VI
Jean Valjean
Gece yarısı Jean Valjean uyandı.
Jean Valjean, Brie’nin fakir bir köylü ailesinden geliyordu. Çocukluğunda okuma yazma dahi öğrenmemişti. Gençlik dönemine yaklaştığında Faverolles’de ağaç budama ustalığını icra etmişti. Annesinin adı Jeanne Mathieu, babasının adı ise Jean Valjean ya da Vlajean idi. Muhtemelen bir lakap ya da “Voila Jean”3 kelimesinin kısaltılmış hâliydi.
Jean Valjean, öyle pek de neşeli ve sevecen bir insan değildi ancak yine de çok karamsar olmayan ve düşünceli bir mizaca sahipti. Bununla birlikte, genel olarak Jean Valjean’ın içinde gizli bir şeylerin uyuduğu belli oluyordu. Annesini ve babasını çok erken yaşta kaybetmişti. Annesi, gerektiği gibi ilgilenilmediğinden zehirli sütten hayatını kaybetmişti. Kendisi gibi ağaç budama ustası olan babası ise ağaçtan düşerek ölmüştü. Jean Valjean’ın elindeki tek yakını, erkek ve kız yedi çocuğu olan ve çok erken yaşta dul kalan ablası olmuştu. Jean Valjean’ı işte bahsettiğimiz o ablası büyütmüştü. Kadının kocası erken yaşta öldüğünde ise Jean Valjean onun çocuklarına babalık etmiş ve ablasının yanına sığınmıştı. Ablasının kocası öldüğünde yedi çocuğun en büyüğü henüz sekiz, en küçüğü ise bir yaşındaydı.
Jean Valjean o sıralarda yirmi beş yaşındaydı. Çocuklarla babalarıymış gibi ilgilenerek ablasına onların yetiştirilmesinde destek olmuştu. Hayata karşı fazlasıyla kalender ve tembel bir duruşu olmasına karşın ablasına yardımcı olmayı bir görev olarak kabullenmişti. Böylece gençliği çok az kazanç ve zorlu işlerle geçti. Kendi memleketinde olmasına rağmen hiçbir zaman dost edinemedi, nazik bir kadın arkadaşla bile tanışma olanağı olmadı. Âşık olacak zamanı bile bulamadı.
Geceleri yorgun ve bitap hâlde eve döner, hiçbir şey söylemeden yemeğini yerdi. Kız kardeşi Jeanne, yemek yedikleri sırada genellikle yemeğin en iyi kısmını -biraz et, bir dilim domuz pastırması, lahananın göbeği gibi- çocuklarından birine vermek için kâsesinden alırdı. Jean Valjean ise başı masaya eğik, uzun saçları önündeki tabağa doğru dökülerek gözlerini gizler; etrafında olup biteni hiç algılamıyor ve buna izin veriyormuş gibi bir tavır takınırdı. Faverolles’de, Valjean’ın sazdan kulübesinden çok uzakta olmayan sokağın diğer tarafında, Marie-Claude adında bir çiftçinin karısı vardı. Valjean gibi çocuklar da her zaman açlık çekerlerdi. Kimi zaman anneleri adına Marie Claude’dan bir litre süt ödünç almaya gider, bir çitin arkasına ya da bir ara sokağa girerek sürahiye doldurttukları sütü aceleyle içmeye çalışırlardı. O kadar aç olurlardı ki küçük kızlar sütü içerken boyunlarından aşağıya, önlüklerine dökerlerdi. Anneleri çocukların bu yaramazlıklarını öğrenecek olsa onları kesinlikle çok ağır biçimde cezalandırırdı. Jean Valjean ise bu durumun farkında olduğundan çocuklar, annelerinden dayak yemesinler diye gizlice Marie Claude’a süt paralarını öder; böylece yeğenlerinin cezalandırılmasını önlemiş olurdu.
