“Efendim, ters giden bir şey mi var?” diye sordu Pallantides.
“Karargâh ne durumda?” diye sordu Conan. “Askerler ne yaptılar?”
“Beş yüz atlı asker nehirde devriye geziyor efendim.” diye cevapladı kumandan. “Nemedyalılar gece harekete geçmek istemediler, şafak vaktini bekliyorlar, bizim gibi.”
“Crom aşkına!” diye mırıldandı Conan. “Kör talihin bu gece kapıyı çalacağı hissiyle uyandım.”
Dingin ışığı, çadırın tepesinden sarkan kadife halılara yansıyan lambaya doğru dalgın dalgın baktı. Odada yalnızlardı, bir köle ya da bir uşak dahi yoktu ancak Conan hep tetikteydi, gözlerinde korkunun ateşi vardı, elindeki kılıç tir tir titriyordu. Pallantides endişeli gözlerle onu izliyordu. Conan sürekli seslere kulak kabartıyordu.
“Dinle!” diye fısıldadı kral yavaşça. “Sinsi ayak seslerini duydun mu?”
“Efendim, çadırınız tam yedi nöbetçi asker tarafından korunuyor. Hiç kimse yaklaşamaz.” dedi Pallantides.
“Dışarıdan değil.” diyerek homurdandı Conan. “Ses çadırın içinden geliyor gibi.”
Pallantides hızlıca etrafa bakınmaya başladı. Kadife halıların sarkıtları üzerine düşen gölgelerden neredeyse gözükmüyordu ancak çadır içinde onlardan başka birisi olsaydı kumandan mutlaka görürdü. Tekrar başını salladı.
“Hiç kimse yok, eminim. Zaten otağınız ordunun ortasında.”
“Ordusunun ortasında öldürülen krallar gördüm.” diye mırıldandı Conan ve tekrar, “Birisi görünmez adımlarla yürüyor.” dedi.
“Belki de rüya gördünüz, efendim.” dedi Pallantides, kralın hâlinden endişe duyarak.
Conan homurdanarak “Evet bir rüya gördüm.” dedi. “Korkunç bir rüyaydı. Krallığıma gelen yorucu, uzun yolu tekrar tekrar geçiyordum.”
Sustu, Pallantides sessizce ona bakıyordu. Kral, kumandan için çok esrarengizdi, diğer bütün sivil halk için olduğu gibi. Pallantides Conan’ın, kader onu Akilonya tahtına yerleştirmeden önceki vahşi yaşantısında değişik yollardan geçtiğini biliyordu.
“Kendimi tekrar doğduğum savaş meydanında gördüm.” dedi Conan çenesini düşünceli bir şekilde yumruğunun üzerine koyarak. “Panter kürklü peştamal içerisinde dağ hayvanlarına kılıç sallıyordum. Yeniden paralı bir silahşordum, Zaporoska Nehri’nde yaşayan bir komutan, Kush kıyılarında yağmacılık yapan bir hırsız, Barachan adalarında bir korsan, Himmelyalı dağlıların lideri… Şimdiye kadar tecrübe ettiğim her şey rüyamda sonsuz bir dizi gibi gözümün önünden geçti, izleri beynimde yankılandı.”
“Ancak rüyalarım gitgide garipleşti. Üzeri örtülü birtakım figürler, hayaleti andıran gölgeler ve uzaklardan gelen bir ses benimle alay etti. Sonunda kendimi tekrar bu çadırdaki yatakta, üzerime eğilmiş bir şeyin beni bir şeylerle sarıp sarmaladığını gördüm. Hareket edemeden öylece yatıyordum, ardından örtü düştü ve çürümüş bir kafatası bana bakarak sırıttı. Sonra da uyandım.”
“Bu sadece korkunç bir rüya, efendim.” dedi Pallantides, kralın korkusunu gidermeye çalıştı. “Ama daha fazlası değil.”
Conan kafa salladı, reddetmekten çok aklında şüphe vardı. Barbar bir ırktan geliyordu, bu yüzden batıl inançlar ve içgüdüler atalarından miras olarak bilinçaltının bir köşesinde gizleniyorlardı.
