarının cılız ve bodur silüetlerinin arasından yıldızlara bakardı. Çok düzgün ekilmemiş, yaşadıkları yapı yıpranmış olsa da sahip oldukları bu çeyrek dönümlük arazi onun için çok değerliydi ve tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Çok az boş zamana sahip olan, hayatını sürekli çeşitli uğraşlarla geçiren; boş zamanını gündüz, bahçesi ve gece, tefekkür arasında bölen bu ihtiyar adamın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki? Bu küçük bahçesinde, göklerin bahçesinin üzerine tavan yaptığı bu dar alan onun Tanrı ile iletişimini sağlaması için yeterli değil miydi? Aslında şu dünyada sahip olabileceği her şey elinde mevcuttu, bunun ötesinde arzulanacak ne kalmıştı ki? İçinde dolaşabileceği küçük bir bahçe, hayal edebileceği uçsuz bucaksız bir gökyüzüne sahipti. Bahçesi onun için kutsaldı, en az kilise kadar kutsaldı, burası ona yetiyordu; yeryüzündeki çiçekleri ve gökyüzündeki tüm yıldızlar ona aitti, başka da bir isteği yoktu zaten.

XIV

Ne Düşünüyordu

Son bir söz daha…

Bu tür ayrıntılar, özellikle şu anda ve şimdi moda olan bir ifadeyi kullanacak olursak Digne Piskoposu’na belirli bir “panteist” ifade veriyordu. Bazen yalnız ruhlarda ortaya çıkan ve orada bir biçim alıp dinin yerini alıncaya kadar büyüyen, kendi asrımıza has olan bu şahsi felsefelerden birini benimsediği kanaatine varabiliyordu insanlar. Monsenyör Bienvenu’yü tanıyan kişilerden hiçbirinin, kendisinin böyle bir şey düşünmeye yetkili olduğunu aklına getirmediği hususunda ısrarcıyız. Bu adama böylesine ruhani bir parlaklık veren tek şey, onun yüreğiydi. Bilgeliği oradan yükselen ışıktan kaynaklanıyordu.

Bir sisteme bağlı değildi ama birçok amacı vardı. Belirsiz spekülasyonlar insanın aklını karıştırırdı. Ancak hayır, o kesinlikle zihnini kıyamet düşünceleri ile mahvedecek türden bir adam değildi. Papazlar cüretkâr olabilirdi ancak piskoposlar çekimser olmak zorundaydı. Bu nedenle de bir bakıma, korkunç büyük beyinlerin çözmesi gereken bazı sorunları çok önceden dile getirmekten mutlak surette çekinirdi. Dinî düşüncelere yaklaşmakta olan gizemli, kutsal bir korku vardır; işte tam da o kasvetli eşiğe yaklaştığınızda içinizden bir ses, size asla oradan içeriye girmemenizi söyler. Oraya girenlerin vay hâline!

Söz konusu böyle bir durumda, soyutlamanın ve saf spekülasyonun aşılmaz derinliklerinde, tabiri caizse tüm dogmaların üzerinde onun gibi dehalar, fikirlerini Tanrı’ya sunardı. Onların duaları cüretkâr biçimde büyük tartışmalara neden olurdu. Onların hayranlığı sorgulanırdı. Sınırlarını zorlayanlar, heyecan ve sorumlulukla dolu olanlar için buna doğrudan doğruya din diyebiliriz işte.

İnsan düşüncesinin kesinlikle sınırı yoktur. Kendi başına aldığı riskler ve tehlikelerin altında, benliklerinin göz kamaştırıcı etkisini analiz ederek zihinlerinin derinliklerine inerlerdi. Bu düşünceler ve muhteşem bir tepki ile tabiatı bile büyülediğini söyleyebilirdik. Bizi çepeçevre saran bu büyük evren ancak bizden aldıklarını geri verebilirdi; elbette tüm bu düşüncelerin sınırlarını aşan, ufkunun sınırları olmayan kişiler de vardı. Hayalleri ufkunun eşiğinde, mutlaklığın doruklarını açıkça algılayabilen ve sonsuz zirvelerin korkunç vizyonuna sahip olan insanlardı onlar. Monsenyör Bienvenu bu adamlardan biri değildi, hatta o bir dâhi de değildi. Swedenborg ve Pascal gibi bazı çok büyük adamların bile delirdiği bu yüceliklerden korkardı o. Elbette bu güçlü dehaların akıllarında onları deli eden bu soruların kendilerine has eşsiz cevapları da vardı ve bu çetin yollardan ancak bu suretle ideal mükemmelliğe yaklaşabilirlerdi. Piskopos’a gelince onun hiçbir zaman böyle bir dileği olmamıştı, o sadece kısa yolu seçerek kayıtsız şartsız İncil’e inanma yolunu seçmişti.