Ağaçların budanma mevsimi geldiğinde Jean Valjean, günde on sekiz metelik kazanırdı. Sonra hasat zamanı geldiğinde saman toplama ve ardından her türlü angarya işe koşar, çiftliklerde bulabildiği tüm işlerde üç santime çalışırdı. Bu konuda gerçekten de elinden geleni yapardı. Ablası da çalışıyordu ama yedi küçük çocukla ne kadar kazanabilirdi ki? Onlar gerçek anlamda yavaş yavaş yok edilen, tüm hayatları sefaletle sarmalanmış bir grup kederli insan topluluğundan başka bir şey değildi. Çok sert bir kış bastırmıştı. Jean’ın bir işi yoktu. Aile ekmek alacak para dahi bulamıyordu. Evet, gerçekten de evde bir lokma ekmek dahi yoktu. Yedi çocuk, hepsi açtı!
Bir pazar akşamı, Faverolles’deki Kilise Meydanı’nda fırıncı Maubert Isabeau yatmaya hazırlandığı sırada, dükkânının kepenkli cephesinde büyük bir gürültü duydu. Bir yumruk darbesiyle açılan delikten kolunu içeriye uzatan hırsızı görebilecek kadar hızlı biçimde içeri koştu. İçeriye uzanan kol, bir somun ekmek kapıp elini çekti. Isabeau aceleyle dışarı çıktı, hırsız var gücüyle kaçıyordu. Isabeau peşinden koştu ve onu yakalamayı başardı. Hırsızın elindeki somun fırlayıp yere düşmüştü. Kırık camdan ekmeği dışarı çekerken kolu kesilmişti ve o anda hâlâ kanamaya devam ediyordu. Bu, Jean Valjean’dan başkası değildi.
Bu olay 1795’te gerçekleşti. Jean Valjean; gece vakti gasp, hırsızlık ve meskûn bir haneye girmek suçlarından dönemin mahkemelerinin huzuruna çıkarıldı. Dünyada belki de herkesten çok iyi kullanmayı becerdiği bir silahının olması ve o dönem avcılıkla uğraşması, davasında onun aleyhine kullanıldı. O dönemlerde kaçak avcılara dair çok büyük ön yargı vardı ve onları kaçakçılarla bir tutarlardı. Bu nedenle Jean Valjean da kendi topluluğu arasında kötü bir kimse olarak kabul edilmişti. Yine de şu noktada bir durumu daha belirtmek isterim ki o dönemlerde sıradan avcılar ve kasabaların korkunç katilleri arasında hâlâ büyük bir uçurum söz konusuydu. Onlara göre kaçak bir avcı ormanda yaşar, bir kaçakçı ise dağlarda veya denizlerde hayatını sürdürürdü. Şehirler, yozlaşmış adamlarla dolu olduğundan vahşi insanlar yaratırdı. Onların görüşüne göre dağlar, denizler, ormanlar vahşi insanların ortaya çıkmasına neden olurdu; onların yaşantısı şiddeti geliştirirdi ancak yine de bu, insanların çoğu zaman insani yönlerini yok etmezdi.
Jean Valjean yargılama sonucunda suçlu bulundu. Kanunlarda şartlar açıktı. Bizim medeniyetimizin korkunç an ve durumları vardı. İşte yargılama sonucunda hükümlerin verildiği anlar da bunlardan biriydi. Ah, toplumun geri çekildiği ve duyarlı bir varlığın onarılmaz bir şekilde terk edilmesinin tamamlandığı işte o an, ne kadar da uğursuz bir andı! Jean Valjean, kadırgalarda beş yıl forsalık yapmaya mahkûm edildi.