“Daha önce çok fazla korkutucu rüya gördüm.” dedi. “Çoğu anlamsız ve saçmaydı ancak Crom üzerine yemin edebilirim ki bu onlar gibi değil! Bu savaşı umarım kazanırız çünkü Kral Nimed kara vebadan öldüğü günden beri içimde çok kötü bir sezi var. Veba neden o ölünce bitti?”
“İnsanlar onun günahkâr olduğunu söylüyorlardı…”
“Çünkü insanlar aptal, her zamanki gibi.” diye homurdandı Conan. “Veba günahkârları öldürüyor olsaydı yaşayan hiç kimse kalmazdı! Eğer salgın kralı öldürmek için başladıysa hangi tanrı yüzlerce tüccarı, köylüyü ve soyluyu kraldan önce öldürmek istesin? Tanrılar sisin ortasında savaşan bir asker gibi hedeflerini mi şaşırdı yani? Mitra aşkına, eğer ben bunlara inanacak kadar salak olsaydım, Akilonya uzun bir süre önce yeni bir krala sahip olurdu.”
“Hayır! Kara veba sıradan bir salgın değildir. Stigya gömülerinde gizlenir ve ancak büyücüler tarafından başlatılabilir. Stigya’yı işgali sırasında Prens Almuric’in ordusundaydım. Otuz bin askerden yalnızca beş bini Stigyalı okçular tarafından öldürüldü, geri kalan hepsi ise güneyden üzerimize esen kara veba rüzgârından. Sadece ben sağ kaldım.”
“Ancak Nemedya’da yalnızca beş yüz kişi öldü.” dedi Pallantides, Conan’ın söylediklerini desteklercesine.
“Vebayı ortaya çıkaran her kimse onu nasıl bitirebileceğini de biliyordu çünkü.” diye yanıtladı Conan. “Biliyorum, bunun altında önceden planlanmış şeytani bir şeyler var. Birisi bunu ortaya çıkardı, işi bittikten sonra da yok etti. Yani Taraküs rahatça tahtına geçtiği ve insanlara tanrı tarafından gönderilen bir armağan gibi gösterildiği zaman. Ah Crom aşkına, bunun arkasında çok ince, kurnaz bir zekâ olmalı. Kimdi bu Taraküs’ün danışmanı olduğu söylenen yabancı?”
“Sürekli peçe takıyor.” dedi Pallantides. “Buralardan değilmiş, Stigyalı bir adammış.”
“Stigyalı demek!” diye tekrarladı Conan, kaşlarını çatarak. “Cehennemden bir yabancı sayılır yani! Bir dakika! O da ne?”
“Nemedyalıların borazan sesleri!” diye yanıtladı Pallantides. “Dinleyin! Arkasından da bizim kendi borazanlarımız. Şafak vakti yaklaşıyor, komutanlar askerleri yavaş yavaş hücum için sıralıyor! Tanrı yardımcıları olsun, birçoğu güneşin batışını bile göremeyecek.”
“Bana yaverlerimi getir!” diye emir verdi Conan. Bir hışımla kalkıp kadife gece kıyafetini çıkarmaya başladı. Kötü bir şey olacağı hislerini unutmuş gibi gözüküyordu. “Komutanlara git ve her şeyin hazır olup olmadığını kontrol et. Zırhımı kuşanır kuşanmaz yanına geleceğim.”
Conan’ın birçok huyu sivil halka her zaman tuhaf gelmiştir. Odasında veya çadırında mutlaka yalnız uyumak istemesi de onlardan biriydi. Pallantides, çadırdan birkaç saatlik uyku sonrası gece yarısı kuşandığı zırhının şıngırdayan sesiyle alelacele çıktı. Savaş kampına şöyle bir göz gezdirdi, herkesin harekete geçtiğini görüyordu. Loş ışıkta askerlerin çadırların arasında koşuşturmaları gözüküyor, zırhlar kuşanılıyordu. Gökyüzünde yıldızlar hâlâ belli belirsiz parıldasa da doğudan güneşin pembe yansımaları yüzünü göstermeye başlamıştı. Nemedya’nın ejderhalı flaması dalgalanıyordu.
Pallantides, kraliyet yaverlerinin uyuduğu yan taraftaki küçük çadıra yöneldi. Yaverler borazan seslerinden sonra çoktan kalkmışlardı. Pallantides onlara daha çabuk olmaları gerektiğini söylerken kralın çadırından korkunç bir gürültü sesi geldi. Pallantides dehşete kapılmıştı. Gürültünün arkasından komutanın kanını donduran kısık bir kahkaha sesi geldi.
