Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

“Madam Magloire’ın ne dediğini duydunuz mu kardeşim?”

“Bir şeyler duydum ama hiçbir şey anlamadım.” diye yanıt verdi Piskopos. Sonra sandalyesinde yarım dönerek ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kolayca neşelenen, aşağıdan ateşin ışığıyla aydınlanan samimi yüzünü yaşlı hizmetçi kadına doğru kaldırıp gönlünü almak istercesine: “Haydi, konu neymiş bakalım? Nedir mesele? Etrafımızdaki büyük tehlike neymiş?” dedi.

O zaman Madam Magloire, gerçeği farkında olmadan biraz abartarak tüm hikâyeyi yeniden anlatmaya başladı. Görünüşe göre korkunç, çıplak ayaklı bir serseri, bir tür tehlikeli dilenci o anda kasabadaydı. Konaklamak için Jacquin Labarre’ın evine gelmişti ama Labarre onu içeri almaya yanaşmamıştı. Gassendi Bulvarı’ndan geldiği ve karanlıkta sokaklarda dolaştığı görülmüştü. Korkunç yüzü olan bir darağacı kuşu…

“Gerçekten mi?” dedi Piskopos.

Bu sorgulama ifadesi, Madam Magloire’ı konuşmasını devam ettirmesi için daha da cesaretlendirmişti. Piskopos’un bu konu yüzünden hafiften telaşlandığını, onun merakını çekmiş olduğunu düşünerek zafer edasıyla:

“Evet, Monsenyör. Durum kesinlikle bu. Bu gece bu kasabada bir tür felaket olacak. Herkes aynı şeyi söylüyor. Üstüne üstlük, polis de şu sıralar bu tür işlerle uğraşmıyor (bunun da faydalı bir tekrar olacağını düşünmüştü). Sonuç olarak burası da dağ başı, geceleri sokaklarda ışık bile yok. Birisi dışarıda! Gerçekten de korkunç birisi ve söylüyorum size Monsenyör, Matmazel Baptistine de benimle aynı görüşte…”

“Ben öyle bir şey söylemedim.” diye araya girdi Matmazel Baptistine. “Ben her zaman ağabeyimin söylediğine güvenir, o ne derse sadece onu yaparım.”

Madam Magloire sanki bu sözleri hiç duymamış gibi konuşmasına devam etti:

“Biz bu evin hiç güvenli olmadığını söylüyoruz. Monsenyör, eğer izin verirseniz gidip çilingir Paulin Musebois’ya kapıların eski kilitlerini değiştirmesini söylemek istiyorum. Kilitlerimiz çok eski ve bu sadece anlık bir iş. Dışarıdan gelecek bir kişinin, sadece mandalı kaldırarak kapıyı açabilecek olması düşüncesi bile yeterince korkunç. En azından sadece bu gece için kapıları kilitlememiz gerekiyor, Monsenyör. Üstelik sizin her gelene ‘Gir!’ deme alışkanlığınız da var. Ayrıca gecenin bir yarısı, hepimiz uykudayken birisinin izin istemesine bile gerek yok. Yüce Tanrı’m, korkunç!”

İşte tam bu sırada, kapı şiddetli biçimde çalınmıştı.

“Girin!” dedi Piskopos.

III

Pasif İtaatin Kahramanlığı

Kapı açıldı.

Hem de sanki biri onu enerjik ve kararlı bir şekilde itmiş gibi hızlı bir hareketle ardına kadar açıldı.

Bir adam içeri girdi.

Zaten hepimiz bu adamı tanıyoruz. Kendisine sığınacak bir barınak arayan o yabancıdan başkası değildi bu.

Yabancı içeri girdi, bir adım ilerledi ve kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omuzunda, sopası elinde, gözlerinde cüretkârlığın yanı sıra korkunç bir yorgunluk ve çaresizlik ifadesiyle karşılarında duruyordu. Şöminenin ateşi yüzünü aydınlatıyordu, gerçekten korkunç görünüyordu.