22 Nisan 1796’da, İtalya ordusunda general olan Buona-Parte tarafından Motenotte Zaferi’nin kazanıldığı Paris’te ilan ediliyordu. Aynı gün Bicétre’den yola çıkan büyük bir kadırga da zincire vurulmuş mahkûmları taşıyordu. Jean Valjean da o mahkûmların arasındaydı. Hapishanenin şimdi neredeyse seksen yaşında olan eski gardiyanlarından biri; avlunun kuzey köşesinde, dördüncü sıranın sonunda zincirlenmiş talihsiz zavallı mahkûmu gayet mükemmel biçimde hatırlıyordu. O da diğerleri gibi yerde oturuyordu. Durumunun korkunç olması dışında, etrafında olan biteni pek algılamış gibi görünmüyordu. Sürekli olarak derin düşüncelere dalıyor, başına gelenlere bir çözüm bulmaya çalışıyor, bulamadıkça da daha fazla bunalıma giriyordu. Çekicin sert darbeleriyle, demir pranganın başının arkasına perçinlenmesi sırasında çaresizlik içinde ağlıyor; hıçkırıkları neredeyse boğulmasına neden oluyor, konuşmasını engelliyordu; zaman zaman sadece “Faverolles’de ağaç budama ustasıydım ben.” demeyi başarıyordu. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederek sağ elini kaldırıyor ve yedi kez yavaş yavaş indiriyordu. Boynuna geçirilen zincirli pranganın ağırlığı altında ablasını ve yedi zavallı çocuğunu, onların nasıl giyineceğini, beslenmek için ne yapacaklarını düşünerek kahrından mahvoluyordu.
Toulon’a doğru yola çıktı. Yirmi yedi günlük bir yolculuktan sonra, bir yük arabası üzerinde, boynunda prangayla oraya vardı. Toulon’a vardıklarında üzerlerine kırmızı mahkûm elbiseleri giydirildi. Hayatını oluşturan her ne varsa, adı bile orada silindi; o artık Jean Valjean değildi. Ona 24.601 numarası verildi, böylece sadece numaradan ibaret bir varlığa dönüştü. Ablasına ne olacaktı? Yedi çocuk onsuz ne yapacaktı? Onlarla kim ilgilenecekti? Kökünden tamamen kesilmiş olan o genç ağacın üzerinde kalan bir avuç yaprak, şimdi ne yapacaktı?
Hep aynı hikâyeydi işte. O zavallı canlılar, Tanrı’nın yarattığı o sefiller artık tamamen desteksiz, rehbersiz; sığınacakları bir kucakları, güvenecekleri bir omuzları olmadan oradan oraya savrulacak, kim bilir belki de her biri bambaşka yönlere dağılacak, çaresizliğin verdiği biçarelikle o soğuk puslu hayatın içinde kaybolacaklardı. İnsan ırkının karanlık yollarında o biçareler, arka arkaya kasvetli gölgeler gibi yok olacaklardı. Önce memleketleri onları terk edecekti. Köyleri olan yerin saat kulesi onları unutacak, kendi insanları bile onları umursamayacaktı. Kürek mahkûmu olarak geçirdiği birkaç senenin ardından Jean Valjean bile onları unuttu. Yüreğindeki o kanayan büyük yarası artık kabuk bağlamıştı. Hepsi bu kadardı. Toulon’da geçirdiği süre boyunca ablasından sadece bir kez haber alabildi. Sanırım bu, tutsaklığının dördüncü yılının sonlarına doğruydu. Haberin kendisine hangi kanallardan ulaştığını bilmiyorum. Onun memleketinden, ailesini tanıyan biri ablasını Paris’te görmüştü. Rue du Gindre’ın arka sokaklarında, Saint-Sulpice’in yoksul sokaklarının birinde çocuklarının en küçüğü olan oğluyla birlikte yaşıyormuş. Diğer altı çocuğa ne olmuştu acaba? Belki ablası bile onlara ne olduğunu bilmiyor olabilirdi. Her sabah ciltlerini diktiği 3 no.lu Sabot Sokağı’ndaki matbaaya giderek çalışıyormuş. Sabahın altısında -kış aylarında, gün doğmadan zifirî karanlıkta- orada olması gerekiyormuş. Matbaa ile aynı binada bir okul varmış ve yedi yaşındaki küçük oğlunu bu