Pallantides korkuyla bağırarak hemen kralın çadırına koştu. Conan’ın devasa cüssesini yerde yatarken bulunca tekrar feryat etti. Kralın görkemli kılıcı elinin yakınlarında yerdeydi, çadırın direklerinden biri paramparça olmuştu. Pallantides’ın kılıcı yanında değildi, çadırın içinde dikkatlice göz gezdirdi ama gözüne hiçbir şey takılmadı. Kral ve kendisi dışında hiç kimse yoktu, tıpkı çadırdan çıkarken olduğu gibi.
“Efendim!” Pallantides kralın koca bedeninin yanına dizlerinin üzerinde atıldı.
Conan’ın gözleri açıktı, bilinci yerinde ve her şeyin farkında Pallantides’a bakıyordu. Dudaklarını hareket ettirdi ama sesi çıkmadı. Hareket edemiyor gibiydi.
Dışarıdan birtakım sesler geldi. Pallantides kontrol etmek için kapıya doğru gitti. Kraliyet yaverleri ve çadırı koruyan nöbetçi şövalyelerden biri kapıdalardı. “Bir ses duyduk da.” dedi şövalye çekinerek. “Kral için her şey yolunda mı?”
Pallantides sorgulayan gözlerle baktı.
“Çadıra giren çıkan kimse oldu mu?”
“Sizin dışınızda kimse olmadı efendim.” diye yanıtladı şövalye ancak Pallantides güvenemiyordu.
“Kralın ayağı takıldı ve kılıcını düşürdü. Görevinizin başına geçin siz.” dedi Pallantides.
Şövalye gittikten sonra Pallantides kralın beş yaverini gizlice içeri aldı, onlar içeri girer girmez çadırın kapısını sıkı sıkı kapattı. Halıda yatan kralı görünce donakaldılar, Pallantides şok içinde bağırmalarını derhâl engelledi.
Kumandan tekrar krala doğru eğildi ve Conan tekrar konuşmaya çalıştı. Yüzündeki ve boynundaki damarlar Conan zorla konuşmaya çalıştıkça şişmişti. Başını yerden kaldırdı ve sonunda yarı anlaşılır biçimde mırıldanmaya başladı:
“Köşedeki, köşedeki şey!”
Pallantides kafasını çevirip korkuyla o tarafa baktı. Odadaki yaverlerin şaşkın suratı ve çadırın içindeki gölgeler dışında hiçbir şey yoktu.
“Burada hiçbir şey yok efendim.” dedi.
“Oradaydı, o köşede duruyordu.” diye mırıldandı kral ve başını bir sağa bir sola çevirerek kendisi bakıyordu. “Bir adam, en azından öyle gözüken bir şey, mumya sargılarıyla sarmalanmış, üzerinde eski püskü bir pelerin ve başında kapüşonu. Tek görebildiğim gözleriydi çünkü orada gölgelerin arasında çömelmişti. Gölgedir diye düşündüm ta ki gözlerini görene kadar. Siyah birer mücevher gibilerdi.”
“Hemen davrandım ve kılıcımı o tarafa salladım ancak tanrı bilir nasıl olduysa ıskaladım, onun yerine çadırın direğini yaraladım. Ben dengemi kaybedip düşünce bileğimi tuttu, parmakları sıcak bir demir gibi yanıyordu. Bütün gücümü kaybettim, sanki yer suratıma bir tokat gibi çarptı. Sonra da gitti ve ben bu hâldeyim. Lanet olsun! Hareket edemiyorum! Felç geçirdim!”
Pallantides kralın koca kafasını kaldırdı, kan süzülüyordu. Kralın bileği uzun ve ince parmak şeklinde morarmıştı. Kim bu kadar kalın bir bilekte böyle bir iz bırakacak kadar sıkı kavrayabilir? Pallantides gürültüden sonra gelen kahkaha sesini hatırladı, soğuk soğuk terlemeye başladı. Kahkaha sesi Conan’a ait değildi.
“Bu şeytani bir iş!” dedi korkuyla titreyen bir yaver. “İnsanlar Taraküs için karanlık güçlerin savaştığını söylüyorlar.”