Madam Magloire çığlık atabilecek gücü bile bulamadı kendisinde. Titredi ve ağzı korkudan açılmış bir hâlde ayağa kalktı.

Matmazel Baptistine arkasını döndü, içeriye giren adamı görür görmez bir anda dehşet içerisinde irkildi; sonra başını yavaşça tekrar şömineye doğru çevirerek kardeşini izlemeye başladı ve onun yüzündeki sakinliği görünce bir kez daha derinden sakinleşerek rahatladı. Piskopos da başını kaldırmış, sakince adama bakıyordu.

Yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açtığında adam; iki eliyle sopasına dayanarak, bakışlarını yaşlı adama ve iki kadına yöneltip, Piskopos’un söze girmesine fırsat vermeden yüksek sesle konuşmaya başladı:

“Bakın, benim adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. Zindanlarda on dokuz yıl geçirdim. Dört gün önce özgürlüğüme kavuştum ve memleketim olan Pontarlier’e gitmeye çalışıyorum. Toulon’dan ayrıldığımdan bu yana dört gündür yürüyorum. Bugün neredeyse on iki mil kadar yol katettim. Bu akşam bu taraflara geldiğimde bir hana gittim ve belediye binasında gösterdiğim sarı pasaportum yüzünden beni geri çevirdiler. Gittiğim yerde o pasaportu göstermek zorundaydım. Bir hana daha gittim. Her iki yer de bana ‘gitmemi’ söyledi. Beni kimse içeri almadı. Hapishaneye gittim, gardiyan bile beni kabul etmedi. Bir köpek kulübesine girdim, köpek beni ısırdı ve sahibi beni oradan kovaladı. Herkes benim kim olduğumu biliyordu. Açık havada, yıldızların altında uyumaya niyetlendim; tarlalara gittim ama zifirî karanlıktı ve gök gürlüyordu. Yağmur yağacağını düşünerek en azından bir kapı aralığı bulabilirim umuduyla yeniden kasabaya döndüm. Yonder Meydanı’nda, taş bankın üzerinde uyumaya niyetlendim ancak oraya gelen iyi niyetli bir kadıncağız bana sizin evinizi gösterdi. ‘Git, onun kapısını çal.’ dedi, ben de buraya geldim. Neresidir burası? Bir han mı işletiyorsunuz? Param var, ödeme yapabilirim. On dokuz yıl boyunca zindanlarda emeğimle kazanıp yüz dokuz frank ve on beş santim biriktirdim. Ödeme yapabilirim. İnanın bana, param var. Çok yorgunum, yürüyerek on iki mil katettim ve çok açım. Burada kalmama izin verir misiniz?”

“Madam Magloire.” dedi Piskopos sakince. “Masaya bir tabak daha ilave edelim.”

Adam üç adım ilerledi ve masanın üzerindeki lambaya doğru yaklaştı. “Durun.” diye devam etti konuşmasına, belli ki karşısındakiler anlattıklarını tam olarak anlayamamışlardı. “Bakın, beni duydunuz değil mi? Ben bir kürek mahkûmuyum. Zindanlardan geliyorum.” Cebinden büyük bir sarı kâğıt çıkardı ve açtı. “İşte pasaportum, gördüğünüz gibi rengi sarı. İşte bu kâğıt parçası benim her yerden kovulmama neden oluyor. Okumak ister misiniz? Okumayı biliyorum. Zindanlarda öğrendim. Okuma yazma öğrenmek isteyenler için orada bir okul da vardı. Bakın, bu pasaportta şunlar yazıyor: Jean Valjean, salıverilmiş bir mahkûm. Doğduğu yer ki bu sizi ilgilendirmiyordur, bu hapishanede on dokuz yıl geçirdi. Hırsızlıktan beş yıl hapse mahkûm edilmiş, dört kez kaçmaya teşebbüs ettiğinden cezası on dört yıl uzatılmıştır. Çok tehlikeli bir adamdır. İşte, her şey burada yazıyor. Herkes beni bu yüzden kovuyor. Beni kabul edecek misiniz? Burası bir han mı? Bana yiyecek bir şeyler ve bir yatak verebilecek misiniz? Ahırınız varsa orada da kalabilirim.”