okula gönderiyormuş. Ama matbaada saat altıda işbaşı yaptığından ve okul saat yedide açıldığından, çocuk bir saat boyunca okulun avlusunda beklemek zorunda kalıyormuş ve özellikle kış aylarında, dondurucu soğukta beklemek çocuğu çok zorluyormuş. Çocuğun ayak bağı olduğunu söylediklerinden, matbaaya da girmesine izin verilmiyormuş. Sabah diğer işçiler yanından geçtiklerinde, bu zavallı küçüğün kaldırım kenarında donmuş vaziyette oturduğunu, çoğu zaman hâlâ karanlık olduğundan derin bir uykuya daldığını ve kimi zaman da iki büklüm hâlde titrediğini görüyorlarmış. Ancak hiçbirinin elinden yapacak bir şey gelmiyormuş. Bu yüzden de ona acıyarak yanından geçip gidiyorlarmış. Yağmur yağdığında orada yaşayan yaşlı kadınlardan bir kapıcı; ona acıdığından içeride sadece bir şilte, bir sehpa ve iki tahta sandalyenin olduğu küçük kulübesine alıyormuş onu ve böylece küçük çocuk en azından daha az üşüyerek tıpkı kedi yavrusu gibi bir köşede uyuyakalıyormuş. Saat yedide okul açıldığında o da sınıfına gidiyormuş. Jean Valjean’a anlatılanların hepsi bu kadardı. Bu duydukları karşısında içindeki ateş yeniden alevlenmişti. Bir anda zihninde şimşekler çakmış, sanki sevdiği şeylerin kaderine birdenbire bir pencere açılmış ve sonrasında bir anda bütün düşünceleri kapanmıştı. O zamandan sonra bir daha onlar hakkında hiçbir şey duymadı. Bir daha kendisine ablası hakkında kimse bilgi vermedi. Onları bir daha hiç göremeyecekti, bir daha hiçbir yerde karşılaşamayacaktı ve bu acıklı tarihin devamında artık onları tamamen yitirecekti.
Mahkûmiyetinin dördüncü yılının sonuna doğru Jean Valjean, kaçma girişiminde bulundu. Yoldaşları, o kederli yerde her zaman olduğu gibi ona yardım etti ve o da kaçmayı başardı. Eğer özgür olmak; avlanmak, her an başını çevirerek arkasını kollamak, en ufak bir seste titremek, yoldan geçen birinden, havlayan bir köpekten, dörtnala koşan bir attan, çalan bir saatten, görülebildiği için günden, göremediği için gecenin karanlığından korkmaksa iki gün boyunca tarlalarda özgürce dolaştı. İkinci günün akşamında ise yakayı ele verdi. Otuz altı saat boyunca ne yemek yedi ne de uyudu. Kaçtığı için cezası üç yıl uzatılmış, bu yüzden mahkûmiyeti sekiz yıla çıkmıştı. Altıncı yılın sonunda yine daha fazla dayanamayarak bir kaçma girişiminde daha bulundu ancak kaçışını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Yoklama esnasında kayıptı. Silahlar ateşlenmiş ve gece devriyesi hemen aramaya girişerek onu, henüz yapım aşamasında olan bir geminin kadırgasının altına gizlenmiş hâlde yakalamıştı. Muhafızlara direnmişti ancak çabası nafileydi. İçindeki kaçma ve isyan duygularını bastırması mümkün olmuyordu. Olan olmuştu artık, bu sefer mahkeme onun cezasının beş yıl daha uzatılmasına ve iki yıl boyunca çift pranga taşımasına karar verdi. Ama o yılmak bilmiyordu, on üç yılın sonunda yine kaçma girişiminde bulundu ancak bunda da başarısız oldu ve bu yeni girişimi yüzünden cezasına üç yıl daha eklendi. On altıncı yılın sonunda son bir girişimde daha bulundu ancak kaçışından yaklaşık dört saat sonra tekrar yakalanmayı başararak kaçak olduğu dört saat için bir üç yıl daha ceza aldı. Cezası en son aldığı mahkûmiyeti ile on dokuz yılı buldu. Sonunda Ekim 1815’te serbest bırakıldı. O zindanlara 1796 senesinde, sadece bir dükkânın camını kırıp içeriden bir somun ekmek çaldığı için girmişti.