O sadece üstlenmiş olduğu kutsal görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir adamdı, faziletli ve mütevazı idi. Olayların karanlık dalgasını dağıtacak hiçbir gerçek dışı ışığı yansıtmayı tercih etmezdi. Halka hiçbir suretle ne bir falcı ne de bir büyücü gibi görünmek istedi. Hiçbir zaman sahte alevlerin ışığını halkın duyguları üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmadı. Bu alçak gönüllü ruh sadece sevdi, Tanrı’sına büyük bir aşkla bağlandı, hepsi buydu.

Dua etmeyi insanüstü bir özlemin tesiriyle yüksek sesle ifade etmek istemiş olabilirdi ancak insan, nasıl gereğinden fazla sevemezse aynı şekilde gereğinden fazla da dua edemezdi. Eğer metinlerin ötesinde dua etmek bir tutkuysa o zaman Aziz Teresa ve Aziz Jerome de geleneklere ters insanlar olmalıydı.

O, inleyen ve kefaret ödemek zorunda kalan zavallılara yöneldikçe evreni uçsuz bucaksız bir hastalık olarak görüyordu; her yerde ateşi hissedebiliyor, ızdırabın sesini duyabiliyor ve her yerde acı çekenleri görebiliyordu. Ancak asla asıl meseleyi çözmeye çalışmadan sadece onların bu yaralarını sarmak için uğraşıyordu. Yaratılmışların yaşadıkları korkunç ızdırapların görüntüsü onda zamanla belli bir hassasiyet oluşturmuş, yüreğini yumuşatmıştı; bu yüzden de kendisini sadece benliğini bulmaya, etrafındaki sefillere ve zavallılara şefkat göstermeye, kederlileri en iyi şekilde teselli etmeye adamıştı. Her gününü var olan teselli ve kurtarmanın yollarını arayarak geçiriyordu işte bu, nadir bulunabilecek iyi yürekli Piskopos.

Sürekli olarak altını çoğaltmak için çabalayan insanlar vardı. Ancak bu yüce ruhlu adam, sadece merhametin çoğalması için çaba sarf ediyordu. Zihninde evrensel sefaletten başka bir düşünce yoktu. Her yerde hüküm süren; kaynağını evrenin acılarından, bitip tükenmek bilmeyen sefilliği çevresindeki acılardan alanlar için iyilik her zaman bir fırsattır, diye düşünürdü. Birbirini sevmek, vaazlarında her zaman bunu tekrarlardı. Mutlak iyilik duygusunun bu olduğuna inanırdı, zaten başkaca bir dileği de yoktu. Hayatının bütün gayesi sadece bu düşüncelerden ibaretti. Bir gün kendisinin bir “filozof” olduğuna inanan o adam, daha önce bahsettiğimiz Senatör, Piskopos’a şunları söyledi:

“Sadece dünyanın gözlerimizin önüne serdiği şu manzaraya bir bakın, herkes birbiriyle savaşıyor; en güçlü olan, en fazla zekâya sahip olan. Bu duruma bakılacak olursa sizin herkese söylediğiniz ‘birbirinizi sevin’ doktrini, sizce de biraz saçmalık gibi görünmüyor mu?”

“Eh.” diye yanıtladı Monsenyör Bienvenu, adamın sözlerine itiraz etmeye gerek duymadan. “Eğer bu durum bir saçmalıksa incinin kendisini istiridyeye mahkûm etmesi gibi, ruhun da kendisini istiridye kabuğunun içine hapsetmesi gerekmektedir.” İşte tıpkı söylediği gibi, o da kendisini gerçekten bu inanışın içine kapatmış, yaşamını bu şekilde sürdürmeye devam ediyordu. Bundan kesinlikle çok mutlu olduğu da söylenebilirdi, bir taraftan insanı çeken ve kafasını bulandıran esrarlı soruları bir kenara itmeyi başarmış; diğer taraftan tertemiz, sade bir yaşantı kurabilmişti. İnsanın zihnini yoran bu tür konulara kafasını hiç yormamıştı. Kader, iyi ve kötü, varlığa karşı olmanın yolu, insanın vicdanı, hayvanın düşünceli uyurgezerliği, ölümdeki dönüşüm, mezarın içerdiği varoluşların tekrarı, ardışık aşkların inatçı “ben”e anlaşılmaz aşılanması, öz, töz, Nil ve Ens, ruh, doğa, özgürlük, zorunluluk; insan zihninin devasa başmeleklerinin eğildiği sorunlar, uğursuz karanlıklar; Lucretius, Manou, Saint Paul, Dante’nin şimşek çakan gözleriyle, sonsuzluğa sabit bakışıyla orada yıldızların parlamasına neden oluyormuş gibi görünen korkunç uçurumlar…