Pallantides: “Sessiz ol!” diye emretti sertçe.
Dışarıda gün ağarmıştı. Tepelerden hafif bir rüzgârla beraber trampetlerin yaklaşan sesleri de duyuluyordu. Yaklaşan seslerle beraber kralın da içinde bir korku başlıyordu. Onu yere düşüren görünmez zincirlerden kurtulmaya çalışırken yine alnındaki damarlar belirginleşti.
“Bana koşum takımımı giydir ve beni eyerime bağla.” diye fısıldadı. “Savaşı her hâlükârda yöneteceğim.”
“Efendim, ordu eğer sizin vurulduğunuzu öğrenirse kesin kaybederiz. Düşmanımıza zaferi getirecek tek şey bu olur.”
“Onu kaldırmama yardım edin.” dedi kralın başkumandanı.
Kralın yerde öylece yatan âciz bedenini kaldırdılar, üzerine ipek bir örtü örttüler. Pallantides yaverlere döndü ve konuşmaya başlamadan önce şok içindeki suratlarına uzunca baktı. Ve sonunda:
“Bu çadırda olan bitenden hiç kimseye bahsetmeyin, ağzınızı açmayın. Akilonya Krallığı’nın kaderi buna bağlı. Şimdi biriniz gidin ve bana Pellian mızraklılarının komutanı subay Vallanus’ü getirin.” dedi.
Yaver, emredersiniz der gibi başını salladı ve hemen çadırdan ayrıldı. Pallantides günün ağarmasıyla beraber yaklaşan ve artan borazan sesleri eşliğinde tekrar kralın vahim durumuna uzun uzun baktı. Yaver, yanında Pallantides’ın söylediği subayla beraber çadıra döndü. Subay, tıpkı Conan gibi iri yapılı, uzun boylu, güçlü biriydi. Ayrıca saçları da yine kralınki gibi gür ve siyahtı. Ancak gözleri griydi, yani Conan’ınkilere benzemiyordu.
“Kral bir hastalığa yakalandı.” diye açıkladı Pallantides kısaca. “Sana onurlu bir görev vereceğim; bugün kralın zırhını giyip onun atıyla ordunun başına geçeceksin. Hiç kimse at binenin kral olmadığını bilmeyecek.”
“Bu, birine hayatı boyunca verilecek en onurlu görev.” dedi bölük komutanı heyecandan kekeleyerek. “Tanrının yardımıyla bu kutsal görevin üstesinden geleceğim.”
Yaralı kral, gözlerindeki öfke ateşiyle kudururken kendini küçük düşmüş hissediyordu. Yaverler Vallanus’ü zincir, kıyafet ve miğferle kuşatıyor, Conan’ın siyah zırhını, üzerinde tüyler ve ejderha damgası olan maskeli başlığı giydiriyorlardı. Hepsinin üstüne de göğsüne altınla kraliyet aslanı işlenmiş ipek cübbeyi giydirdiler. Cübbeyi de altından kılıç kabzası ve zerbaf kılıç kılıfı olan altın tokalı bir kemerle bağladılar. Onlar işlerini yaparken dışarıda trampet sesleri hâlâ devam ediyordu ve gölün karşı kıyısından süvari birliklerinin gürültüleri geliyordu.
Vallanus, tamamıyla donanmış vaziyette dizlerinin üzerine çöktü, yatakta yatan krala madalyonunu verdi.
“Yüce kralım, tanrı şahidim olsun ki bugün kuşandığım bu şerefli zırhın şerefine leke sürmeyeceğim.”
“Bana Taraküs’ün kellesini getir, seni baron yapacağım!” Acıdan duyduğu stres Conan’ın sahte medeni maskesini düşürüyordu. Gözlerinden ateş çıkıyor, dişlerini kana susamış bir vaziyette öfkeyle gıcırdatıyordu. Kimmerya dağlarında yaşayan her barbar kabile üyesi gibi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAYALIKLAR SALLANIYOR
Akilonya ordusu parıldayan zırhlarının içindeki atlılar ve mızraklılardan oluşan uzun sıralarla savaşa hazır ve nazırdı. Kraliyet otağında, heybetli siyah zırhının içinde koca silüet belirdi, dört yaverinin tuttuğu siyah atının üzerine çıktığı anda ordunun coşkulu tezahüratı dağlarda yankılandı. Bütün ordu; altın zırhlı şövalyeler, zincir zırhları içinde mızraklı askerler, deri ceketli okçular hepsi bir anda silahlarını sallayıp krallarının şerefine kaldırdılar.
