Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 7
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Sefil yabancı, olan bitenin farkında değildi. Bir kez daha: “Yemek kısa süre içinde hazır olur mu?” diye sordu.

“Birazdan hazır olacak.” oldu, yine hancının cevabı.

Bu sırada çocuk elinde başka bir kâğıtla geri dönmüştü. Hancı, cevap bekleyen biri gibi sabırsızlıkla kâğıdı açtı. Dikkatlice orada yazanları okudu, başını salladı ve bir an için düşüncelere daldı. Sonra endişeli gözlerle ateşin başında ısınmaya çalışan sefil adama baktı ve ona doğru bir adım attı.

“Sizi kabul edemem, efendim.” dedi adama.

Adam oturduğu yerde hafifçe kıpırdandı.

“Ne! Size ödeme yapamayacağımdan mı korkuyorsunuz? Paranızı peşin olarak ödememi ister misiniz? Param var, dedim size.”

“O yüzden değil.”

“Neden peki?”

“Paranız var…”

“Evet.” dedi adam.

“Ama benim size verecek odam yok.” dedi hancı.

Sefil adam sakince konuşmaya devam etti:

“Ahırda da yatabilirim.”

“Yapamam.”

“Neden?”

“Ahırda atlar var, orada da hiç yer yok.”

“Daha iyi ya!” diye karşılık verdi adam. “Benim için sıkıntı olmaz, bir saman balyasının üzerine kıvrılırım. Yemekten sonra duruma bir bakarım.”

“Size yemek de veremem.”

Ölçülü ama sert bir tonda yapılan bu açıklama, sonunda adamı çileden çıkarmıştı. Oturduğu yerden doğruldu.

“Ah! Saçmalık! Açlıktan ölmek üzereyim. Güneş doğarken yürümeye başladım, on iki mil yol katettim. Parasını öderim. Yemek istiyorum.”

“Size verecek hiçbir şeyim yok.” dedi hancı.

Adam bir kahkaha patlattı ve etrafındaki ocaklara ve şömineye baktı:

“Hiçbir şey ha! Bunlar ne peki?”

“Onların hepsinin sahibi var.”

“Kimmiş sahipleri?”

“İçerideki misafirler.”

“Kaç kişi var içeride?”

“On iki.”

“Burada yirmi kişiye yetecek yemek var.”

“Tamamını aldılar ve parasını da peşin ödediler.”

Adam tekrar sakince yerine oturdu ve sesini yükseltmeden: “Bir handayım, açım ve kalacağım.” dedi.

Bunun üzerine hancı, adama doğru eğilerek kulağına boğuk bir sesle: “Git buradan!” dedi.

Bu sırada yolcu öne doğru eğilmiş, elindeki sopasıyla şöminedeki ateşi karıştırıyordu; hızlıca hancıya doğru döndü ve tam hancıya cevap vermek istediği sırada adam ona öfkeli bir ifadeyle bakarak, konuşmasına bile fırsat vermeden alçak sesle ekledi:

“Dur! Yeterince konuştuk, seni tanıyorum. Adın Jean Valjean. Sana kim olduğunu da söylememi ister misin? İçeri girdiğin andan itibaren şüphelendim senden, belediyeye haber gönderdim ve bana gönderilen cevap işte buydu. Okuyabiliyor musun?”

Bunu söyler söylemez de handan belediye binasına, belediye binasından da az önce hana geri gelen kâğıdı tamamen açarak yabancıya doğru sertçe uzattı. Adam yazılanlara kısa bir göz attı. Hancı bir süre bekledikten sonra yeniden konuştu:

“Ben herkese karşı kibar davranırım. Ama sen buradan defol git!”

Adam başını öne eğdi, yere bıraktığı çantasını aldı ve tek kelime bile söylemeden hanı terk etti.

Ana cadde üzerine yürümeye karar verdi. Canı çok sıkılmıştı, kendisini aşağılanmış gibi hissediyordu. Hızlı adımlarla evlerin arasından geçti. Bir kere dahi arkasına dönüp bakmış olsa hancının içerideki tüm konuklara ve sokaktan geçen bütün insanlara sefil adamı gösterip onlara bir şeyler anlattığını da görebilir ve o insanların gözlerindeki korku ve şüpheye şahit olarak gelişinin hızla tüm kasabaya yayılacağını tahmin edebilirdi.