“Madam Magloire.” dedi Piskopos yine sakince. “Misafir yatağına yeni çarşaf ve yorgan koyun.” İki kadının ona nasıl sessizce itaat ettiklerini size daha önceleri de açıklamıştık.

Madam Magloire, kendisine verilen talimatları yerine getirmek için odadan ayrıldı. Piskopos, adama doğru dönerek: “Oturun efendim, ısının biraz. Birazdan yemek yiyeceğiz ve siz yemeğinizi yerken yatağınız da hazırlanmış olur.”

Bu sırada adam neler olup bittiğini anladı. Yüzünün çaresizlik dolu, sert ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı; sevinçten gözleri parladı. Delirmiş gibi neşeyle kekelemeye başladı:

“Gerçekten mi? Nasıl yani? Kalmama izin verecek misiniz? Beni kovmayacak mısınız? Ben bir mahkûmum! Bana efendim dediniz! Bütün insanlar bana ‘Git buradan seni köpek!’ derken siz kabul mü ediyorsunuz? Sizin de beni kovacağınızdan emin olduğumdan hakkımdaki tüm gerçeği söyledim. Ah, Tanrı’m, buraya gelmemi söyleyen kadın ne iyi yürekliymiş! Şimdi yemek yiyebileceğim! Diğer herkes gibi çarşafları serilmiş gerçek bir yatakta yatacağım. Gerçek bir yatakta uyumayalı on dokuz yıl oldu! Ne kadar merhametlisiniz! Ne kadar iyi insanlarsınız! Kesinlikle karşılığını ödeyeceğim. Affedersiniz Monsenyör, sayın hancı isminiz nedir? Ne kadar isterseniz o kadar öderim. Siz iyi bir adamı sınız. Siz bu hanın sahibisiniz, değil mi?”

“Ben…” diye yanıtladı Piskopos. “Burada yaşayan bir papazım.”

“Bir papaz!” dedi adam kendi kendine. “Ah, ne iyi yürekli bir papazsınız! O zaman benden para da almayacaksınız sanırım. Siz şu büyük kilisenin papazısınız, öyle değil mi? Çok iyi! Ben gerçekten tam bir aptalım! Şapkanızı fark etmedim.”

Konuşmaya devam ederken adam sırt çantasını ve elindeki sopasını bir köşeye bıraktı, pasaportunu cebine koydu ve oturdu. Matmazel Baptistine kaçamak bakışlarla onu izledi. Adam konuşmaya devam etti:

“Siz gerçekten çok insancılsınız Monsenyör, beni kesinlikle aşağılamadınız. Çok iyi bir papazsınız, hiç de kibirli değilsiniz. Size para vermeme gerek yok, değil mi?”

“Hayır.” dedi Piskopos. “Paranızı kendinize saklayın. Ne kadar paranız vardı? Yüz dokuz frank mı demiştiniz?”

“Ve on beş santim.” diye ekledi adam. “Yüz dokuz frank ve on beş santim. Peki, bu parayı ne kadar zamanda biriktirdiniz?”

“On dokuz yıl.”

“On dokuz yıl!..”

Piskopos derin bir iç çekti.

Adam konuşmaya devam etti: “Paranın neredeyse tamamı hâla elimde. Dört günde sadece yirmi beş santim harcadım. Grasse’da bazı vagonların boşaltılmasına yardım ederek de para kazandım. Papaz olduğunuzu söylediniz, kaldığım zindanlarda da bir papaz vardı. Hatta bir gün oraya bir piskopos geldi. Monsenyör diyorlardı ona. Marsilya’daki başpiskopos imiş. Onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Affedersiniz, bunu çok kötü ifade ettim ama bu tür konular bana çok uzak! Bizlerin nasıl insanlar olduğunu bilirsiniz. ‘Zindanın ortasında bile dua edebilirsiniz.’ diyordu. Başında altından yapılma sivri bir şey vardı, gün ortasında parlak ışığın altında ışıldıyordu. Gaz lambasıyla aydınlatılmış odada hepimiz onun üç tarafına sıralanmıştık. Çok iyi göremiyorduk. O ise konuşmaya devam ediyordu ama konuştukları bizden çok uzaktı ve onu dinlemiyorduk. İşte bizim piskopos olarak düşündüğümüz kişi böyle biriydi.”

