Книга Ejderhanın Saati / Kahraman Conan - читать онлайн бесплатно, автор Robert E. Howard
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Ejderhanın Saati / Kahraman Conan
Ejderhanın Saati / Kahraman Conan
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Ejderhanın Saati / Kahraman Conan

Robert E. Howard

Ejderhanın Saati Kahraman Conan

Robert Ervin Howard, 22 Ocak 1906’da Texas’ta doğdu. Fantezi, korku, macera, western türlerinde verdiği eserleriyle ünlü olan Amerikalı yazar, aynı zamanda Kılıç ve Büyü (Sword and Sorcery) türünün de yaratıcısıdır. Aksiyon ve macera türünde Amerika’da bilinen en iyi yazarlardan biridir. Özellikle de yarattığı Kimmeryalı Barbar Conan, Atlantisli Kull, Solomon Kane gibi kahramanlarıyla bilinir ve sevilir. Barbar Conan karakteri, ölümünden uzun yıllar sonra bile hatırlanmasını ve okunmasını sağladı. Ucuz dergilerde yayımlanmak üzere yüzlerce hikâye yazdı. Çocukluğundan beri kitaplara, onun yanı sıra boksa ve vücut geliştirmeye de ilgisi vardı. Dokuz yaşından itibaren macera kitabı yazarı olmayı hayal etmişti ancak yirmi üç yaşına geldiğinde gerçek bir başarı sağlayabildi. 11 Haziran 1936’da henüz genç yaşta olmasına rağmen intihar ederek hayatına son verdi.


Özden Karataş, 4 Şubat 1998’de Ankara’da doğdu. 2016 yılında başladığı Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Dil öğrenmeye ve edebiyata karşı özel bir ilgisi olan Karataş, çeşitli yerlerde öğretmenlik ve çevirmenlik yaptı.

Kara büyünün kasvetinde aslan sancağı sallanır ve düşer;

Kader ağlarını örer ve kızıl bir ejderha uyanır sancağın sesinden,

Mızrakların süngülendiği tepede şanlı atlılar dinlenmekteyken,

Lanetli ormanın derinliklerinde kaybolmuş zalim tanrılar uyanır uykularından.

Ölü eller gezinmeye başlar karanlık gölgelerde, yıldızlar bile kaybeder ışıltılarını korkudan,

Çünkü bu korkunun ve gecenin zaferidir, Ejderhanın Saati’dir.


BİRİNCİ BÖLÜM

AH UYKUCU, UYAN!

Uzun mumların alevleri titremeye başladı; duvar boyunca uzanan siyah gölgeleri dalgalandırdı, kadife kilimler sallandı. Hâlbuki odada hiç rüzgâr yoktu. Dört adam, üzerinde oymalı bir zümrüt gibi ışık saçan yeşil lahdin durduğu masanın etrafına dizilmişlerdi. Her birinin elinde meraklı gözlerle tuttukları yeşilimsi ışık saçan mumlar vardı. Gecenin kararttığı ağaçların arasından süzülen rüzgârın uğultuları duyuluyordu dışarıdan.

Odada gergin bir sessizlik vardı. Dört adam, meraktan yanıp tutuşan gözlerini, gizemli yazılarla bezeli yeşil lahit örtüsünden bir an olsun ayırmıyordu. Titrek mumların alevi hayatı durdurmuştu sanki. Lahdin ayak ucundaki adam elinde mumla lahde doğru eğildi, elini kalem gibi kullanarak havaya gizemli bir sembol çizdi. Daha sonra mumu örtünün ucundaki şamdana geri bıraktı, yanındakilerin anlamadığı birtakım sözler mırıldandı, büyük beyaz elini kürk kaplı kaftanının arasına soktu. Elini geri çıkardığında, avucunun içine sanki bir alev topu almış gibiydi.

Diğer üç adam gördükleri karşısında derin bir nefes aldılar, lahdin başucundaki iri, esmer adam fısıldadı: “Ahriman’ın Kalbi!”