Karşı tarafın ordusu da vadinin diğer tarafında hareketlenmiş, uzun yokuşlar boyunca sıralanmıştı. Atlarının ayaklarındaki çelik parıltıları sabah karanlığı arasından seçiliyordu.
Akilonya ordusu, onları karşılamak için temkinli adımlarla hareket ediyordu. Zırhlı atların ölçülü adımları yeri titretiyordu. Bayraklar sabah rüzgârının etkisiyle dalgalanıyor, direkleri sallanıyordu.
On tane silahlı, gaddar, ketum, dilini tutabilecek kıdemli asker, kralın çadırının etrafında nöbet tutuyorlardı. Bir yaver çadırın içinde duruyor, kapı aralığından dışarıyı gözetliyordu. Birkaç kişi dışında kimse ordunun başındaki büyük ata binenin Conan olmadığını bilmiyordu.
Akilonya ordusu geleneksel düzeni kurdu: Ağır silahlı şövalyelerden oluşan en güçlü askerler ordunun merkezine konumlandırılmıştı; dış kısımlarda birkaç sıra atlılar, ardından silahşorlar daha sonra mızraklı ve okçu askerler. En sonda ise kuzey birliklerinden gelen, güçleriyle bilinen, deri ceket ve metal başlıklı Bossonyalılar vardı.
Kraliyet çadırındaki yatağında Conan öfkeden deliriyordu, durmadan garip garip lanetler okuyordu.
“Ordu harekete geçti.” dedi yaver dışarıya bakarak. “Trampet seslerini dinleyin! A-ha! Mızraklar ve miğferler üzerinde parıldayan güneşin doğuşu ateşlerle karışıyor, gözlerim kamaştı. Nehrin rengi al al oldu. Belli ki akşam olmadan her yer tamamen kırmızıya dönecek.”
“Düşman nehre kadar ulaştı. Ordular arasında oklar uçuşmaya başladı, gökyüzünü bir bulut gibi kapladılar. Vaay! Güzel atıştı okçu asker. Bossonyalılar bu işi biliyor. Bağırışlarına kulak verin.”
Kral, trampet sesleri ve kılıç çarpışmalarının arasında Bossonyalıların bağırışlarını belli belirsiz duyuyordu. Büyük bir uyum ve düzen içinde hareket ettikleri belliydi.
“Düşman tarafın şövalyeleri nehre sızarken okçuları bizim askerleri tutuyorlar.” dedi yaver ve savaşı anlatmaya devam etti. “Ordunun kurduğu setler çok dik değil, suyun kıyılarına doğru meyilliler. Şövalyeler ağaçların arasında çarpışmaya başladılar, tanrım! Oklar her boşluktan geçiyor. Atlar ve askerler aşağılara kadar indiler, suyun içinde çarpışmaya devam ediyorlar. Su ne çok derin ne çok akışkan ama bazı askerler, atların ayaklarının altında ve zırhlarının içinde ezilip boğuluyorlar. Şimdi de Akilonya şövalyeleri ilerliyorlar. Atlarını suya doğru ilerlettiler ve Nemedyalı şövalyelerle çarpışıyorlar. Atların karınlarının suya çarpması ve kılıçların çarpışmaları gerçekten sağır edici bir gürültü çıkarıyor.”
“Tanrı Crom!” sözleri Conan’ın dudaklarından öfke ve acıyla çıktı.
Vücuduna yavaş yavaş tekrar kan gitmeye başlamıştı ama hâlâ heybetli cüssesini yataktan kaldıramıyordu.
“Kanatlar iyice kuşatıldı.” dedi yaver. “Mızraklılar ve kılıçlı askerler nehirde sırt sırta çarpışıyorlar, arkalarında da okçular oklarıyla destek oluyor.”
“Mitra aşkına, Nemedyalıların yayları şiddetli bir şekilde yağmaya başladı, Bossonyalıların hedefinde uzun menzilli oklarıyla arka sıradaki askerler var. Ordularının merkezi ilerleyemiyor, kanatlardan iyice sıkıştırıldılar.”