Adam konuşmasını sürdürürken Piskopos gidip ardına kadar açık olan kapıyı kapatmıştı.

Bu sırada Madam Magloire yemek odasına geri dönerek masanın üzerine gümüş yemek takımını yerleştirdi.

“Madam Magloire.” dedi Piskopos. “Onları mümkün olduğunca ateşin yakınına koyun.” Sonra misafire dönerek “Alplerde gece rüzgârları oldukça serttir. Üşümüş olmalısınız, efendim.” dedi.

Nazik ve sevecen tavrıyla efendim dediği her seferinde, adamın yüzü mutlulukla aydınlanıyordu. Monsenyör, bir mahkûm için çölde kendisine sunulmuş bir bardak su kadar değerliydi. Alçak gönüllülük, gerçekten dikkate alınması gereken bir özlemdi.

“Bu lamba çok kötü ışık veriyor.” dedi Piskopos.

Madam Magloire onun ne demek istediğini hemen anlamıştı ve Monsenyör’ün yatak odasına giderek dolaba yerleştirdiği iki gümüş şamdanı aldı ve yakılmış hâlde masanın üzerine koydu.

“Sayın Piskopos…” dedi adam. “Siz ne kadar iyi bir adamsınız, beni hiç küçümsemediniz. Evinize kabul ettiniz. Benim için mumlar yaktınız. Size her şeyi anlatıp nereden geldiğimi söylememe rağmen bana çok büyük bir iyilik yapıyorsunuz.”

Onun yakınında oturan Piskopos, nazikçe adamın eline dokundu. “Bana kim olduğunuzu söylemenize gerek yoktu. Burası aslında benim evim değil, aksine İsa Mesih’in evidir. Bu kapı, içeriye girenlerin kim olduklarıyla değil; nasıl bir kederde olduklarıyla ilgilenir, Tanrı’nın evidir. Acı çekiyorsunuz, aç ve susuzsunuz; bu yüzden de Tanrı’nın evine hoş geldiniz. Bana teşekkür etmenize ve sizi evime kabul ettiğim için minnettar olduğunuzu söylemenize gerek yok. Sığınacak bir yuvaya ihtiyacı olandan başka kimseye yer yoktur burada. Yoldan geçen herkese hep aynı şeyi söylüyorum, burası benden çok sizlerin evidir. Buradaki her şey sizindir. Adınızın ne olduğunu, kim olduğunuzu bilmeme gerek yoktur. Ayrıca, siz bana söylemeden önce de ben kim olduğunuzu biliyordum zaten.”

Adam şaşkınlıkla gözlerini Piskopos’a yöneltti. “Gerçekten mi? Bana ne denildiğini biliyor muydunuz?”

“Evet.” diye yanıtladı Piskopos. “Bir ‘kardeştir’ denildi.”

“Durun, Saygıdeğer Monsenyör.” diye haykırdı adam. “Buraya girdiğimde öylesine acıkmıştım ki! Ancak siz öylesine iyi yüreklisiniz ki artık bana neler olduğunu anlayamıyorum. Bana karşı insanca tutumunuz açlığımı unutturdu.”

Piskopos şefkatle ona baktı ve şöyle dedi: “Çok mu acı çektiniz?”

“Ah, üzerimde kırmızı mahkûm kıyafetleri, ayak bileklerimde prangalar, uyumak için sadece sert bir tahta, soğuk zindanlar, hükümlüler, dayaklar, zincire vurulmalar, tek kişilik rutubetli hücreler, hastalıklar, ayaklarıma bağlanılan ağır ve kalın zincirler, korkunç bir zaman… Köpekler, köpekler bile benden çok daha mutludur! On dokuz yıl! Kırk altı yaşındayım ve bunca çileli yılın ardından, işte bu sarı pasaportun sahibiyim.”