Diğer adam elini sessiz ol dercesine kaldırdı. Bir yerlerde bir köpek acıyla uluyordu, sürgülü demir kapının arkasından sinsi ayak sesleri geliyordu. Ama hiçbiri gözlerini mumyadan ayırmadı. Kürk kaftanlı adam şimdi de elinde ışıltılı bir mücevher tutarak büyülü sözler mırıldanıyordu. Mücevher, Atlantis’in denize batışından bile daha eskiydi; ışıltısı göz kamaştırıyordu, adamlar neredeyse gözlerini açıp bakamıyorlardı bile. Birdenbire, lahdin oymalı kapağı, içinde karşı konulamaz bir güç varmışçasına parçalanarak kırıldı, dört adam merakla eğilerek lahdin içine baktılar. Çürümüş bandajların arasından gözüken, ölü bir ağacın dallarını andıran, pörsümüş, kokuşmuş, buruş buruş olmuş; kapkara, kurumuş bir ceset.

“O şeyi hayata döndürmek, öyle mi?” dedi sağ tarafta duran kısa boylu adam, alaycı bir şekilde gülerek. “Bir kere dokunsak kum gibi dağılacak. Ne aptalız.”

“Şşş!” dedi mücevheri tutan iri adam, uyarıcı bir tonda. Fal taşı gibi açılmış gözlerinin üzerindeki geniş alnından terler akıyordu. Öne doğru eğildi, parıltılı taşa elini değdirmeden mumyanın göğsüne koydu. Geri çekildi ve şiddetli bir merakla olacakları izledi, durmadan dualar fısıldıyordu.

Cesedin çürümüş göğsünün üzerinde tutuşmuş bir alev topu belirdi. Adamlar izlerken nefesleri kesilmiş, dişleri kenetlenmişti. O sırada korkunç bir değişim gerçekleşti. Lahitte yatan çürümüş beden genişlemeye, büyümeye, uzamaya başladı. Sargılar yırtıldı ve her taraf toz duman oldu. Buruşmuş uzuvlar düzelmeye, kararmış renkleri beyazlaşmaya başladı.

“Mitra aşkına!” dedi sol taraftaki uzun boylu, sarı saçlı adam. “Stigyalı değilmiş. En azından bu doğruymuş.”

Korkuyla titreyen bir parmak yine “Sessiz olun!” diye uyardı. Dışarıdaki köpek sürüsü artık ulumuyordu. Lahitte yatan ceset, korkunç bir kâbus görüyormuş gibi sessizce inledi, ardından o ses de odadaki gergin sessizliğin derinliklerinde kayboldu. Sarı saçlı adam açıkça, demir kapının dışarıdan zorlanarak açılmaya çalışıldığını duydu. Elini kılıcına attı, kapıya doğru döndü ancak kürk kaftanlı adam hemen uyardı: “Olduğun yerde kal! Zinciri açma ve sakın kapıya gitme!”

Sarı saçlı adam aldırmadı ve yerine döndü, bir süre durdu ve öylece cesede baktı. Yeşil lahitte canlı bir adam yatıyordu: Uzun boylu, beyaz tenli, saçı ve sakalı siyah, çıplak, kanlı canlı bir adam. Hareketsiz bir şekilde yatıyordu, gözleri yeni doğmuş bir bebek gibi hiçbir şey bilmeyen bakışlarla kocaman açılmıştı. Göğsünün üzerindeki büyük mücevher parıldıyor, ışık saçıyordu.

Kürklü adam, yaşadığı sıra dışı gerginlikten sonra sersemlemişti.

“Ishtar!” dedi nefes nefese kalarak. “O Xaltotun! Ve o yaşıyor! Valerius! Taraküs! Amalric! Gördünüz değil mi, gördünüz? Bana inanmamıştınız. Ama başardım! Bu gece cehennemin kapısından döndük, karanlığın bulutu üzerimizde toplandı, onu cehennemin kapısına kadar uğurladılar. Ama yine de büyük sihirbazı hayata döndürmeyi başardık!”

“Ve şüphesiz ruhumuz bu lanetle sonsuza kadar cennet ve cehennem arasındaki arafta kalacak.” diye mırıldandı, kısa boylu ve esmer adam, Taraküs.

Sarı saçlı Valerius bir kahkaha attı.

“Hangi araf hayatın kendisinden daha kötü olabilir ki? Zaten hepimiz doğumumuzla lanetlenmişiz. Ayrıca bir krallık uğruna kim zavallı ruhunu feda etmez ki?”