Bunlardan hiçbirini görmedi. Sefil ve hakaret görmüş bir insan, asla arkasına bakmayı düşünmezdi. Çünkü her zaman için onları takip eden kötü kaderin farkında olurdu bu kişiler.

Böylece zavallı adam; bir süre hiç durmadan yürüdü, hiçbir yerini bilmediği kasabanın rastgele sokaklarında dolaştı, genellikle üzgün insanlarda olduğu gibi kaderinden dolayı o da kendi yorgunluğunu unutmuştu. Ancak karnı öylesine açtı ki bu açlık acısı keskin bir şekilde sürekli olarak kendisini hissettiriyordu. Gece çökmek üzereydi ve bir an evvel kendisine sığınacak bir yer bulmak zorundaydı. Ne yapabileceğini görmek için etrafına bakındı.

Sonuç olarak kasabadaki güzel hanların onu kabul etmeyeceklerinin farkındaydı, artık ya mütevazı bir ailenin yanına sığınacak ya da salaş bir tavernaya gidecekti.

Tam bu sırada, bulunduğu sokağın sonunda parlayan bir ışık olduğunu gördü; alaca karanlığın içerisinde demir kirişten sarkan bir çan ve altındaki meyhane tabelasını fark etti. Hızlıca oraya doğru ilerledi.

Burası sıradan, basit bir meyhaneydi: Chaffaut Sokağı’nda bulunan küçük bir meyhane.

Sefil adam bir süre dışarıda durdu, sonra yaklaşarak pencereden içeriye göz attı. Masaların üzerinde küçük fenerlerin bulunduğu, şöminesinde nefis bir ateşin yandığı mekânı bir süre seyretti. İçeride içen birkaç adam vardı. Meyhaneci şöminenin önünde kendisini ısıtıyordu. Şöminenin üzerindeki demire asılı bir kaptan alevlerin üzerine damlayan kabarcıklar vardı.

Aynı zamanda bir nevi han da olan bu meyhanenin iki giriş kapısı vardı. Biri doğrudan sokağa bakıyordu, diğeri ise arka tarafta gübre dolu küçük bir avluya açılıyordu. Yolcu, sokak kapısından girmeye cesaret edemedi; bu yüzden de avludan içeri girerek, arka kapıya giderek bir süre kapının önünde bekledi. Sonra daha fazla dayanamayarak çaresizlikle sürgüyü kaldırdı ve kapıyı açtı.

“Kim o gelen?” diye bir ses yükseldi.

“Yemek ve kalacak yer isteyen biri.”

“İyi. Hem yemek hem de yatak var.”

Yolcu içeri girdi. İçkilerini yudumlayan adamların hepsi ona doğru döndü. Bir yandan içerideki fenerler, diğer taraftan ateş onun yüzünü aydınlatıyordu. Çantasını sırtından indirdiği sırada herkes onu izliyordu.

Meyhaneci: “Ateşe doğru yaklaş. Tencerede yemek pişiyor. Gel ve kendini biraz ısıt, yoldaş.” dedi.

Jean Valjean ateşin yanına oturdu. Yorgunluktan perişan hâldeki ayaklarını ateşe doğru uzattı, tencereden etrafa yayılan mis gibi yemek kokusunu içine çekti. İyice aşağıya çekmiş olduğu şapkasının altında saklamaya çalıştığı yüzünden her şey okunabiliyordu; sefalet, yorgunluk ve açlıktan yaşadığı ızdırap, diğer dokunaklı tüm ifadelerine karşın bariz biçimde görünen gurur, üstüne üstlük oldukça sağlam bir yapıya sahip olmasına rağmen yaşadığı büyük bitkinlik… Yaşadığı tüm bu karmaşık duygular, adamın üzerinde garip bir tezatlık oluşturuyordu; mütevazılıkla başlayan görüntüsü büyük bir güçle sona eriyordu. Kirpiklerinin altındaki gözleri, çalıların altındaki bir ateş gibi parlıyordu.