Burada kısa bir parantez açmak gerek. Bu kitabın yazarı, cezai sorunlar ve kanunlar tarafından lanetleme üzerine yaptığı çalışmalarda, bir somun ekmeğin çalınmasının bir insanın kaderini değiştirerek felaketine neden olduğuna ikinci kez yer vermektedir. Onun eserlerindeki karakterlerden Claude Gueux da tıpkı Jean Valjean gibi bir somun ekmek çalmıştı. İngiliz istatistikçilerinden biri de Londra’daki her beş hırsızlıktan dördünün sadece açlık sebebiyle yapıldığını kanıtlıyordu.
Jean Valjean hapishaneye hıçkırıklar içerisinde ağlayarak, korku ve acıdan titreyerek girmişti ancak bezgin, kayıtsız bir hâlde ve tamamen duygusuz olarak çıkmıştı. Umutsuzluk içerisinde o zindanlardan içeriye adım atmış, büyük bir karamsarlıkla dışarı çıkmıştı. Kim bilir o zindanlarda bu adamın ruhuna neler olmuş, orada neler çekmişti?
VII
Umutsuzluğun Sebebi
Onu anlatmaya devam edelim.
Toplumun kişilere nasıl davranması gerektiğini kararlaştırması için öncelikle onlara bakması gerekir çünkü onları yaratan kendisidir.
Daha önce de dediğimiz gibi Jean Valjean cahil bir adamdı ama kesinlikle aptal değildi. Doğal bir ışık onun yolunu aydınlatıyordu. Mutsuzluk, acı çekme duygusu bu tür insanların gözlerini açar; her zaman ve bu zihinlerde var olan az miktarda gün ışığını artırır. Yediği dayaklar, prangalar, hücre cezaları, sıkıntılı durumlar içinde kadırgaların yakıcı güneşinin altında, mahkûm olarak kendisine verilen tahta bir yatak üzerinde bu adamın uğradığı haksızlıklar onun çok daha iyi düşünen bir insan olmasını sağlamış; her türlü acıya katlanırken onu durmaksızın düşünmeye sevk etmişti. Sürekli olarak kendisini muhakeme içinde bulmuştu. Kendi mahkemesini kurmuş ve hayatını gözden geçirerek yine kendi kendisini yargılamaya başlamıştı.
Artık haksız yere cezalandırılan masum bir adam olmadığı gerçeğini kabul etti. Aşırı ve ayıplanacak bir davranışta bulunduğunu kendi kendine itiraf etti; eğer o bir somun ekmeği dükkân sahibinden istemiş olsaydı muhtemelen reddedilmeyecekti. Her hâlükârda sebat etmesinin ve emeğinin karşılığında kazanacağı nafakasını beklemesinin onun hayrına olacağını biliyordu. Bu noktada, kendi kendini sorguladığı anlarda cevapsız kalan tek bir soru vardı: “Aç insan sebat edebilir miydi?” Aslında bu, pek de cevapsız kalabilecek bir soru değildi. Her şeyden önce, herhangi birinin kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmesi çok ender rastlanılan bir durumdu. Ayrıca, neyse ki ya da ne yazık ki demek daha doğru olacaktı; insan doğası öyle yaratılmıştı ki hem ahlaki hem de fiziksel olarak ölmeden önce gerçek anlamda büyük acılar çekebilecek güce sahipti. Zaten sırf bu nedenden dolayı sabırlı olması gerekirdi. O zaman, ablasının o zavallı çocuklarına daha fazla faydası olurdu. O gerçek anlamda bir zavallıydı; toplumun şiddet dolu tasmasından yakalayarak kuvvetini denemeye çalışan, hırsızlık yaparak düştüğü sefaletten kurtulabileceğini düşünen bir aptaldı. Her hâlükârda sefaletten hırsızlık yaparak kurtulacağını düşünmüş bir budalaydı ve kötü bir kapıyı seçmiş, o kapıdan içeriye sadece rezillik girmişti. Kısacası çok büyük bir hata yapmıştı.