“Onun bakış açısında mantık arama, Orastes.” dedi, iri yapılı adam.

“Uzun zamandır ölü olan bir adam var burada.” diye devam etti. “Yeni doğmuş bir bebek gibi. Uzun bir uykudan sonra kafası bomboş, uyku bile değil hatta ölüm. Biz onun ruhunu, karanlığın ve unutulmuşluğun boşluğundan aldık, getirdik. Onunla konuşacağım.”

Lahdin ayak ucuna doğru eğildi, içindeki kişinin büyük kara gözlerine doğru baktı ve yavaşça: “Uyan, Xaltotun!” dedi. Dudakları yavaşça hareket etti. “Xaltotun!” diye fısıldayarak hafifçe dokundu.

“Sen Xaltotun’sun!” diye haykırmaya devam etti Orastes, yatan adamı bu fikre ikna etmeye çalışırmış gibi. “Sen Akheron’dan Pythonlu Xaltotun’sun!”

Kara gözlerini aralarken loş ışık gözlerini kamaştırdı, yavaşça:

“Ben Xaltotun’dum.” dedi fısıldayarak. “Ama şu an ölüyüm.”

“Evet Xaltotun’sun!” dedi Orastes, bağırarak. “Ölü değilsin! Yaşıyorsun!”

“Xaltotun’um evet ama ölüyüm.” diye fısıldadı tekrar ürkütücü ses. “Khemi, Stigya’daki evimde öldüm ben.”

“Ve seni zehirleyen rahipler vücudunu alelade bir şekilde mumyaladılar. Bu sayede organların sağlam kaldı. Şimdi tekrar hayattasın! Ahriman’ın Kalbi, senin ruhunu sonsuzluktan alıp seni hayata döndürdü!” diyerek heyecanlı bir şekilde haykırdı Orastes.

“Ahriman’ın Kalbi!” Hatırlamaya başladı. “Barbarlar onu benden çalmıştı!”

Orastes “Hatırlıyor.” diye mırıldandı. “Hadi, çıkarın onu.”

Diğerleri tereddütlü bir şekilde dediğini yapmaya başladılar. Hayata döndürdükleri vücuda dokunmaktan, parmaklarının ucundaki kanla canla dolmuş taze ete ellemekten kaçınıyorlardı. Ama yine de onu mezarından kaldırdılar. Orastes, onu altın yaldız ve hilal desenli koyu kadife bir kaftanla giydirdi, şakaklarından omuzlarına düşen koyu kıvırcık saçlarını örten bir zerbaf1 bağladı. Xaltotun, hiçbir şey söylemeden, yaptıkları her şeye kayıtsız kaldı. Hatta onu oymalı, tahtadan yapılmış, altın pençeye benzer ayakları ve gümüş kolları olan taht benzeri sandalyeye oturttuklarında bile sesini çıkarmadı. Orada hareketsiz bir şekilde otururken yavaş yavaş aklı başına geliyordu. Koyu gözleri, yerine gelen aklıyla beraber tekrar parıldamaya, anlam kazanmaya, gece yarısı karanlığı havuzlarından süzülen yakamoz parıldamaları gibi ışık saçmaya başladı.

Orastes, hayretle misafirlerinin ürkütücü sihrini izleyen arkadaşlarına kaçamak bir bakış attı. Normal insanların aklını yitirebileceği bu görüntü karşısında, çelik gibi olan sinirleri sayesinde sakin kalmayı başardılar. Orastes, iş birliği yaptığı adamların zayıf olmadıklarını biliyordu; cesaretleri de kontrolsüz hırsları ve kötülük potansiyelleri kadar sonsuzdu. Daha sonra dikkatini oymalı tahtta oturan yaratığa yöneltti. Ve sonunda konuşmuştu.

“Hatırlıyorum.” dedi Nemedyalı, güçlü ve kararlı bir ses tonuyla. Eski aksanıyla konuşmaya devam etti: “Ben Xaltotun’um. Akheron Python’un başrahibiydim. Ahriman’ın Kalbi… Rüyamda onu tekrar bulduğumu gördüm. Nerede?”

Orastes, taşı ona verdi ve hayranlıkla mücevherin parıldamasını izlerken derin derin nefes alıyordu.