Her şeye rağmen Monsenyör Bienvenu; sadece gizemli soruların dış görünüşünü, onları incelemeden ve kendi zihnini bunlarla meşgul etmeden hafızasına kazıyan ve kendi ruhunda karanlığa karşı büyük saygı besleyen bir adamdı.

İkinci Kitap

Düşüş

I

Bir Yürüyüş Gününün Ardından

1815 Ekim ayının başlarında, gün batımından yaklaşık bir saat önce, yaya olarak yolculuk yapan bir adam; küçük Digne kasabasına girdi. O anlarda pencerelerinde ya da kapılarının eşiklerinde olan birkaç kasaba sakini, endişeli gözlerle adamı izledi. Yolcunun perişan hâli ve sefil kıyafetleri kasaba halkını şaşırtmıştı. Hayatının baharında, orta boylu, oldukça sağlam ve iri yapılı bir adamdı. Yaklaşık kırk altı-kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Deri siperlikli sarkık bir şapka yüzünü kısmen gizliyordu. Güneş ve rüzgârdan kavrulmuş yüzünden ter damlaları süzülüyordu. Boynundan küçük bir iğne ile birbirine tutturulmuş yakalı, kaba, sarı keten gömleğinden kıllı göğsü görünüyordu. Boynunda tıpkı ip gibi kalmış, eski bir kravat vardı. Altına giymiş olduğu mavi pantolonun her tarafı delikler ve kabaca yapılmış yamalarla doluydu. Sırtına geçirmiş olduğu, yeşil kumaştan yapılma eski püskü, yine deliklerle dolu bir ceket vardı. Sefil durumdaki bu garip adamın tek yeni görünen şeyi, fazlasıyla dolu olan çantasıydı. Elinde, yürürken destek aldığı büyük, budaklı bir sopa vardı. Ayakları ise öyle kötü durumdaydı ki her tarafı yırtılmış olan postallarından leş gibi olmuş hâlde görünüyordu.

Sıcak hava, ter, yürüyerek yapılmış uzun yolculuğun bütün tozu, bu sefil adamı daha ne kadar iğrenç bir hâle getirebilirdi, bilemiyorum. Saçları oldukça kısa tıraş edilmiş ve bir süredir kesilmediğini gösterecek biçimde artık biraz uzamaya başlamıştı.

Buralarda onu kimse tanımıyordu. Belli ki buralardan tesadüfen geçen bir yolcuydu. Acaba nerelerden geliyordu? Güney yönünden, belki de deniz kıyısında bir yerlerden geliyordu. Yedi ay önce Cannes’dan Paris’e giderken İmparator Napolyon’un geçişine tanıklık etmiş olan caddeden Digne kasabasına girmişti. Yaya olarak geldiği, atmış olduğu yorgun adımlarından açıkça belli oluyordu. Şehrin aşağısında yer alan antik pazar kasabasının bazı kadınları, onun Gassendi Bulvarı’nın ağaçlarının altında durduğunu ve gezinti yolunun sonundaki çeşmeden kana kana su içtiğini görmüştü. Belli ki çok susamıştı, çeşmenin başına eğildiğinde yapacak başka hiçbir işi olmayan çocuklar onun her hareketini takip ediyorlardı.

Poichevert Sokağı’nın köşesine ulaştığında sola döndü ve adımlarını belediye binasına doğru yöneltti. İçeriye girdi ve yaklaşık on beş dakika sonunda tekrar dışarı çıktı. Kapının yanındaki, daha önce General Drout’nun 4 Mart tarihinde korkmuş Digne halkına Juan Savaşı’nın ilanını okumak için çıktığı taş sırada oturan jandarmayı, başındaki o sefil kasketi ile selamladı ve yürümeye devam etti. Jandarma, adamın selamına karşılık vermek yerine; ardından uzun süre şaşkınlıkla onu izledi ve sonrasında arkasını dönüp belediye binasından içeri girdi.