“Crom! Ymir! Mitra!” diyerek tanrılara lanet okuyordu Conan âdeta. “Tanrım! Şu savaşa ilk vurulmada ölecek olsam da girebilseydim keşke!”
Sıcak ve uzun geçen gün boyunca dışarıda savaş bütün gürültüsü ve şiddetiyle devam etti. Vadinin etrafında karşılıklı saldırı devam ediyor; okların uçuşma sesleri, zırhların karşılıklı çarpışmasının çıkardığı gürültü ve mızrakların paramparça olması bütün gün sürdü. Ancak Akilonya ordusu iyi dayanmıştı. Kurdukları set düşman tarafından yoklanmaya başlayınca, siyah flamayı taşıyan siyah atın yardımıyla hemen karşı bir saldırıya geçerek taarruzu püskürttüler. Nehrin sağ kıyısına düşmanın geçemeyeceği sağlam bir set çektiler ve sonunda yaver, Conan’a Nemedyalıların nehirden çekilmeye başladığının haberini verdi.
“Nemedyalı ordunun kafası karıştı!” diye bağırdı yaver. “Şövalyeleri geri çekiliyor. Bir dakika, o da ne? Sizin flamanız hareketlendi, bizim ordunun merkez kuvveti nehre doğru ilerlemeye başladı. Aman tanrım! Vallanus başta ve ordu nehre ilerliyor.”
“Aptal!” diye homurdandı Conan. “Bu bir tuzak olabilir. Pozisyonunu korumalıydı; şafak vaktine kadar Prospero, Poitanya ordusuyla burada olacak zaten.”
“Şövalyeler ok yağmuruna tutuluyorlar!” diye bağırdı yaver, tekrar. “Ama yine de bocalamadılar. İlerliyorlar ve geçtiler! Düşman kıyısını kışkırtıyorlar. Pallantides ordunun kanat kuvvetlerini, destek olsunlar diye acilen nehre doğru ilerletiyor. Tek yapabildiği bu! Aslanlı bayrak çarpışmanın arasında batıyor.”
“Nemedyalı askerler direnmeye çalışıyorlar. Ve galiba çöküyorlar! Geri çekiliyor gibiler! Ordularının sol kuvvetleri hep kaçmaya başladı, onlar kaçtıkça bizim mızraklılarımız üstlerine gidiyorlar. Vallanus’ü görüyorum, deli gibi atını düşman ordunun üzerine sürüp çarpışıyor! Savaş dürtüsüyle kendini kaybetmiş resmen. Askerler artık Pallantides’ı dinlemiyor. Maskeli bir miğferle savaştığı için onun Conan olduğunu düşünerek Vallanus’ün peşinden gidiyorlar.”
“Ancak bakın! Deliliğinin altında yatan bir sistem var gibi gözüküyor. Nemedya, cephesini ordunun seçkini beş bin şövalyeyle tutuyor. Nemedyalıların ana ordusu ne yapacağını şaşırmış vaziyette ve bakın! Ordunun yan kolunu kayalıklar koruyor ancak ihmal ettikleri bir boşluk var. Nemedya ordusunun arkasına sızılabilecek büyük bir geçit gibi duruyor. Ve evet! Mitra aşkına, Vallanus fırsatı gördü. Ordunun kanat kuvvetleriyle onları oyalarken şövalyeleri geçide doğru yöneltti. Ana cephenin çoğunu hallettiler; mızraklılar onları tutarken şövalyeler geçide dalıyor.”
“Pusuya düşecekler!” diye bağırdı Conan, savaş aşkıyla yanıp tutuşurken.
“Hayır!” diye sevinç içinde bağırdı yaver. “Bütün Nemedya ordusu ön tarafla ilgileniyorlar. Geçidi tamamen unutmuşlar! Bu kadar geriden sıkıştırılabileceklerini düşünememişler. Ah salak Taraküs, bu kadar aptalca bir hata yapılamazdı. Dağdaki geçitten Nemedyalıların üstüne mızraklar yağmaya başladı resmen. Arkadan yaklaşıp orduyu çökertecekler. Tanrı Mitra, bu da ne?”