“Onu benden çaldılar, uzun zaman önce.” dedi. “O gecenin kızıl kalbi, birini lanetleyebilecek ya da her şeye karşı koruyabilecek kadar güçlü. Bana çok uzaklardan geldi, üstelik çok uzun zaman önce. Taş bendeyken kimse karşımda duramazdı. Ama ne yazık ki onu benden çaldılar, sonra Akheron zapt edildi, ben de karanlık Stigya’ya sürüldüm. Birazını hatırlıyorum birazını unuttum. Puslu körfezlerden ve karanlık okyanuslardan geçip çok uzak bir diyara gittim. Hangi yıldayız bu arada?”

Orastes cevapladı: “Aslan Yılı bitmek üzere, Akheron’un fethinden tam üç bin yıl sonra.”

“Üç bin yıl!” dedi hayretle Xaltotun. “Çok uzun zaman olmuş. Sen kimsin?”

“Ben Orastes, bir zamanlar Mitra rahibiydim. Bu Amalric, Ne-medya’daki Tor’un baronu; Taraküs, Nemedya kralının erkek kardeşi ve bu uzun adam Valerius, Akilonya Krallığı’nın vârisi.”

“Neden beni hayata döndürdünüz?” diye sordu Xaltotun. “Ne istiyorsunuz benden?”

Artık tamamıyla uyanık ve kendindeydi, aklının başına geldiği bakışlarının canlılığından anlaşılıyordu. Tavrında bir duraksama veya kararsızlık yoktu. Direkt konuya girdi çünkü kimsenin karşılığında bir şey beklemeden iyilik yapmayacağının farkındaydı. Orastes de aynı açık sözlülükle direkt konuya girdi.

“Biz bu gece senin ruhunu serbest bırakıp bedenine geri döndürmek üzere cehennemin kapılarını araladık çünkü yardımına ihtiyacımız var. Taraküs’ün Nemedya tahtına çıkmasını, Valerius’un da Akilonya kralı olmasını istiyoruz. Senin büyücülük yeteneklerinin bize yardımı olabilir.”

Xaltotun’un kafası karıştı ve aklında bin türlü soru belirdi.

“Beni hayata döndürebildiğine göre işinin ehli biri olmalısın, Orastes. Mitra rahibi olan birisi Ahriman’ın Kalbi’ni ve Skelos’un büyüsünü nasıl bilebilir?”

“Artık Mitra rahibi değilim.” diye yanıtladı Orastes. “Kara büyü araştırmalarımdan dolayı görevimden alındım. Amalric olmasaydı, orada bir büyücü olarak yakılmış olabilirdim. Ancak bu sayede çalışmalarıma daha rahat yöneldim. Zamora’yı, Vendhya’yı, Stigya’yı ve Khitai’nin perili ormanlarını gördüm. Skelos’un sağlam kitaplarını okudum, görülmemiş yaratıklarla konuştum derin kuyularda, leş gibi kokan kara ormanlarda yüzü bile olmayan şeylerle. Stigya’nın kıyısına kurulmuş, Set’in devasa büyüklükteki kara tapınağının altında senin şeytanlı türbedeki lahdin gözüme ilişti. Daha sonra senin çürümüş cesedini hayata döndürmenin yollarını araştırdım. Çürümüş el yazmalarından Ahriman’ın Kalbi’ni öğrendim. Bir yıl boyunca nerede olduğunu araştırdım ve sonunda buldum.”

Sert ve sorgulayıcı bakışlarla sordu Xaltotun: “Öyleyse neden beni hayata döndürmekle uğraştınız? Ahriman’ın Kalbi’ni neden kendi gücünüzü arttırmak için kullanmadınız?”

“Çünkü hiç kimse onun bütün sırlarını bilmiyor.” dedi Orastes. “Efsanelerde bile tüm gücünün nasıl açığa çıkarılacağı yok. Seni hayata döndüreceğini biliyordum ama diğer özelliklerini kullanma konusunda cahilim. Onu sadece sana hayat vermek için kullanabildim. Senin bilgine ihtiyacımız var, Kalp’in bütün hikmetini, bütün gücünü yalnızca sen biliyorsun.”