“Evet.” diye devam etti Piskopos. “Gerçekten çok acı çektiğiniz bir yerden geldiniz. Dinleyin. Cennette, tövbe eden bir günahkârın gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü, yüzlerce masum adamın çehresinden daha büyük bir memnuniyetle karşılanır. Bunca acı çekmenize rağmen yine de o insanlara karşı kin duymayın, onlardan nefret etmeyin. Siz de merhamet edilmeyi hak ediyorsunuz. İyi niyetli ve sabırlı davranacak olursanız, hepimizden çok daha değerli bir insan olursunuz.”

Bu arada Madam Magloire akşam yemeğini hazırlamıştı. Su, yağ, ekmek ve tuzla yapılan bir çorba, biraz domuz pastırması, biraz koyun eti, incir, taze peynir ve büyük bir somun çavdar ekmeği. Piskopos’un masasına, misafir günlerine mahsus bir şişe eski şarap da eklenmişti.

Piskopos’un yüzü, konuksever tabiatlara özgü o neşeli ifadeyle aydınlandı. “Haydi, yemeğe geçelim!” dedi coşkuyla. Bir yabancı onunla yemek yerken âdeti olduğu üzere, adamı sağına oturttu. Son derece naif ve insancıl olan Matmazel Baptistine, onun solunda yerini aldı.

Piskopos öncelikle bir yemek duası yapılmasını istedi, sonrasında âdeti olduğu üzere çorbayı ilk önce misafirine ikram etti. Adam büyük bir iştahla yemeye başladı.

Piskopos, birden durarak “Bana öyle geliyor ki bu masada eksik bir şey var.” dedi.

Madam Magloire, aslında gerekli olduğu üzere masaya sadece üç takım çatal ve kaşığı yerleştirmişti. Ancak Piskopos akşam yemeklerinde misafiri olduğu zaman, mutlak surette masaya altı gümüş takımın yerleştirilmesini isterdi. Bu, onun açısından tamamen masumane bir gösterişti. Bir nevi lüksün zarif görüntüsü olan bu takımlar, onun yoksul hanesinde sahip olduğu en büyük eğlencesiydi.

Madam Magloire; onun bu sözüyle ne demek istediğini hemen anlamış, tek kelime etmeden dışarı fırlamış ve kısa bir süre sonra Piskopos’un kastettiği geri kalan üç takım gümüş çatal kaşık ile geri dönerek onları masanın üzerine simetrik olarak yerleştirmişti.

IV

Pontarlier’nin Peynir Fabrikaları ile İlgili Ayrıntılar

Şimdi o masada geçenler hakkında sizlere bir fikir vermek adına, Matmazel Baptistine’in Matmazel Boischevron’a yazdığı mektuplardan birinden, hükümlü ile Piskopos arasındaki konuşmanın ustaca bir incelikle anlatıldığı pasajı aktarmak istiyorum.

…Bu adam sofrada kimsenin yüzüne bakmıyordu. Büyük bir açgözlülükle yemeğini yemeye odaklanmıştı. Ama yemekten sonra şöyle dedi: “Tanrı’nın bahşettiği Saygıdeğer Monsenyör, hazırlamış olduğunuz bu yemekler benim açımdan elbette ki yeterli ancak yemek yememe izin vermeyen o arabacıların sizden çok daha mükellef bir sofraya sahip olduklarını söyleyebilirim.” Aramızda kalsın ama bu sözleri beni gerçekten sinirlendirmişti. Kardeşim ona şöyle cevap verdi: “Onlar benden çok daha yorgun olduklarındandır.” “Hayır.” diye yanıtladı adam. “Onların daha fazla parası olduğu için. Siz fakirsiniz, bunu açıkça görebiliyorum. Hatta belki de bir papaz bile değilsinizdir. Yoksa sadece bir köy papazı mısınız? Ah, şayet Tanrı adaletli olsaydı, sizin kesinlikle bir papaz olmanız gerekirdi!”