O zamanlarda, Digne kasabasında Croix-de-Colbas adlı güzel bir han vardı. Bu han, Grenoble’da Üç Yunus Hanı’nı işleten ve Guides’da hizmet eden başka bir Labarre ile kurduğu ilişki nedeniyle kasabada saygın bir adam olan Jacquin Labarre adında birine aitti. İmparator’un karaya çıkması sırasında, Üç Yunus Hanı’yla ilgili olarak ülke çapında birçok söylenti yayılmıştı. General Bertrand’ın arabacı kılığına girerek ocak ayında oraya sık sık geziler yaptığı, askerlere şeref haçları ve vatandaşlara bir avuç altın dağıttığı da söylentiler arasındaydı. Gerçekte ise İmparator, Grenoble’a girdiğinde vilayetin hanına yerleşmeyi kabul etmemiş: “Burada tanıdığım yiğit bir adamın evine gidiyorum.” deyip belediye başkanına teşekkür ederek Üç Yunus’ta kalmıştı. Üç Yunus Hanı’nın sahibi olan Labarre’nin namı çevreye öylesine yayılmıştı ki onun muhteşem etkileri kilometrelerce uzaktaki başka bir Labarre olan Croix-de-Colbas Hanı’nın işine yaramıştı. Kasabada onun için, “Bu adam Grenoblelı adamın kuzeni oluyormuş.” söylentileri yayılmıştı.

İşte kasabaya giriş yapmış olan bu sefil görünümlü adam da belediye binasından sonra adımlarını doğrudan bu hana yönlendirmişti. Kapıdan içeri girer girmez mutfağa daldı. İçerideki bütün sobalar yakılmış, şöminede büyük bir ateş neşeyle parlıyordu. Aynı zamanda hanın başaşçısı da olan mülk sahibi, içeride büyük bir ziyafet veriyordu. Yüksek sesli konuşmalar, kahkahalar, bitişik binada arabacıların atlarıyla meşgul olmalarından dolayı oluşan gürültü arasında adam; mükemmel bir akşam yemeğinin hazırlıklarıyla meşguldü. Bu şekilde şehirden şehire yolculuk eden tüm gezginler gayet iyi bilir ki hanlarda düzenlenen böylesi ziyafetler pek kıymetlidir. Ateşin üzerinde nar gibi kızaran keklikler ve şişman yaban tavuklarının kokusu her yeri sarmıştı. Ocağın üzerinde Lauzet Gölü’nden yakalanmış iki büyük sazan balığı ve Alloz Gölü’nden yakalanmış büyük bir alabalık pişiyordu.

Kapının açıldığını ve yeni birinin girdiğini gören han sahibi, gözlerini ocaktan kaldırmadan:

“Bir şey mi istediniz, efendim?” diye sordu.

“Yiyecek ve kalacak bir yer.” dedi adam.

“Bundan kolay ne var.” diye yanıtladı han sahibi. Tam bu sırada da başını kaldırarak içeriye giren adama baktı ve hemen ardından da “Bedelini ödediğiniz sürece.” diye ekledi. Adamın görüntüsünden, yüzünün ifadesi anında değişmişti.

Adam, gömleğinin cebinden büyük bir deri kese çıkardı ve “Benim param var.” dedi.

“O zaman hizmetinizdeyiz.” diye yanıtladı han sahibi.

Adam kesesini yeniden cebine koydu, sırtındaki çantasını indirip kapının yanında duvara dayadı ve sopasını elinde tutmaya devam ederek ateşe yakın alçak bir tabureye çöktü. Digne, dağlık bölgeye çok yakın konumda olduğundan ekim ayında akşamları hava oldukça soğuk olurdu.

Hanın sahibi bir taraftan işleriyle uğraşırken bir taraftan da yeni gelen adamı sürekli göz hapsinde tutuyor, onu dikkatlice süzüyordu.

“Yemek kısa süre içerisinde hazır olur mu?” diye sordu adam.

“Birazdan hazır olacak.” dedi hancı.

Yeni gelen, arkası dönük ateşin önünde ısınırken değerli hancı Jacquin Labarre cebinden bir kurşun kalem çıkardı, sonra pencerenin yanındaki küçük bir masanın üzerinde duran eski bir gazetenin ucunu yırttı. Yırtmış olduğu beyaz kâğıdın köşesine iki satır not yazdı, mühürlemeden katladı ve sonra kâğıdı hem hanın garsonluğunu hem de kendisinin hizmetçiliğini yapan küçük bir çocuğa verdi. Hancı, çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı ve çocuk koşarak handan dışarı fırlayıp belediye binasına doğru gözden kayboldu.