Xaltotun kafasını salladı, uzaklara doğru iç çekerek baktı.

“Benim büyücülük bilgim diğer bütün insanların toplam bilgisinden daha fazla.” dedi. “Ama mücevherin bütün gücünü ben de bilmiyorum. Eski günlerimde de ondan yardım almadım hiç. Sadece bana karşı kullanılmasın diye onu muhafaza ediyordum. En sonunda çalındı, barbar şamanların elinde benim kıymetli büyücülüğüm üstün geldi. Sonra ortadan kayboldu, ben de nerede olduğunu öğrenemeden Stigya’nın kıskanç rahipleri tarafından zehirlendim.”

“Tarantia’da Mitra tapınağının altında bir mağaradaydı.” diye yanıtladı Orastes ve devam etti: “Senin kalıntılarının Set’in Stigya’daki yer altı tapınağında olduğunu öğrendikten sonra taşın yerini çok karmaşık yollarla keşfettim.”

“Nereden öğrendiğimi bile söyleyemeyeceğim büyülerle koruduğum Zamoralı hırsızlar, taşı saklandığı karanlık pençelerin altından çaldılar. Önce deve kervanı sonra kadırga ve en son kağnıyla bana getirdiler.”

“Aynı hırsızlardan ki çok azı Ahriman’ın Kalbi’ni büyülü Mitra tapınağındaki mağaradan korkunç bir şekilde çalma tecrübesinden sonra sağ kaldı ve bildikleri bütün büyüler başarısız oldu. İçlerinden yalnızca bir tanesi bana ulaşabilecek kadar uzun yaşadı ve mücevheri verdi. Daha sonra o da lanetli mahzende gördükleri karşısında delirdi ve öldü. Zamoralı hırsızlar en sadık, en güvenilir insanlardır. Benim büyülerimle bile onlardan başka hiç kimse Ahriman’ın Kalbi’ni üç bin yıl önce Akheron’un fethedilmesinden bu yana korunduğu o karanlık şeytanlı mağaradan çalamazdı.”

Xaltotun, aslana benzeyen koca kafasını kaldırdı ve uzaklara doğru baktı. Kaybolmuş asırları düşünür gibiydi.

“Üç bin yıl!” diye mırıldandı. “Set demek! Ee, dünyada neler değişti anlat bana.”

Orastes anlattı: “Akheron’u alan barbarlar yeni krallıklar kurdular. İmparatorluk büyüdükçe kurdukları kabilelerden Akilonya, Nemedya, Argos gibi devletler oluştu. Eskiden Akheron Krallığı’na bağlı olan Ophir, Corinthia ve Batı Koth devletleri, imparatorluğun düşmesinden sonra bağımsızlıklarını kurdular.”

“Peki Akheronlu insanlara ne oldu?” diye sordu Xaltotun. “Ben Stigya’ya sürüldüğümde Python harabe hâldeydi. Akheron’un bütün güzel şehirleri, gösterişli kuleleri kana bulanmıştı ve barbarların ayakları altında ezilmişti.”

“Dağlarda hâlâ soyu Akheron’a dayandığı için övünen küçük bir kavim var.” diye yanıtladı Orastes. “Geri kalanı ise benim barbar atalarım yüzünden ya boyun eğmek zorunda kaldılar ya da öldürüldüler. Daha sonra da en çok kendi barbar atalarım Akheron krallarından çektiler.”

Pythonlunun dudaklarında gaddar ve korkunç bir gülümseme belirdi.

“Aynen! Bir sürü barbar, kadını erkeği, bu ellerin altında acıyla bağırarak can verdi. Krallar batıdan topladıkları ganimet ve çıplak tutsaklarla geldiğinde Python’daki büyük meydanda onların kellelerinden oluşan yığınları görürdüm.”

“Evet ancak hesaplaşma zamanı geldiğinde kılıcın merhameti olmadı Akheron yıkıldı, gösterişli kuleleriyle Python unutulmuş günlerden bir hatıra olarak kaldı. Kalıntıların üzerinde yeni devletler yükseldi ve iyi geliştiler. Biz şimdi sana, bu devletleri yönetmemize yardımcı olman için hayat verdik. Eski Akheron’dan güzel değilse de daha güçlü ve zengin olduğu kesin. Bak!” Orastes, bir parşömene akıllıca çizilmiş bir harita açtı.