Sonra yine kendisini sorgulamaya başladı…
Şu fâni dünyada tek kusurlu kişinin kendisi olup olmadığını sorguladı. İlla önemli biri olmasına gerek yoktu, bir işçi olarak çok çalışabilecek güce sahipti ancak işsiz kalmıştı. Çalışkan bir adamdı ve bir işe sahip olsaydı o zaman ekmek çalmasına da gerek kalmayacaktı. Ayrıca sefillikten hırsızlıkla kurtulması imkânsızdı. Aksine insan çok daha sefil bir duruma düşüyordu. Suçlunun işlediği suçla cezanın orantısı, karşılığında ödemiş olduğu bedelden çok daha yüksek oluyordu. Şayet onu cezalandıran kanun haksızlık etmişse o zaman büyük bir suç işlemiş olmalıydı. En hassas teraziler bile işlemiş olduğu suç ile ödemiş olduğu kefaretin dengesini sağlayamazdı. Verilen bu ceza onun işlemiş olduğu suçtan aklanmasını sağlayabilir miydi ya da durumu tersine çevirerek suçluyu aklayıp bir anda ceza verenleri suçlu hâle getirebilir miydi? Suçlunun mağdura, borçlunun alacaklıya dönüşmesi, kanunun kesinlikle onu ihlal eden kişinin tarafına geçmesi; mümkün müydü?
Kaçma girişimlerinin art arda ağırlaştırılmasıyla on dokuz yıla uzatılarak karmaşık hâle gelen bu ceza; güçlünün güçsüze duyduğu bir tür öfke, toplumun bireye karşı işlediği bir suç, her gün yeniden işlenen bir işkence, bir eziyet olarak sonuçlanmamış mıydı? Toplum en ufak suçlara böyle ağır cezalar vermek yerine kendisini yoklasa, yanlışlıklarını arasa, bazı suçları sevgi ve merhametle karşılasa daha hakseverce davranmış olmaz mıydı, diye sorguladı kendisini. Nasıl oluyordu da bir toplum, zavallı fakir bir adamı kusurları ve fazlalıkları arasında bu denli ezebiliyor, iş ve nafaka eksikliği nedeniyle neredeyse sonsuza kadar hapsedebiliyordu?
Kaderin cilvesiyle dağıtılan adalette, en az donanıma sahip olan ve dolayısıyla dikkate en çok layık olan kişilerin tam olarak böyle davranmadığı bu toplum içerisinde en zavallı olan mahluklar, en sefil olanlardı.
Uzunca bir süre kendi kendine sorduğu bu sorulara cevaplar vererek toplumu yargılamış ve kınamış, sonunda toplumu mahkûm etmişti. En büyük suçlu oydu.
Çektiği tüm acılardan onu sorumlu tutuyordu ve kendi kendine sürekli olarak bir gün bunun hesabını sormaktan çekinmeyeceğine dair yeminler ediyordu. İşlemiş olduğu büyük suça rağmen sebep olduğu zarar ile kendisine verilen zarar arasında kesinlikle bir denge olmadığına inanıyordu. Her ne kadar suç işlemiş olsa da kendisine kesinlikle büyük adaletsizlik yapıldığı sonucuna varıyordu.
Öfke bir taraftan aptalca, bir taraftan da saçma bir duyguydu; insanı haklıyken haksız bir duruma düşürebilirdi. Bunu ölçmenin de herkesin yapabileceği bir şey olmadığının farkındaydı. Ancak Jean Valjean, yine de öfkeyle çileden çıktığını hissedebiliyordu.
Üstüne üstlük bu insan topluluğu bugüne kadar ona zarar vermekten başka bir şey yapmamıştı. Bugüne kadar karşısına çıkan insanlardan adalet kılıfı altında öfke ve nefret görmekten başka bir şey elde etmemişti. İnsanlar hayatı boyunca ona sadece onu yaralamak için dokunmuşlardı. Onların her teması, bir yumruk gibi tepesine inmişti.
Bebekliğinden bu yana ne annesinden ne de ablasının yanında yaşadığı dönemde etrafındaki insanlardan bir dostane söz, nazik ve şefkatli tek bir bakış görmüştü. Tüm hayatı boyunca çekmiş olduğu acılardan dolayı yavaş yavaş hayatın bir savaş olduğu inancını benimsemiş ve nihayetinde bu savaşta fethedilenin kendisi olması kararına varmıştı. Elinde nefretinden başka silahı yoktu. Tüm mahkûmiyet hayatı boyunca o nefretini bilemeye ve çıktıktan sonra da onu her zaman yanında taşımaya karar verdi.