Tam zavallı adam biraz ısınmaya başlamıştı ki masada oturan adamlardan biri dikkatlice onu süzmeye başladı. Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye girmeden önce atını Labarre’in ahırına bağlayan balıkçılardan biriydi o. Tesadüfen o sabah Bras d’Asse arasında, yolda bu sefil ve pislik içindeki adamla karşılaşmış, neredeyse korkarak ondan uzaklaşmıştı. Adamın adını şu anda hatırlamıyorum. Sanırım Escoublon’du. Onunla karşılaştığında yorgunluktan bitap düşmüş olan yolcu, kendisiyle birlikte yürümesinde bir sıkıntı olup olmayacağını sormuştu; balıkçı ise ona karşılık vermek yerine adımlarını iki katı hızlandırarak tek kelime söylemeden yanından uzaklaşmıştı. Biraz önce handan sefil adamın kovulmasını izlemiş ve sonrasında etraftakilerin tüm konuşmalarını dinlemişti. Oturduğu yerden meyhaneciye belli belirsiz bir işaret yaptı. Doğruca onun yanına giden meyhaneciye, kısık sesle birkaç kelime söyledi. Jean Valjean ise bu sırada yine düşüncelere dalmış hâlde oturmaya devam ediyordu.

Meyhaneci şömineye doğru döndü ve birden elini adamın omuzuna koyarak: “Hemen buradan git.” dedi sertçe.

Yabancı ona doğru dönerek, nazikçe: “Ah! Siz de mi biliyorsunuz?” dedi son bir çabayla.

“Evet.”

“Handan da kovmuşlardı beni.”

“Ve buradan da kovuluyorsun.”

“Nereye gitmemi istersiniz?”

“Başka bir yere.”

Jean Valjean bastonunu ve çantasını alarak sessizce meyhaneden çıktı.

Dışarı çıktığı sırada, onu handan bu yana takip etmeyi sürdüren ve buradan da kovulacağından emin oldukları açıkça görünen çocuklar ona taş attı. O da öfkeyle sopasını sallayarak çocukları dağıttı.

Tekrar yürümeye başladı, bu sırada bir hapishanenin önünden geçti. Hapishanenin kapısında bir zile bağlı demir bir zincir asılıydı, bir anda aklına gelen fikirle kapıyı çaldı.

“Kapıcı efendi.” dedi, içeri girdiğinde kibarca şapkasını çıkararak. “Bu gecelik burada kalmama izin verebilir misiniz?”

Kapıcı sertçe yanıt verdi: “Hapishane bir han değil. Kendini tutuklatacak olursan burada kalabilirsin.” Sonra da hemen kapıyı yeniden kapattı.

Bahçeler arasında birçok küçük evin sıralandığı bir sokağa girdi. Bazıları sadece sokağa neşeli bir görünüm kazandıran çitlerle çevriliydi. Bu bahçelerin ve çitlerin ortasında, penceresinden ışık sızan tek katlı küçük bir ev gördü. Meyhanede olduğu gibi, camdan içeriye baktı. İçeride baskılı pamuklu kumaşlarla kaplı bir yatak, bir köşesinde bir beşik, birkaç tahta sandalye ve duvarda asılı çift namlulu bir silah bulunan beyaz badanalı büyük bir oda vardı. Odanın ortasında bir masa bulunuyordu. Bakır bir gaz lambası, kaba beyaz ketenden yapılmış masa örtüsünü, gümüş gibi parıldayan ve şarapla dolu kalaylı sürahiyi ve kahverengi, dumanı tüten çorba kâsesini aydınlatıyordu. Bu masada kırk yaşlarında, neşeli ve açık yüzlü, dizlerinin üzerinde küçük bir çocuğu sallayan adam oturuyordu. Hemen onların yakınlarında küçük bir bebeği emziren genç bir kadın vardı. İçeridekilerin hepsi gülümsüyordu.