Xaltotun, haritaya dikkatle baktı ve sonra şaşkın bir şekilde başını salladı.

“Toprağın sınırları değişmiş. Bildiğin bir şeyi rüyanda çok başka şekilde görmek gibi.”

“Her neyse.” dedi Orastes ve parmağıyla haritayı göstererek “Burası Belverus, Nemedya’nın başkenti, şu an bulunduğumuz yer aynı zamanda. Bunlar Nemedya’nın sınırları; güney ve güneydoğuda Ophir ve Corinthia, doğuda Brythunia ve batıda da Akilonya var.”

“Bu, hiç bilmediğim bir dünyanın haritası.” dedi Xaltotun, yumuşak bir şekilde ancak Orastes onun kara gözlerinde tutuşan öfke ve nefret ateşinin farkındaydı.

“Bu, değiştirmemize yardımcı olacağın harita.’’ diye yanıtladı Orastes. “İlk amacımız Taraküs’ü Nemedya tahtına geçirmek. Bunu bir anlaşmazlık yaşamadan yapmak istiyoruz ki halk üzerinde Taraküs adına bir şüphe olmasın. İç savaşla falan uğraşmayalım ki bütün gücümüzü Akilonya’yı fethetmek için kullanabilelim.’’

“Kral Nimed ve oğulları doğal yollardan ölse, mesela veba yüzünden, Taraküs bir sonraki vâris olarak tahta çıkar, gayet huzurlu ve rekabetsiz bir şekilde.”

Xaltotun kafa salladı, cevap vermedi. Orastes devam etti:

“Diğer iş biraz daha zor olacak. Valerius’u Akilonya tahtına savaşsız geçiremeyiz ve orası oldukça güçlü. İnsanları yürekli; Pictler, Zingarlar ve Kimmeryalılarla dolu savaşçı bir ırk ve devamlı yaptıkları savaşlar yüzünden oldukça kuvvetliler. Beş yüz yıldır Nemedya ile Akilonya savaş hâlinde ve nihai zafer her zaman Akilonya’nın oluyor.”

“Şimdiki kralları batı milletleri arasında bilinen en ünlü savaşçı. İç savaş sırasında tahtı kendi kendine zorla ele geçiren bir maceracı. Kral Numedide’i tahtının üzerinde kendi elleriyle boğarak öldürdü. İsmi Conan, kimse bir savaşta onun karşısında duramaz.”

“Valerius ise tahtın meşru vârisi. Soylu akrabası Numedide tarafından sürgün edildi ve yıllardır kendi topraklarından uzakta yaşıyor ama o hanedanın kendi soyundan. Zaten şu anda bir sürü baron içten içe Conan’ın tahttan inmesini istiyor çünkü o, hiç kimse; asil bir soydan gelmiyor, hanedan üyesi de değil. Ancak ücra kasabalardaki soylular ve halk ona sadık. Yine de herhangi bir savaş durumunda birlikleri yenilir ve Conan öldürülürse Valerius’u tahta getirmek çok zor olmayacaktır. Gerçekten eğer Conan ölürse yönetimin tek merkezi çökmüş olacak çünkü bir hanedanı yok, o tek tabanca bir maceraperest.”

“Keşke bu kralı görebilseydim.” diye düşündü Xaltotun, duvardaki panellerden birini oluşturan gümüş aynaya bakarak. Bu ayna herhangi bir yansıma göstermiyordu ama Xaltotun aynanın hikmetini anlamıştı. Orastes, usta bir sanatçı tarafından sanatının onaylanması gururuyla başını salladı.

“Onu sana göstermeyi deneyeceğim.” dedi. Aynanın karşısına oturdu, hipnotize edici bakışlarla aynaya bakmaya başladı ve aynada loş bir silüet belirdi.