Toulon’da hükümlüler için rahipler tarafından kurulan bir okul vardı. Keşişler tarafından bu okulda, cahil olmalarına rağmen okuma yazma öğrenmek isteyen mahkûmlara en gerekli bilgiler öğretilmekteydi. Jean Valjean da aklını kullanmaya ve kendisini eğitmeye karar verdi. Kırk yaşında okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrendi. Eğitimi geliştikçe, bilgisi arttıkça, nefretinin de daha fazla güçlendiğini hissediyordu. Öğrendiği her şeyi kötülük yolunda kullanacaktı. İşte bu, bilgi ve zekânın kötülüğe köle olmasının en büyük örneğiydi.
Bunu söylemesi çok üzücü ama mutsuzluklara ve acılara sebep olan toplumu yargıladıktan sonra, onları mahkûm ettiğinde toplumu yaratan Tanrı’yı da yargılayarak kendisine göre kutsal adaleti de suçlayacaktı.
Böylece, on dokuz yıllık işkence ve köleliğinin ardından, onun ruhu hem yükseldi hem de düştü. Tüm benliğine bir taraftan ışık girip yolunu aydınlatırken diğer taraftan karanlık, gözlerine çöktü. Aslında gördüğünüz üzere, Jean Valjean doğuştan kötü yürekli bir adam değildi. Sürgüne mahkûm edildiğinde bile hâlâ yüreğinde iyilik kırıntıları taşıyordu. Ancak o zindanlardan içeri girdikten sonra kötüleşmeye başladığını hissetti. İşte orada çirkin kaderinden; kendisini mahkûm eden yargıçları, toplumu, kiliseyi sorumlu tutmaya başladı. Bu noktada yanılgıya düştüğünde vicdanı ona yardımcı oluyordu.
İnsan doğası böyle düştüğü zamanlarda gerçekten tamamen değişebilir miydi? Tanrı tarafından iyi yürekli yaratılan bir insan, başka insanlar tarafından kötü yapılabilir miydi? Toplumu suçladığı zamanlarda, kötü bir insan olmaya yöneldiğini hissediyor; kutsal adaleti reddederken de içinin boşaldığını duyabiliyordu. Ruhu, tüm bu olan bitenin üstesinden gelebilir miydi? Kaderi kötü olduğu zaman, o da kötüleşebilir miydi?
Orantısız bir mutsuzluğun baskısı altında, çok alçak bir kubbenin altındaki kolon gibi kalp, şekilde bozulabilir miydi? Bu bozulma neticesinde düzeltilmesi mümkün olmayan büyük sakatlanmalar ya da hasarlar ortaya çıkabilir miydi? Her insanın ruhunda, özellikle Jean Valjean’ın ruhunda; bu dünyada bozulmayan, diğerinde ölümsüz olan, iyiliğin geliştirebileceği, harlanıp tutuşturabileceği ve ona dönüştürebileceği bir ilk kıvılcım, ilahi bir unsur yok muydu?
Sonuna kadar her fizyoloğun muhtemelen “hayır” cevabını vereceği çok ciddi ve çetrefilli bir soruydu bu. Oldukça basit ve yalın bir adam olan Jean Valjean’ı, Toulon zindanlarında dinlenme saatlerinde görmüş olanların, pranga zincirlerini sürüye sürüye hem yürüyüp hem de düşüncelere dalışını izleyenlerin “Kesinlikle doğruluk yoktur.” dememesi imkânsızdı. İnsanı gazapla karşılayan, medeniyet tarafından mahkûm edilen ve cennete şiddetle bakan yasaların paryası, bu sefil adamın yıllarca zihninde çarpıştırdığı düşüncelerdi.