“Yüce Tanrı adaletli olmaktan çok daha fazlasıdır.” dedi ona kardeşim. Sonra hemen ekledi: “Mösyö Jean Valjean, Pontarlier’ye mi gidiyorsunuz?”

“Oraya gitmek zorundayım.”

Adam sanırım buna benzer bir şey söylemişti. Sonra şöyle devam etti: “Yarın gün ağardığında yeniden yola koyulmalıyım. Yolculuk çok güç oluyor. Geceler ne kadar soğuksa gündüzler de bir o kadar sıcak oluyor.”

“Güzel topraklara gidiyorsunuz.” dedi ona kardeşim. “Devrim sırasında ailem dağıldığında ben de önce Franche-Comte’a sığınmıştım ve bir süreliğine orada çalışarak nafakamı çıkardım. Güçlü ve sağlıklı bir adamdım. Orada yapabileceğim çok iş vardı. Birinin sadece o işlerden birini seçmesi gerekiyordu. Orada kâğıt fabrikaları, tabakhaneler, içki fabrikaları, petrol fabrikaları, büyük ölçekli saat fabrikaları, bakır fabrikası; dördü Lod, Chatillon, Audincourt ve Beure topraklarına kurulmuş en az yirmi demir dökümhanesi vardı. Bu elbette ki kabul edilebilir büyüklükte iş olanağı sağlıyordu.”

Kardeşimin bahsettiği isimlerin bunlar olduğunu söylerken yanılmadığımı düşünüyorum. Tam bu sırada, onunla konuşmayı bırakarak bana döndü: “Sevgili kız kardeşim, orada bizim akrabalarımız yok mu?” dedi.

Ben de cevapladım: “Bazı akrabalarımız vardı, hatta eski zamanlarda Pontarlier kapılarına bakan Yüzbaşı Lucenet de bizim akrabamızdı.”

“Evet.” diyerek devam etti kardeşim. “Ama 1793’te hiç akrabamız yoktu. İnsanların kendi başının çaresine bakması, hayatını kazanmak için bizzat çalışması gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Pontarlier topraklarında tam olarak nereye gidiyorsunuz, Mösyö Valjean? Orada gerçekten büyük ve güzel peynir fabrikaları vardır. Büyüleyici bir endüstriye sahiptir, kardeşim. Meyvelik dedikleri peynir mandıraları bulunmaktadır.”

Sonra kardeşim, bir taraftan adamı yemek yemeye teşvik ederken diğer taraftan büyük bir dikkatle ona Pontarlier’deki peynir fabrikaları hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu fabrikaları iki sınıfa ayırmıştı: Zenginlere ait olan ve her yaz üç ila dört ton peynir üreten, kırk veya elli ineğin bulunduğu büyük fabrikalar ve daha fakirlere ait olan mandıralar. Bunlar ineklerini ortak kullanan ve hasılatı paylaşan dağ köylüleriymiş. Her hissedar, ineklerin başına bir kâhya bırakırmış. Onlar da peynir yapma zamanı olan nisan ayının sonuna kadar her gün, günde üç sefer süt sağar; aldıkları sütü de iki liste üzerinde işaretlerlermiş.