Sefil yabancı, bu sıcacık ve sakinleştirici yuva karşısında bir an duraksadı. Bu manzaranın onun içinde ne yangınlar kopardığını ancak kendisi söyleyebilirdi. Bu neşeli evin büyük ihtimalle konuksever olacağını, bu kadar çok mutluluğun olduğu bir yuvada biraz olsun merhamet duygusunun da barınacağını düşündü.

Çekinerek de olsa cılız bir vuruşla camı tıklattı ama onu duymadılar. Bir sefer daha cama vurdu.

Bu sefer kadın sesi duymuştu çünkü onun kocasına, “Sanırım biri kapıyı çalıyor.” dediğini duydu.

“Hayır.” diye yanıtladı kocası.

Yabancı bir kez daha cama vurdu. Bu sefer kocası ayağa kalktı, lambayı eline aldı ve kapıya gitti.

Uzun boylu, yarı köylü yarı zanaatkâr gibi görünen bir adamdı. Önünde sol omuzuna kadar uzanan ve üzerinde çekiç, kırmızı bir mendil, bir barut kutusu ve ceplerinden her türlü nesnenin fırladığı, büyük deri bir önlük vardı. Başını geriye doğru atarak ilerledi, önü genişçe açılmış ve arkaya doğru kaymış gömleği, bembeyaz geniş boynunu ortaya çıkarmıştı. Kalın kirpikleri, gür simsiyah bıyıkları, çıkık gözleri ile geniş bir yüze sahipti; tüm bu özellikleriyle gerçek bir toprak adamı olduğu anlaşılıyordu.

“Özür dilerim, efendim.” dedi yabancı. “Parasını ödemek karşılığında bana bir tas çorba ve şu bahçedeki barakanın köşesinde uyuyacak bir yer verir misiniz? Lütfen, bunu yapabileceğinizi söyleyin. Parasını vereceğim.”

“Sen de kimsin?” diye sordu ev sahibi.

“Ben Puy-Moisson’dan yeni geldim. Bütün gün yürüdüm. On mil yol katettim. Lütfen, eğer parasını ödersem bana yardım eder misiniz?”

“Olabilir tabii.” dedi adam şaşkınlıkla. “Parasını ödeyeceksen neden olmasın. Ama neden hana gitmiyorsun ki?”

“Yer yokmuş.”

“Ah! Bu imkânsız. Bugün ne bir pazar ne de bir şenlik var. Labarre’ye gittin mi?”

“Evet.”

“Ne oldu peki?”

Yolcu utanarak cevap verdi:

“Bilmiyorum. Beni kabul etmediler.”

“Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye gittin mi?”

Yabancı daha utanarak:

“Onlar da kabul etmediler.” diye kekeledi.

Adamın yüzünde bir şüphe ifadesi belirmişti, yabancıya tepeden tırnağa baktı ve birdenbire bir tür ürpertiyle haykırdı: “Sen o adam mısın?”

Yabancıya yeniden şüphe dolu bir bakış attı, üç adım geri giderek lambayı masanın üzerine bıraktı ve duvardan silahını aldı.

“Sen o adam mısın?” dediği sırada kadın ayağa kalkmış, iki çocuğunu kollarının arasına alarak alçak sesle mırıldanıyordu. Korkmuş gözlerle yabancıya dehşet içinde bakarak hemen kocasının arkasına sığınmıştı.

Elbette bütün bunlar, kişinin kendi kendine hayal etmesi gerekenden çok daha kısa bir süre içerisinde gerçekleşti. Adam, sanki karşısında bir yılan varmış ve midesi bulanıyormuş gibi yüzünü ekşiterek karşısındaki adama bakıyordu ve silahını yabancıya doğru doğrultarak:

“Çek git buradan!” diye haykırdı.

“Tanrı aşkına, en azından bir bardak su verin.” dedi yabancı.

“Ancak silahımdan bir kurşun alırsın!” dedi adam nefretle.

Sonra büyük bir öfkeyle kapıyı kapattı ve Jean Valjean adamın içeriden iki büyük sürgüyü de çektiğini duydu. Hemen ardından da pencerenin kepenkleri kapandı ve pencereye karşı yerleştirilmiş bir demir çubuğun sesi duyuldu dışarıdan.