Elbette -kesinlikle gerçeği gizlemek için bir girişimde bulunmuyoruz- onu inceleyen bir ruh bilimcinin bulacağı tek şey, yok edilmesi imkânsız bir sefaletten başka bir şey olmayacaktı. Muhtemelen yasaları koyan kanun yapıcılar bile bu sefil adamın düşmüş olduğu duruma acır ancak ona yardımcı olmak için parmağını bile kıpırdatmazdı. Bu bedbaht ruhun içerisinde gördüğü karanlık mağaralardan bakışlarını hemen başka bir yöne çevirir; cehennemin kapılarındaki Dante gibi yine de Tanrı’nın parmağının sahip olduğu ilahi adalet sözcüğünü, alnında yazılı olan bir damla umudu, bu varoluşun bedeni bir hamlede silerdi.
Ruhunu tam anlamıyla çözümlemeye çalıştığımız Jean Valjean’ı biz, okuyanlara yeterince açıkça anlatabildik mi, bilemiyoruz. Acaba Jean Valjean, bütün bu yaşanmışlıkların ve oluşumlarının ardından, ahlaki sefaletini oluşturan tüm unsurları açıkça algılayabilmiş miydi? Oluşum sürecinde neler yaşadığını tüm gerçekliğiyle görebilmiş miydi? Bu kaba ve eğitimsiz adam, uzun yıllar boyunca ruhunun iç ufkunu oluşturan kasvetli yönlere kademeli olarak tırmandığı ve indiği fikirlerin ardışıklığının tamamen net bir algısını; bu ümitsiz, karanlık, manen çökmüş durumunu kendisine açıklayabiliyor muydu? İçinde olup bitenlerin ve orada işleyen her şeyin bilincinde miydi? Jean Valjean’da, yaşadığı onca talihsizlikten sonra bile orada hâlâ çok fazla belirsizliğin kalmasına engel olamayacak kadar büyük cehalet bulunuyordu. Bazen ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean önceleri kendisinden nefret ediyor olsa da artık tamamen gölgelerin arasında olduğundan, gölgeler yüzünden acı çektiğinden, kesinlikle onu takip eden bu karanlık gölgelerden nefret ediyordu. Kör bir adam ve bir hayalperest gibi el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak bu gölgelerle birlikte yaşamayı alışkanlık hâline getiriyordu. Artık yaşama zevkini tamamen kaybetmişti, içinde baş edemediği büyük gazap ve ızdırap sürekli kötülük yapmasını istiyordu. Önü korkunç derecede karanlıktı. Arada uzaklarda bir ışık beliriyor, sanki yolunu aydınlatmaya hazırlanıyormuş gibi görünürken bir anda kaybolarak onu tam anlamıyla büyük bir karamsarlığın içine gömüyordu. Gerçekten de artık ne yapması gerektiğini bilmiyordu, zihni karışıyor ve kendi karanlığının içinde kayboluyordu. Acımasız olanın, yani vicdanını tamamen kaybeden birisinin yüreğinde baskın gelen bu tür acıların en büyük özelliği; sonunda o insanı yavaş yavaş, aptalca bir değişimle vahşi bir hayvana hatta belki de korkunç bir canavara dönüştürmesiydi.
Jean Valjean’ın ardışık ve inatçı kaçış girişimleri, yasanın insan ruhu üzerindeki bu garip davranış işleyişini kanıtlamak için tek başına yeterliydi işte. Jean Valjean’ın bu girişimleri ne kadar yararsız ve aptalca olsalar da karşısına ne kadar fırsat çıkarsa çıksın, daha önceki deneyimlerinden sonucunu hiç düşünmeden duygularına yenilerek hayvani içgüdüleriyle hareket etmesine neden olmuştu. Kafesini açık bulan bir kurt gibi aceleyle kaçışı seçmişti. İçgüdüleri ona “Kaç!” diyor, mantığı ise “kalmasını” telkin ediyordu. Ama vahşi düşünceleri ve baskın çıkan kötülük duygusu onu öylesine ayartıyordu ki sonunda mantığı tamamen kaybolmuş, varoluşunda içgüdülerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Canavarlar her zaman tek başına hareket ederdi. Tekrar yakalandığında yaşadığı tüm işkenceler ve acılar, onu sadece daha da vahşi hâle getirmekten başka bir işe yaramıyordu.