Bu olağanüstü bir şeydi. Odadakiler bunun âdeta bir sihirbazın sihirli küre üzerine yansımış düşünceleri gibi Orastes’in düşüncelerinin aynadaki yansıması olduğunu biliyorlardı. Önce puslu bir biçimde daha sonra yavaş yavaş belirginleşti; uzun boylu, geniş omuzlu, kaslı bir vücudu ve boğa gibi kalın bir ensesi olan bir adam. Üzerinde, altınlarla Akilonya’nın kraliyet aslanları işlenmiş ipek ve kadife kıyafet vardı, uzun ve gür saçlarının tepesinde Akilonya tacı parlıyordu. Ancak yanında duran büyük kılıcı, kral aksesuarlarından çok daha sıradan gözüküyordu. Kaşları çatık ve geniş, gözleri ateş püskürürcesine volkanik maviydi. Esmer, yaralı, korkunç suratı ne kadar dövüşçü olduğunu belli ediyordu. Üzerindeki kadife kıyafetler kaslarının belirgin, tehlikeli çizgilerini saklamaya yetmiyorlardı.

Xaltotun, “Bu adam Hyborialı değil!” diye bağırdı.

“Hayır, o Kimmeryalı. Kuzeyin gri dağlarında yaşayan vahşi kabilelerden.”

“Onun atalarıyla savaşmıştım. Akheron kralları bile onları yenemedi.” dedi Xaltotun.

“Bunlar güneydeki milletler için hâlâ bir tehdit.” diye yanıtladı Orastes. “Conan, o vahşi ırkın öz evladı ve yenilemez olduğunu herkese ispatladı.”

Xaltotun sessiz kaldı. Avucunun içinde parıldayan alev topuna derin derin baktı. Dışarıdan yine bir köpek sürüsü uğultusu geldi; uzun uzun, ürpertici bir şekilde.

İKİNCİ BÖLÜM

KARA RÜZGÂR ESİYOR

Ejderha Yılı; savaş, salgın hastalıklar ve bir sürü kargaşayla başlamıştı. Kara veba Belverus sokakları boyunca yayılmış; tezgâhında satış yapan tüccardan, virane kulübesindeki köleye, ziyafet masasındaki şövalyesine kadar herkesi etkilemişti. Salgın karşısında hekimlerin bilgileri bile âciz kaldı. İnsanlar bunun hırs, kibir ve şehvetin bedeli olarak tanrılar tarafından cehennemden gönderilmiş bir ceza olduğunu düşünüyorlardı. Veba, bir yılanın zehri gibi hızlı ve ölümcül bir şekilde etki ediyordu. Yakalanan kişinin vücudu önce mor sonra simsiyah oluyor, çürük ölü kokusu, daha ruhu çürümeye başlamış bedeninden bile ayrılamadan her tarafı kaplıyor ve kurban birdenbire yığılarak ölüyordu. Güneyden devamlı olarak esen sıcak rüzgâr tarlalardaki mahsulleri çürütmüştü, hayvan sürüleri yollarda ölmüştü.

İnsanlar Tanrı Mitra’ya feryat ediyorlardı. Bütün krallıkta kralın gece olduğu zaman sarayındaki halvetinde âlem yaptığı, zevk ve eğlenceye düşkünlüğü, pis pis alışkanlıkları olduğu dedikodusu yayılmıştı. Daha sonra ölüm, kara vebanın virüsünü taşıyan sinsi adımlarla saraya da sızmıştı. Kral ve üç oğlu bir gecede ölmüşlerdi. Çürüyen bedeni ağır ağır taşıyan arabalardan gelen uğursuz çan sesleri, ağıtlar, haykırışlar yankılandı sokaklarda.

Ertesi gece, şafak vaktinden hemen önce, haftalardır esen sıcak rüzgâr sinsice uzaklaşarak dindi. Kuzeyden sert bir rüzgâr esmeye başladı, şiddetli gök gürültüleri ve şimşeklerin parlak ışıkları ardından yağmur yağdı. Şafak vaktiyle beraber her şey duruldu, hava açık, tertemiz ve parlaktı artık. Yanmış yerler yerini yemyeşil çimenlere bıraktı, susuz kalan mahsuller yeniden yetişti, kuvvetli rüzgârla beraber zehirli atmosfer temizlenmiş, veba ülkeyi terk etmişti.

İnsanlar tanrının, pislik kralın ve döllerinin ölümünden memnun olduğu için vebayı bitirdiğini düşünüyorlardı. Kralın küçük kardeşi Taraküs tacını giyip tahta çıktığında herkes tanrının onayladığı bir kralın onları yöneteceğini düşünerek minnettar oldu, yeni kralın gelişini coşkuyla kutladılar.