Soğuk gece enikonu kendisini hissettirmeye, Alplerden de soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sokağın bittiği köşede, bahçelerle çevrili çimenlik bir alanda, bir tür kulübe gibi görünen küçük bir yapıya rastladı. Tahta çitin üzerinden kararlılıkla tırmandı ve kendisini bahçeye attı. Kulübeye doğru yaklaştı, kapısı çok alçaktı ve kapı olarak sadece dar bir aralık vardı. Yol çalışması yapan işçilerin malzemelerini koydukları türden yapıları andırıyordu. O sırada bu kulübenin de kesinlikle bir yol işçisinin kulübesi olduğunu düşündü ama soğuktan ve açlıktan dolayı öylesine bitap durumdaydı ve öylesine acı çekiyordu ki en azından kendisini soğuktan koruyabilecek bir sığınak bulduğu için şükrediyordu. Bu tür kulübeler geceleri genellikle boş olurdu. Bu nedenle yüzüstü yere uzanarak, sürünerek kulübeden içeri girdi. En azından içerisi biraz olsun sıcaktı ve içeride biraz olsun rahat yatmasını sağlayacak bir saman yığını vardı. Bir an için kendisini sanki bir yatağa uzanmış gibi hissetmişti. Öylesine yorulmuştu ki hareket edecek gücü kalmamıştı. Sonra yanında taşıdığı çantasını bir yastık olarak kullanmak için şekil vermeye çalışırken bir anda olduğu yerde donup kaldı. Tam karşısında bir çift korkunç göz ona bakıyor ve vahşi bir hırlama duyuluyordu. Kulübenin girişinde, karanlıkta kocaman bir köpeğin başı görünüyordu. Girdiği yer bir köpek kulübesiydi.

Ne o köpekle ne de onun sahibiyle mücadele edecek gücü kalmıştı. Sopasını aldı, çantasını kendisine kalkan yaptı ve üzerindeki neredeyse paçavraya dönmüş kıyafetlerinin daha fazla yırtılmasına müsaade etmemek için, mümkün olduğunca sakin hareketlerle kulübeden çıktı.

Aynı şekilde bahçeyi de terk etti ancak köpeğin kendisine hamle yapmaması için geri geri ilerlemesi gerekiyordu, bu yüzden sopasından da destek alarak çiti araladı.

Herhangi bir sıkıntı yaşamadan çitlerin arasından geçtikten sonra, kendisini bir kez daha sokakta, tek başına, sığınağı olmadan, başının üzerinde bir çatısı olmadan, o saman yatağından ve hatta o sefil köpek kulübesinden bile kovulmuş hâlde yolda buldu. Yol kenarındaki bir taşın üzerinde oturmak yerine neredeyse düştü ve yoldan geçen biri onun bu sırada, iniltileri arasında, “Ben bir köpek dahi olamıyorum!” diye bağırdığını duydu.

Kısa bir süre sonra yeniden ayağa kalktı ve yürümeye devam etti. Tarlalarda kendisine barınacak bir yer sağlayabilecek bir ağaç ya da samanlık bulmayı umarak etrafta dolaşmaya başladı.

Bir süre böyle başı öne eğik yürümeye devam etti. Tüm insanlardan uzaklaştığını hissettiği bir yerde gözlerini kaldırdı ve etrafına bakındı. Bir arazi üzerindeydi. Önünde, hasattan sonra balyalar hâlinde toplanarak istiflenmiş, anızlarla kaplı alçak tepelerden biri vardı.

Etraf kapkaranlıktı. Bu sadece gecenin karanlığı da değildi, tepenin üzerinde duruyormuş gibi görünen ve tüm gökyüzünü dolduran yoğun bulut tabakalarından kaynaklanan bir karanlıktı. Bu arada, ay yükselmek üzereyken ve zirvede hâlâ alaca karanlığın parlaklığından bir kalıntı varken bu bulutlar gökyüzünün zirvesinde bir tür beyazımsı kemer oluşturmuş ve buradan bir ışık parıltısı toprağa düşmüştü.