Yemeklerden yedikçe adamın giderek gücünü geri kazandığını görebiliyordum. Kardeşim, oldukça pahalı olmasına karşın o güzel Mauves şarabından misafirine bolca ikram ediyordu. Kardeşim bütün bu ayrıntıları, sizin de aşina olduğunuz o rahat neşesiyle anlatıyor; konuşması arasında bir taraftan da bana iltifatlar yağdırıyordu. Sohbeti sırasında sık sık o peynir imalathanelerine geri dönerek misafirine, aslında onun açısından en uygun tavsiyenin de kendisi açısından en uygun sığınacak yerin de orası olduğunu ima ediyordu. Bu konuda bir şey, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu adam gerçekten de tam olarak sana anlattığım gibi biriydi. Eh, bu arada ne yemek sırasında ne de tüm akşam boyunca kardeşimin bu adama kendisinin kim olduğunu söylememesi de gözümden kaçmamıştı. Bu konuda ona tek bir kelam dahi etmemişti. Onun yerinde başka birisi olsa misafirinin karnını doyurduktan sonra ona küçük küçük vaazlar vermekten çekinmez, mahkûmu bir din adamı sıfatıyla etkilemeye çalışarak ona neler yapması konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylesi talihsiz bir adamla karşılaşan biri, onu gelecekte daha iyi davranması için teşvik edebilir; bedenini olduğu kadar ruhunu da beslemek ve ona, ahlak dersi ve öğütleriyle terbiye edilmiş bir parça sitem ya da biraz merhamet bahşetmek için bu fırsatı kesinlikle kullanabilirdi. Kardeşim ise ona ne tam olarak nereden geldiğini ne de geçmişinde neler yaşadığını sormuştu. Çünkü adam geçmişinde büyük hatalar yapmıştı ve kardeşim ona, bunu hatırlatabilecek her şeyden kaçınıyor gibi görünüyordu. Hatta Pontarlierlilerin çok rahat yaşadığını, onların Tanrı’nın talihli kulları olduklarını söylediği zaman, adamın bundan kırılabileceğini düşünerek sözlerini kısa kesti.

Kardeşimin düşüncelerini zihnimde tartarak onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Adı Jean Valjean olan bu adam çok talihsiz ve çok acı çekmiş bir kimseydi. Kardeşim ise en iyisinin onu geçmişine dair düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu ve ona gayet doğal davranarak diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığına inandırmak için elinden geleni yapıyordu. Şefkat ve acımak da böyle hareket etmemizi gerektirmiyor muydu zaten? Vaazdan, ahlak dersi vermekten, kinayelerden uzak duran bu ince duruşla, yüreği acıyla dolu bir kimseyi avutmaya çalışmak, bir fakire sadaka vermekle eş değer değil miydi? Bir insanın acılarına dokunmamak gerekir sevgili dostum, kardeşim de bunları düşünüyor ama her hâlükârda size şunu söyleyebilirim ki içinde beslediği tüm bu düşüncelerini bana yansıtmamak için çabalıyordu. Adamın buraya gelmesinden itibaren, sonuna kadar ona her zaman başkalarına davrandığı gibi davranıyor; bu Jean Valjean’ı sanki karşısında Mösyö Gedeon ya da Prevost varmış gibi ağırlıyor; diğer tüm papaz arkadaşlarına yemek veriyormuş gibi onunla sıcak sohbetler ediyordu.

Yemeğin sonlarına doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çaldı. O, bahsi geçen Gerbaud, kucağında bebeğiyle içeri girdi. Kardeşim bebeği alnından öptü ve Rahibe Gerbaud’ya vermek üzere bana emanet etmiş olduğu on beş santimi, kadına vermek için benden aldı. Adam bu sırada etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Artık konuşmayı da bırakmıştı ve çok yorgun görünüyordu. Zavallı Gerbaud ayrıldıktan sonra, kardeşim misafire doğru dönerek: “Çok uykunuz gelmiş olmalı.” dedi. Madam Magloire bu sırada hemen masayı topladı. Bu artık bizim, misafirin dinlenebilmesi için odalarımıza çekilmemiz anlamına geliyordu; ikimiz de odalarımıza çıktık. Bu sırada odamda bulunan karaca postunu misafire vermesi için Madam Magloire’ı bir aralık aşağıya gönderdim. Geceleri çok soğuk oluyor buraları, bu onu en azından sıcak tutardı. Kardeşim Almanya’dayken bu postu ve masada kullandığım fil dişi saplı küçük bıçağı Tuna Nehri’nin yakınlarında bulunan Tottlingen’den getirmişti. Bu postun artık iyice eskimiş ve kıllarının dökülmeye başlamış olması ne yazık…

Madam Magloire hemen geri döndü. Çarşafları astığımız oturma odasında dualarımızı ettik ve sonrasında birbirimize tek kelime etmeden kendi odalarımıza çekildik.