Ülkede böylesi bir neşe ve coşku olduğu zamanlarda genelde bunun zaferle sonuçlanacak bir savaşla taçlandırılmak istendiği bilinirdi. Bu yüzden Kral Taraküs, eski kralın kuzey komşusuyla yaptığı ateşkes antlaşmasını bozduğunu ve Akilonya’yı işgal etmek üzere birliklerini topladığını bildirdiğinde hiç kimse şaşırmadı. Nedeni insanlara samimi gelmişti, açıkça duyurulmuştu, eylemlerini salgından çıkmış olmanın coşkusu fırsatıyla güzelleştiriyordu. Gerekçe olarak Valerius’u, tahtın gerçek vârisini desteklediğini duyurdu; Akilonya’ya düşmanca değil dostça yaklaşarak ülkeyi bir yabancının, bir katilin zulmünden kurtarmak istediğini söyledi. Bazı yerlerde kralın yakın arkadaşı, sonsuz kişisel serveti kraliyet hazinesine karışan Amalric’e yönelmiş şüpheci bakışlar vardı ancak Taraküs’ün bu kadar sevilmesinin verdiği heyecan ve neşeyle göz ardı ediliyorlardı. Kurnaz kişiler eğer Amalric’in perde arkasında Nemedya’nın gerçek yöneticisi olmasından şüphelenselerdi bile böyle tehlikeli bir düşünceyi dillendirmemek adına dikkat ederlerdi. Ve savaş nihayet büyük bir coşkuyla başladı.

Kral ve birlikleri; parlak zırhları ve miğferlerinin üzerinde yükselen sancaklarla elli bin şövalye, çelik zırh ve başlıkları içinde mızraklılar, deri yelekleri içinde tüfekli askerlerin başında batıya doğru ilerliyordu. Sınırdaki kalelerden birini ele geçirip sınırı geçtiler, üç dağ köyünü yaktılar. Daha sonra sınırın yirmi kilometre batısındaki Valkia Vadisi’nde Conan’ın kırk beş bin şövalye, okçular ve ağır silahlı askerlerden oluşan, Akilonya Krallığı’nın şerefi olan ordusuyla karşılaştılar. Yalnızca Prospero’nun emrindeki Poitanya şövalyeleri henüz gelmemişti çünkü krallığın güneybatısından gelecekleri uzun bir yol vardı. Taraküs herhangi bir ikaz yapmadan saldırıya geçmişti. İstilaya, duyurusunun hemen ardından resmî bir savaş bildirgesi yapılmaksızın başladı.

İki ordu sarp kayalıklarla çevrili, ağaçların arasından sığ bir nehrin aktığı bir vadide karşı karşıya geldiler. Her iki ülkenin de sivilleri nehrin kıyısına gelmişlerdi, birbirlerine küfürler yağdırarak taş atıyorlardı. Kral Taraküs’ün batı kayalıklarının tepesindeki otağı üzerinde Nemedya’nın kızıl ejderhalı altın sancağında güneşin son ışıkları parlıyordu; sancak, hafif rüzgârın etkisiyle şanlı bir şekilde dalgalanıyordu. Ancak Akilonya ordusu ve Kral Conan’ın altın aslanlı siyah sancağı üzerine kayalıkların gölgesi bir tabut kefeni misali düşüyordu.

Bütün gece vadideki ateş durmadı. Silah sesleri, savaş borularının sağır edici gürültüsü her yerde yankılanıyor, atlarının üzerinde nöbetçi askerler meydan okuyan tavırla nehir kıyısı boyunca gidip geliyorlardı.

Şafak vakti öncesi karanlığında Kral Conan, artık bir tahtanın üzerine konmuş birkaç ipek ve kürk yığınından başka bir şey olmayan yatağında hareketlendi ve uyandı. Birdenbire sertçe bağırıp kılıcına davranarak ayaklandı. Başkumandanı Pallantides, Conan’ın bağırışı üzerine aceleyle yanına gitti. Kralı, eli kılıç kabzasında, alnından terler akan bir vaziyette yatağında otururken buldu.