Gördükleri karşısında serseme dönmüş bir vaziyette çadırın duvarlarındaki kumaşı sıkıyordu. Savaşın gürültüsünü bile bastıran korkunç bir kükreme duyuldu, anlatılamayacak kadar lanetli bir sesti.
“Kayalıklar sallanıyor!” korkuyla haykırdı kralın yaveri. “Yüce tanrılar! Bu da ne böyle? Nehir yükselerek taşıyor, tepelerden paramparça taşlar düşmeye başladı!”
“Yer sallanıyor ve üzerindeki askerler ve atlar düşmeye başladı! Aman tanrım kayalıklar! Kayalıklar düşüyor!”
Yaverin anlattıklarının üstüne korkunç gürültüler gelmeye devam etti, şiddetli bir sarsıntı başladı. Zemin âdeta beşik gibi sallanıyordu. Dehşetin sesi, savaşın gürültüsünü bastırıyordu.
“Kayalıklar paramparça oldu!” bağırdı öfkeden deliye dönen yaver. “Geçidin üstüne yıkıldı ve içindeki herkes ezildi! Bir ara tozun toprağın içinde aslanlı bayrağı gördüm ama sonra o da kayıplara karıştı! Ah! Nemedyalılar zafer çığlıkları atıyorlar. Bağırırlar tabii, beş bin şanlı şövalyemiz kayalıkların altında can verdi! Duyuyor musunuz?”
Conan, büyük bir bağırış sesi duyuyordu; sesler çılgınca yükseliyordu: “Kral öldü! Kral öldü! Kaçın kaçın! Kral öldü!”
“Sahtekârlar!” dedi Conan soluk soluğa. “Nankör köpekler! Alçaklar! Korkaklar! Ah Crom, keşke yürüyebilecek hatta emekleyebilecek kadar gücüm olsaydı. Gerekirse kılıcı dişlerimle taşıyarak giderdim nehre! Nasıl olur, gerçekten kaçıyorlar mı?”
“Evet.” dedi yaver, ağlamak üzere bir ses tonuyla. “Nehre doğru yöneldiler, çökmüş durumdalar; arkalarına bile bakmadan kaçıyorlar. Pallantides’ı görüyorum, akıntının içinde debeleniyor; düştü ve atlar üzerinden geçiyorlar! Şövalyeler, mızraklılar, okçular hepsi nehre doğru güruh hâlinde kaçışıyorlar. Nemedyalılar herkesi tek tek öldürüyor.”
“Nehrin bu yakasına geçince direnecekler!” diye bağırdı kral. Alnından damlayan terlerle yatağın üzerinde zar zor doğrularak dirseklerinin üzerinde durdu.
“Sanmam!” dedi yaver. “Yapamazlar! Çökmüş vaziyetteler, bozguna uğradılar! Tanrım, keşke bu günleri görmeseydim.”
Daha sonra görevinin gerektirdiğini hatırladı ve orada öylece dikilen silahlı askerlere seslendi: “Hemen bir at alın ve bana yardım edin, kralı taşıyalım. Burada böylece olup biteni izleyemeyiz.”
Ancak onlar daha emri yerine getiremeden hücum başlamıştı. Şövalyeler, mızraklılar ve okçu askerler ordu kampındaki çadırların arasında eşyaların üstünden atlaya atlaya kaçışıyorlardı; hemen arkalarından da Nemedyalı askerler kampa sızmışlardı. Çadırların iplerini kesmeye, yüzlerce yeri ateşe vermeye başladılar. Çoktan yağmacılığa başlamışlardı. Conan’ın çadırında nöbet tutan azılı askerler de acılı bir şekilde can verdiler; ölü bedenlerinin üzerinde düşmanların ayakları tepiniyordu.
Çadırdaki yaver kapıyı sıkı sıkıya kapatmıştı. Katliamın karmaşası içinde düşman askerleri çadırda birileri olduğunun farkında değillerdi. O yüzden çadırın çevresinde çok fazla durmadan vadinin diğer tarafına doğru aynı hücumla ilerliyorlardı. Ancak yaver dışarıya baktığında birkaç kişinin içeride biri olup olmadığına bakmak üzere kraliyet çadırına yaklaştıklarını gördü.
“Dört askeri ve yaveriyle Nemedya kralı bu tarafa doğru geliyor efendim.” dedi yaver Conan’a. “Sizin teslimiyetinizi ilan edecekler.”