Çok şiddetli bir rüzgâr esmeye, şimşekler çakmaya başlamış ve böylece yeryüzü, özellikle uğursuz bir etki yaratan gökyüzünden daha iyi aydınlatılır hâle gelmişti. Kasvetli, ıssız, korkunç ve karanlık bir geceydi. Arazide ya da tepelerin bulunduğu kısımlarda ise sarsılan ve titreyen solmuş bir ağaçtan başka hiçbir şey yoktu.

Jean Valjean, elbette ki insani şeylerin gizemli yönlerine duyarlı olan o hassas zekâ ve ruh alışkanlıklarına sahip olmaktan çok uzak bir adamdı. Yine de böyle bir gecede korkmamak, ümitsizliğe kapılmamak hiç kolay değildi. Bir an olduğu yerde hareketsiz kaldıktan sonra, her ne olursa olsun geceyi şehirde geçirmesi gerektiğine karar vererek kararlı adımlarla geri döndü. Doğanın insanlara düşmanca göründüğü anlar vardı ve o, bu havada böylesine ıssız bir yerde kalmak istemiyordu.

Hızlı adımlarla yürümeye başladı, Digne’nin kapıları kapatılmıştı. Dinî savaşlar sırasında kuşatmalara devam eden Digne kasabası, 1815’te hâlâ yıkılmış kare kuleleri olan eski surlarla çevriliydi. Jean Valjean, bu surların arasında oluşan bir gedikten geçerek tekrar şehre girdi.

Saat gece sekiz olmalıydı. Sokakları tanımadığı için rastgele yürümeye devam etti.

Önce Hükûmet Konağının, ardından da Papaz Okulunun önünden geçerek Katedral Meydanı’na ulaşmıştı. Öfke dolu gözlerle kiliseye bakarak yumruğunu savurdu.

Bu meydanın köşesinde, İmparatorluk Muhafızları adına Elba Adası’ndan getirilen ve Napolyon’un bizzat dikte ettirdiği duyuruların ilk kez orada basıldığı bir matbaa vardı.

Yorgunluktan bitkin düşmüş ve artık hiçbir umudu kalmamıştı. Böylece matbaanın kapısının önünde duran taş bir sıraya uzandı.

O sırada, adamın taş sıranın üzerine uzandığını fark eden yaşlı bir kadın, kiliseden çıktı. “Orada ne yapıyorsun, dostum?” diye seslendi.

Jean Valjean sert ve öfkeli bir şekilde karşılık verdi: “Gördüğün gibi hanımefendi, yatıyorum.” Aslında imalı bir şekilde hanımefendi dediği o kadın, Markiz de R.’den başkası değildi.

“Bu bankta mı?” dedi şaşkınlıkla kadın.

“On dokuz yıl boyunca tahta bir zemin üzerinde yattım.” dedi adam. “Bugün de bir taş üzerinde yatayım, ne çıkar.”

“Asker miydin?”

“Evet hanımefendi, bir askerdim.”

“Neden hana gitmiyorsun?”

“Çünkü param yok.”

“Yüce Tanrı’m!” dedi Markiz de R. “Çantamda sadece birkaç santimim var.”

“Hepsini bana ver.”

Adam onun elindeki birkaç santimi aldı. Markiz de R. konuşmaya devam etti: “Bu kadarcık para senin handa kalmanı sağlamaz ama sen yine de şansını bir dene. Belki işe yarar. Geceyi bu şekilde taş üzerinde geçirmen imkânsız. Üşümüşsün ve belli ki açsın. Birileri mutlaka sana acıyıp yatacak yer verecektir.”

“Bütün kapıları çaldım.”

“Ah, öyle mi?”

“Her yerden de kovuldum.”

Hanımefendi şefkatle adamın koluna dokundu ve ona sokağın diğer tarafındaki küçük, alçak bir evi, Piskopos’un evini işaret etti.

“Bütün kapıları çaldın mı?”

“Evet.”

“Peki, o kapıyı çaldın mı?”

“Hayır.”

“Git, o kapıyı çal.”