V

Huzur

Monsenyör Bienvenu, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra masadaki iki gümüş şamdandan birini aldı; diğerini misafirine verdi ve şöyle dedi: “Mösyö, sizi yatacağınız odaya götüreyim.”

Adam onu takip etti.

Daha önceden anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi ev öyle düzenlenmişti ki girintinin bulunduğu dua alanına girmek veya oradan çıkmak için Piskopos’un yatak odasını geçmek gerekiyordu.

O, bu odaya geçerken Madam Magloire da gümüş takımları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. Bu, onun her akşam yatmadan önce yaptığı son göreviydi.

Piskopos, konuğunu odasına yerleştirdi. Onun için tertemiz bir yatak hazırlanmıştı. Adam mumu küçük şifonyerin üzerine koydu.

“Tamam.” dedi Piskopos. “Şimdi size iyi geceler dilerim. Yarın sabah yola çıkmadan önce ineklerimizden size bir bardak ılık süt ikram edeceğim.”

“Teşekkürler, Papaz Efendi.” dedi adam.

Her ne kadar bu sözleri tamamen barışçıl duygularla telaffuz etmiş olsa da birdenbire öylesine bir hareket yapmıştı ki şayet iki aziz kadın onun bu hareketini görmüş olsalardı mutlak surette dehşete kapılırlardı. O anda bu adama böyle bir hareket yapması için neyin ilham verdiğini, bizim açımızdan bugün bile açıklamak çok zor. Acaba bir uyarıda mı bulunmak istemişti, yoksa bir tehdit mi savurmak niyetindeydi? Yoksa kendisinin bile farkında olmadığı bir tür içgüdüsel dürtüye mi boyun eğiyordu? Birden yaşlı adama doğru döndü, kollarını önünde kavuşturdu ve vahşice bir bakışla âdeta haykırırcasına şunları söyledi:

“Ah! Gerçekten mi? Beni evinizde kendinize bu kadar yakın tutuyorsunuz demek?”

Sonra bir süre durdu, canavarca bir şeylerin gizlendiği korkunç bir kahkaha attı:

“Bunu iyice düşündünüz mü? Benim bir katil olmadığımı nereden biliyorsunuz?”

Piskopos sakince yanıtladı:

“Bu, Tanrı’yı ilgilendiren bir meseledir.”

Sonra gayet ciddi bir tavırla, dua eden ya da kendi kendine konuşan biri gibi dudaklarını kıpırdatarak sağ elinin iki parmağını kaldırdı ve misafirini takdis etti. Sonrasında başını çevirmeden ve arkasına bile bakmadan kendi yatak odasına geçti.

İçerideki misafir odasını, duvardan duvara çekilen büyük bir perde ayırıyordu. Piskopos, odasına geçerken arkasından perdeyi de çekti ve sonrasında perdenin önünde diz çökerek kısa bir dua etti. Kısa bir süre sonra da odasından bahçeye çıkarak bir süre yürüdü. Gezintisi esnasında tefekkür ederek kendi kendine mırıldanmaya devam ediyordu. Kalbi ve ruhu, Tanrı’nın geceleri açık kalan gözlere gösterdiği o büyük ve gizemli düşüncelere dalmıştı tamamen.

Adama gelince aslında o kadar yorulmuştu ki güzel, bembeyaz çarşafların keyfini bile sürememişti. Mahkûmların alışık olduğu tavırla, mumu bir üfleyişte söndürmüş; giyinik hâliyle kendisini yatağa atarak hemen derin bir uykuya dalmıştı.

Piskopos, bahçesinden odasına geri döndüğünde gece yarısı olmuştu. Birkaç dakika sonra ise küçük evde herkes çoktan derin bir uykuya dalmış bulunuyordu.