“Şeytan teslim etsin sizi!” dedi kral, büyük bir kızgınlıkla diş bileyerek.
Kendisini zorlayarak oturur duruma geldi. Bacaklarını acıyla yataktan aşağı doğru indirdi, doğruldu; sersemlemiş bir şekilde sallanıyordu. Yaver yardımcı olmak için koştu ancak Conan izin vermeyip itekledi.
“Ver şu oku bana!” dedi sertçe, çadırda asılı duran bir ok ve sadağını işaret ederek.
“Ancak, efendim!” dedi yaver, büyük bir kaygı ve endişe içinde. “Savaş kaybedildi! Yenilgiyi ağırbaşlılıkla kabul etmek kraliyet soyunun onurunun bir parçasıdır.”
“Ben kraliyet soyundan falan değilim!” dedi Conan. “Ben bir barbarım ve bir demircinin oğluyum.”
Oku ve yayı zorla aldı, çadırın girişine doğrulttu. Hem korkutucu hem de oldukça heybetli gözüküyordu. Yırtık bir gömlek ve deri, kısa bir pantolon dışında çıplak sayılırdı. Yırtık gömleğinden kaslı ve kıllı koca göğsü gözüküyordu. Dolaşık siyah saçlarının altında mavi gözleri keskin ve öfkeli bakışlarla parlıyordu. Kralın bu cesur görüntüsü yaverini bile en az bir Nemedya askeri kadar korkutmuştu.
Conan, heybetli bacaklarının üstünde sersemce sallana sallana çadırın bez kapısını birden açtı, çadırdan çıktı. Nemedya Kralı ve yaverleri attan inmişlerdi, Conan’ı görünce bir süre durdular. Gördükleri karşısında şok olmuş bir vaziyette bakakaldılar.
“İşte buradayım, sizi pislikler!” diye kükredi Kimmeryalı. “Ben kralım! Sonunuz olacağım sizi, it sürüsü!”
Okunu meydan okurcasına çekti ve fırlattı. Tam da Taraküs’ün yanındaki yaverin göğsüne saplandı. Conan’ın hedefi Nemedya Kralı’nın kendisiydi.
“Lanet titrek elim! Gelin beni alın cesaret edebiliyorsanız!”
Güçsüz kalmış bacaklarının üstünde geriye doğru sallandı. Bir çadır direğinden destek alarak doğruldu ve iki eliyle tutarak kılıcını aldı.
“Tanrı Mitra aşkına! O gerçekten kral!” dedi Taraküs şaşkınlıkla. Ona doğru şöyle bir baktı ve sinirden kahkaha attı. “Atın üzerindeki pislik başkasıydı! Çabuk alın kellesini!”
Kraliyet armalı üç silahlı asker, krala saldırmak üzere davrandılar, bir tanesi de kralın yaverine gürzle vurdu. Diğer ikisi o kadar hızlı değildi. Yaklaştıkları anda Conan arka arkaya kılıcını savurarak Nemedyalının kolunu kesip omuzundan ayırdı. Nemedyalı askerin vücudu sallandı ve silah arkadaşının ayağının dibine düştü. Adamın ayağı ölü bedene takıldı, kendisini toparlayamadan Conan’ın kılıcından nasibini aldı.
Conan, kılıcını soluk soluğa bir şekilde çıkardı, tekrar sendeleyerek çadırın direğinden destek aldı. Bütün vücudu titriyordu, göğsü soluk soluğa olmuş şekilde şişip iniyordu, boynundan ve yüzünden su gibi ter akıyordu. Ancak gözlerinden hâlâ vahşi bir öfke püskürüyordu, soluk soluğa: “Neden o kadar uzak duruyorsun Belverus iti! Ben oraya gelemiyorum, sen gel de gör gününü!’’ dedi. Taraküs tereddüt etti, kalan askerlerine ve siyah zırh içindeki cılız, suratsız yaverine baktı. Bir adım ileri çıktı. Ebat ve güç olarak Kimmeryalıdan daha zayıftı ancak bütün zırhı yerindeydi ve batı medeniyetleri arasında çok iyi kılıç kullanmasıyla bilinirdi. Ancak yaveri kolundan tuttu.