II

Kuşku Bilgeliğe Giden Yol

O akşam Digne Piskoposu, gün boyu kasabada yaptığı gezintiden sonra, geç saatlere kadar odasına kapanmış; bir süreden beri yazmakta olduğu kitap üzerinde çalışıyordu. Bu kitapta, papazlarla doktorların görevleriyle ilgili önemli hususları dikkatle derliyordu. Kitabını iki bölüme ayırmıştı: İlk bölümde hepsinin görevlerini en ince detaylarına kadar ele alıyor, ikinci bölümünde ise her bireyin ait olduğu sınıfa göre görevlerini ayrıştırıyordu. Bu görevlerin hepsi, kendi alanlarında büyük görevlerdi. Her zamanki gibi sevgiden ve yardımlaşmadan söz ederek Aziz Matta’nın gösterdiği; Tanrı’ya karşı görevler (Matta, VI), kişinin kendine karşı görevleri (Matta, V, 29-30), komşuya karşı görevleri (Matta, VII, 12) ve hayvanlara karşı görevleri (Matta, VI, 20-25) olarak bu konuyu dört farklı gruba ayrıştırıyordu. Piskopos bu görevlerin yanı sıra, başkaca görevlerin farklı yerlerde belirtildiğini ve reçete edildiğini de gördü. Romalıların hükümdarlarına ve tebaalarına yazılan dizelerde yargıçlara, eşlere, annelere, genç erkeklere, Aziz Petrus tarafından yazılmış olan birçok nasihat vardı. Efesliler yazıtlarında kocalara, babalara, çocuklara ve hizmetkârlara nasihatlerde bulunuyordu. İbraniler ise yazıtlarında inananlara, bakirelere ve azizlere yer veriyordu. O ise tüm bunları bir araya getirerek büyük bir özenle, binbir emekle yazıyor; yorulmadan muazzam bir zahmetle saatlerce bu eser üzerinde çalışıyordu.

Saat sekizde hâlâ çalışmalarıyla meşguldü; dizlerinin üzerinde büyük bir kitapla, küçük kare kâğıtlara bir hayli zahmetle bir şeyler yazarken Madam Magloire, her zamanki gibi yatağın yanındaki dolaba koymuş olduğu gümüş eşyaları almak için içeri girdi. Piskopos, onun odaya girmesiyle akşam yemeğinin hazırlandığını ve kız kardeşinin yemek için onu beklediğini fark etti. Kitabını kapattı, masasından kalktı ve yemek odasına geçti.

Yemek odası; (daha önce de dediğimiz gibi) sokağa açılan bir kapısı ve bahçeye açılan bir penceresi olan, şömineli, dikdörtgen bir odaydı. O içeriye girdiği sırada Madam Magloire, aslında masaya son dokunuşları yapıyordu. Bu işleri yaparken de Matmazel Baptistine ile sohbet ediyordu. Masanın üzerinde bir lamba vardı; masa ise hemen şöminenin yanı başına yerleştirilmişti. Odun ateşi, etrafa tatlı bir sıcaklık yaymıştı.

Her ikisi de altmış yaşın üzerinde olan bu iki kadını insan kendi kendine kolayca tasavvur edebilirdi. Madam Magloire kısa boylu, etine dolgun, hayat dolu bir kadındı; Matmazel Baptistine ise onun aksine narin, zayıf, çelimsiz, erkek kardeşinden biraz daha uzundu. O gece üzerine bir zamanlar Paris’ten satın aldığı ve o zamandan bu yana da benimsediği 1806 modası pudra rengi ipek bir elbise giymişti. Bütün bir sayfanın anlatmaya yetmediği bir fikri tek bir kelimeyle dile getirme erdemine sahip olan kaba ifadeleri kullanacak olursak Madam Magloire, tam bir köylü ve Matmazel Baptistine tam bir hanımefendi edasına sahipti. Madam Magloire başına beyaz kapitone bir şapka geçirmiş, sahip olduğu tek mücevher olan kadife bir kurdele üzerine takılmış altın bir Jeannette haçı olan broşunu boynuna bağlamıştı. Kaba, siyah yünlü kabaran bir elbise vardı üzerinde; kısa kollu, kırmızı ve yeşil kareli pamuklu kumaştan bir önlük beline yeşil bir kurdele ile bağlanmıştı. Ayaklarında Marsilyalı kadınların giydikleri sarı çoraplar ve kalın ökçeli ayakkabıları vardı. Matmazel Baptistine’in elbisesi ise 1806 model, ince belli, korseli, kabarık etekli ve karpuz kolluydu; önü tamamen düğmelerle kapatılmıştı. Kır saçlarını, bebek peruğu olarak bilinen kıvırcık bir peruk altına gizlemişti. Madam Magloire zeki, hayat dolu ve sevecen bir kadındı; ağzının iki köşesi eşit olmayan bir şekilde kalkıktı ve alt dudağından daha büyük olan üst dudağı ona oldukça huysuz ve buyurgan bir görünüm kazandırıyordu. Monsenyör ona karşı sakin davrandığı sürece, onunla saygı ve sükûnetle konuşarak kararlı biçimde itirazlarını ifade eder ama ne zaman ki Monsenyör sinirlenecek olsa hiç sesini çıkarmadan ona itaat ederdi. Matmazel Baptistine ise kesinlikle onu uyaracak biçimde konuşmaya gerek duymazdı. Kendisini Piskopos’a koşulsuz şartsız itaat etmeye ve onu sadece mutlu etmeye adamıştı. Genç kızlık döneminde dahi pek güzel biri olmamıştı. İri, mavi ve çıkık gözleri, uzun ve kemerli bir burnu vardı ama tüm çehresi ve tüm kişiliği en başta da belirttiğimiz gibi tarif edilemez bir iyilikle yüceltilmişti. Her zaman kibar bir bayan olmuştu. Ancak imanı, hayırseverliği, etrafına dağıttığı umut ve ruhunun güzelliği onun dış görünüşüne ilahi bir ışıltı vermişti. Tabiat onu bir kuzu, din ise onu bir meleğe dönüştürmüştü. Zavallı aziz bakire! Kaybolan tatlı hatıralar!

Matmazel Baptistine o akşam piskoposluk konutunda olanları o kadar sık anlattı ki şu anda yaşayan ve en küçük ayrıntıları hâlâ hatırlayan birçok kişinin olduğuna eminim.

Piskopos yemek odasından içeriye girdiğinde Madam Magloire oldukça neşeli bir biçimde konuşuyordu. Matmazel Baptistine’e kendisinin ve Piskopos’un da aşina olduğu bir konuda nutuk çekiyordu. Sorun ise yine giriş kapısındaki kilitle ilgiliydi.

Konuşmalardan anlaşılacağı üzere Madam Magloire, akşam yemeği için erzak temin etmeye gittiğinde kasabada kulağına çalınan söylentilerden bahsediyordu. İnsanlar kötü görünümlü, pislik içerisinde etrafta dolaşan birisinden bahsetmiş; kasabaya şüpheli bir serserinin geldiğini ve o gece eve geç dönmek zorunda kalacak kişilerin tatsız karşılaşmalara maruz kalabileceklerini anlatmışlardı. Üstelik idari sebeplerden dolayı, polis şu sıralar kasabadaki düzenle pek ilgili değilmiş. Aklı olan insanların polis gibi davranarak kendilerini korumaları, evlerini usulüne göre düzgünce kilitlemeleri ve kapılarını her zaman itinayla kapatmaları gerektiğini özellikle Piskopos’un duyacağı biçimde yüksek sesle anlatıyordu Madam Magloire.

Madam Magloire bütün olan biteni büyük bir hararetle anlatmıştı. Ancak Piskopos çok soğuk olan odasından, daha yeni yemek odasına girdiğinden onun anlattıklarını pek dinlememişti. Ateşin önünde durdu, ısındı ve sonra yeniden düşüncelere daldı. Madam Magloire, anlattıklarının özellikle duyması gereken kişi tarafından hiç dinlenilmediğini fark edince sözlerini tekrarladı. Kardeşini her zaman memnun etmeye kendini adamış olan Matmazel Baptistine, dostunun kırılmasını istemediğinden çekinerek de olsa kardeşine şu soruyu sorabilmişti: