“Hayır, efendim. Hayatınızı tehlikeye atmayın. Bu barbarı öldürmeleri için okçuları çağıracağım, diğerlerini öldürdükleri gibi bunu da öldürürler.”
Savaş devam ederken yaklaşan at arabalarını hiç kimse fark etmemişti, şimdi gelmiş önlerinde duruyorlardı. Ancak Conan gördü, sırtından garip bir ürperti indi. Arabayı çeken siyah atların görünüşünde bir gariplik vardı ama kralın asıl dikkatini çeken arabadaki kişiydi.
Uzun, sade bir elbise içinde uzun boylu, iri yapılı bir adam. Semitiklere ait olan başlıklardan takmıştı; başlık, dikkat çekici siyah gözleri dışında bütün yüzünü gizliyordu. Atları kontrol eden dizginleri tutan elleri beyazdı ancak güçlüydü. Conan yabancıya uzun uzun baktı, ilkel içgüdüleri yine canlanmaya başladı. Bu örtülü silüette tehditkâr ve güçlü bir hava sezdi. Rüzgârsız bir havada çimlerin arasında gizlice gezinen bir yılanın çimleri sallandırması gibi sinsi ve tehditkâr bir hava.
“Buyurun, Xaltotun!” diye bağırdı Taraküs. “İşte Akilonya’nın Kralı burada! Kayalıkların altında öldüğünü sandığımız o değilmiş.”
“Biliyorum.” dedi, nereden bildiğini açıklama bile gereği duymadan. “Şu an ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Okçuları onu öldürmeleri için görevlendireceğim.” diye yanıtladı Nemedyalı. “Yaşadığı sürece bizim için tehlikeli olacak.”
“Bir köpek bile bazen işe yarayabilir.” diyerek yanıtladı Xaltotun. “Bırak, yaşasın.”
Conan alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Gelin de öldürün!” diyerek meydan okuyordu. “Lanet ayaklarım tutuyor olsaydı bir ormancının ağacı yerinden sökmesi gibi söküp atmasını bilirdim! Sakın beni sağ bırakmak gibi bir hataya düşmeyin!”
“Korkarım ki doğru söylüyor.” dedi Taraküs. “Adam bir barbar ve yaralı bir kaplan kadar acımasız şu anda. Bırak da okçulara emri vereyim.”
“Beni izle ve bilgelik öğren.” dedi Xaltotun.
Elini kıyafetinin arasına soktu, pırıl pırıl parlayan bir küre çıkardı. Birden Conan’a attı. Kimmeryalı küçümser bir tavırla küreyi diğer tarafa doğru attı, dokunmasıyla beraber bir patlama oldu, her tarafı bembeyaz, parlak bir ışık kapladı. Conan, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu.
“Öldü mü?” Taraküs, sorgulamaktan çok durumu tasdikler gibiydi.
“Hayır, yaşıyor ama hiçbir şey hissedemez. Birkaç saat içinde kendine gelecek. Adamlarına söyle, kollarını ve bacaklarını bağlayıp benim aracıma yüklesinler.”
Taraküs bir hareketiyle emri verdi, askerler homurdana homurdana hareketsiz kralı at arabasına taşıdılar. Xaltotun, Conan’ın vücudunun üzerine gözükmesin diye bir örtü örttü ve dizginlerini eline aldı.
“Belverus için buradayım.” dedi. “Amalric’e söyle, eğer ihtiyacı olursa onunlayım. Conan olmadan ve ordusu bu hâle gelmişken fetih için fazlasını yapmaya gerek yok. Prospero meydana en fazla on bin asker getirebilir ve cephede olanları duyduktan sonra şüphesiz Tarantia’ya geri dönecektir. Amalric’e, Valerius’a veya herhangi birine Conan’ı esir aldığımı sakın söyleme. Bırak, kayalıkların altında öldüğünü düşünsünler.”
Bir süre askerlere doğru baktı. Nöbetçi asker uzun bakışlardan rahatsız olup huzursuzca hareket ediyordu.
“Senin o belindeki şey ne?” diye sordu Xaltotun.
“Neden ki, kemer efendim, beğendiniz mi?” diye kekeledi asker şaşkın şaşkın.
“Yalan söylüyorsun!” Xaltotun’un kahkahası bile acımasızdı. “O zehirli bir yılan! Ne kadar aptalsın, insan hiç beline bir sürüngen dolar mı?”
Adam, gözleri korkudan kocaman açılmış bir vaziyette kemerine doğru baktı. Kemerinin tokasının ona doğru şahlandığını dehşet içinde izledi. Bu bir yılan kafasıydı! Korkunç gözleri, zehir akan dişleri, ürpertici tıslamasıyla resmen bir yılandı ve vücudunu saran iğrenç sıcaklığını hissetti. Büyük bir çığlık attı ve çıplak eliyle yılanın kafasına vurdu, zehrin eline geçişini hissetti. Kaskatı kesildi ve birdenbire yere yığıldı. Taraküs hiçbir tepki vermeden sadece izledi. Tek gördüğü deri bir kemer ve nöbetçi askerin avucuna saplanmış kemer tokasıydı. Xaltotun, sihirli bakışlarını Taraküs’ün yaverine çevirecek oldu, adamın benzi attı ve tir tir titremeye başladı. Ancak kral araya girdi: “Hayır hayır, ona güvenebiliriz.”
Büyücü, dizginleri gerdirdi ve atları hareketlendirmeye başladı. “Bak, dediğim gibi, bu olay aramızda bir sır olarak kalacak. Eğer bana ihtiyacınız olursa, Orastes’in kölesi Altaro’ya, ona öğrettiğim şekilde beni çağırmasını söyle. Belverus’taki sarayınıza gelirim.”
Taraküs elini kaldırıp selamladı ancak büyücünün ardından bakarken çok da memnun olmadığı suratından okunuyordu.
“Neden Kimmeryalıyı yanında götürüyor?” diye sordu, korkmuş yaver.
“Ben de bunu merak ediyorum ya zaten.” diye homurdandı Taraküs. At arabası seslerinin gittikçe uzaklaşmasıyla geriye sadece savaşın bıraktığı boşluk kaldı. Güneşin batışı tepelerde kızıl gölgeler oluşturuyordu ve at arabası doğuya, karanlık mavi gölgelere doğru ilerliyordu.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“HANGİ CEHENNEMDEN ÇIKTIN SEN?”
Conan, Xaltotun’un arabasında yaptığı uzun yolculuktan habersizdi. At arabasının bronz tekerleri dağlardaki kayalıklardan, vadilerdeki çimenlerden geçip Belverus’un sınırlarındaki yemyeşil çayırlıklara ulaşırken Conan, ölü bir adam gibi yatıyordu.
Şafak vaktinin hemen öncesinde biraz kendine gelmeye başladı. Birtakım mırıldanma sesleri, homurtular duymaya başladı. Üzerini örten örtüden sızan ışıktan siyah kemerli, kapı benzeri bir şey ve birkaç sakallı silahşor görüyordu. Meşalelerin ışığı silahşorların mızraklarına ve miğferlerine vuruyordu.
Nemedyalı bir aksanla, meraklı bir ses; “Savaş nasıldı efendim?” diye sordu.
“İyiydi işte.” diye kısa bir yanıt geldi. “Akilonya Kralı öldü ve ordusu dağıldı.”
Heyecanlı heyecanlı mırıldanmalar duyulmaya başladı, mırıldanma sesleri Xaltotun’un kapıya bağladığı at arabasının tekerlerinin çıkardığı seslere karıştı. Ancak Conan seslerin arasından nöbetçi askerlerden birinin söylediklerini duydu: “Sınırın ötesinden Belverus’a kadar; güneşin batmasından şafak vaktine kadar olan kısacık sürede! Neredeyse hiç zorlanmadılar bile! Tanrı Mitra aşkına, onlar…” Daha sonra sesler duyulmamaya başladı, sadece atların nallarının ve karanlık yollar boyunca ilerleyen tekerlerin sesi geliyordu.
Conan’a duydukları bir şeyler ifade etse de tam olarak hatırlayamıyordu. Sadece duyup görebilen ama anlamayan akılsız bir canlı gibiydi. Görüntüler ve sesler ona tamamen yabancı gibiydi. Üzerine tekrar derin bir sersemlik çöktü. At arabası yüksek duvarlı, derin bir avludan geçti; Conan, birkaç kişinin kendisini kaldırıp bir taşın üzerine yatırdığını ve derin bir koridordan geçtiğini fark eder gibi oldu. Fısıldamalar, sinsi adımlar, kendisiyle ilgili anlamlandıramadığı konuşmalar duyuyordu.
Sonunda ayıldı ve birden kendine geldi, her şey cam gibi berraktı artık. Dağlarda yaptıkları savaşı ve ardından olanları tam anlamıyla hatırladı, nerede olduğunu da çok iyi biliyordu.
Kadife bir koltuğa yatırıldı, üzeri dünden beri hâlâ örtülüydü. Ancak her tarafında zincirler olduğu için hareket edemiyordu. İçinde yattığı oda aşırı görkemli bir şekilde döşenmişti; duvarlarda siyah kadife kilimler, yerlerde mor renkli gösterişli halılar vardı. Herhangi bir kapı ya da pencere yoktu. Süslü tavandan sarkan altın avizenin ışığı bütün odayı aydınlatmaya yetiyordu.
Işığın altındaki gümüş tahtta oturan silüet çok gerçek dışı ve fantastik gözüküyordu. Üzerindeki transparan ipek örtü onu daha da büyük gösteriyordu. Her şeyiyle olağan dışı bir varlık olduğu belliydi. Yüzünde garip bir nur vardı, sakalları olsa bile yüzü parıldıyordu âdeta. Bu gizemli, büyülü odanın içindeki gerçeğe yakın tek şey de buydu.
Özenle çizilmiş klasik bir güzelliği yansıtan muhteşem bir yüzdü. Ancak yine de bu rahatlatıcı güzelliğinin altında insanı endişelendiren bir şeyler vardı, insan bilincinin kavrayabileceğinin ötesinde şeyler. Bu yüzü daha önce hiç görmediğini biliyordu, emindi; ancak ona bir şeyleri veya birilerini hatırlatıyordu. Kâbuslarında gördüğün hayalî bir şeyle gerçek hayatta karşılaşmak gibi bir histi.
“Sen kimsin?” diye sordu kral, agresif bir tavırla. Zincirleriyle mücadele ederek oturağına gelmeye çalışıyordu.
“Xaltotun derler bana.” dedi, güçlü ve ihtişamlı sesiyle.
Tekrar sordu Kimmeryalı: “Neresi burası?”
“Kral Taraküs’ün Belverus Sarayı’ndaki bir oda.”
Conan hiç şaşırmamıştı. Belverus, Nemedya’nın hem başkenti hem de sınıra bu kadar yakın olan en büyük şehriydi.
“Taraküs nerede?”
“Ordunun yanında.”
“Hımm.” diye mırıldandı Conan. “Eğer beni öldüreceksen neden bir an önce yapıp kurtulmuyorsun?”
“Seni kralın okçularından, Belverus’ta öldürmek için kurtarmadım tabii ki.” diye cevap verdi Xaltotun.
“Ne halt ettin bana?” diye sordu tekrar Conan.
“Bilincini kaybettirdim sana.” diye yanıtladı Xaltotun ve devam etti. “Nasıl yaptığımı anlayamazsın. Bir çeşit kara büyü de diyebiliriz.”
Conan çoktan anlamıştı, üzerinde kafa yorduğu başka bir şey vardı.
“Galiba canımı neden bağışladığını anladım. Amalric beni Valerius’a karşı önlem olarak kullanmak istiyor; eğer imkânsız gerçekleşir de Akilonya Kralı o olursa diye. Valerius’u benim tahtıma geçirme işinin arkasında Tor baronu olduğunu herkes biliyor. Ve ben Amalric’i tanıyorsam eğer Valerius’u bir bostan korkuluğundan farksız görecektir. Tıpkı şu an Taraküs’ün olduğu gibi.” dedi Conan, durumu anladığını düşünüyordu.
“Amalric, senin benim elimde esir olduğunu bile bilmiyor.” diye cevap verdi Xaltotun. “Valerius da bilmiyor. İkisi de senin Valkia’da öldüğünü sanıyor.”
Conan, gözlerini kısarak sessiz adama doğru bakıyordu.
“Bunun arkasında bir zekâ olduğunu hissettim.” diye mırıldandı. “Ama bunun Amalric olduğunu düşünmüştüm. Amalric, Valerius ve Taraküs ipleri sana bağlı olan kuklalar mı yoksa? Kimsin sen?”
“Ne önemi var? Söylesem de inanmazsın. Peki, seni tekrar Akilonya tahtına geçirebileceğimi söylesem?”
Conan’ın gözleri kurt gibi parladı.
“Karşılığında ne istiyorsun?”
“Bana sadık olmanı.”
Conan sinirlendi: “Teklifini de al cehenneme git. Ben kimsenin kuklası değilim. Ben tahtımı kılıcımın gücüyle kazandım. Ayrıca, Akilonya tahtını kendi isteğine göre alıp satmak senin gücünün ötesinde. Krallık henüz fethedilmedi, bir cephede kaybetmek bütün savaşın kaderini belirlemez.”
“Sen kılıçlardan fazlasına karşı savaş veriyorsun.” diye açıklamaya başladı Xaltotun. “Savaştan önce seni yere yıkan bir ölümlünün kılıcı mıydı sanıyorsun? Hayır, tabii ki. O karanlığın oğluydu; dış güçlerin evladı, parmakları senin kanını donduracak, iliklerini kurutacak kadar soğuk. Öyle bir soğuk ki senin etini kızgın bir demir gibi yakan!”
“Senin zırhını giyen askerin şövalyeleri dağdaki geçide götürmesi bir tesadüf müydü sanıyorsun? Kayalıklar şans eseri mi yıkıldı?”
Conan sesini çıkaramıyordu, öylece bakakalmıştı. Sırtından soğuk soğuk terler akıyordu. Barbar mitolojisinde büyücüler ve sihirbazlar vardı ve bu adamın sıradan bir adam olmadığını aptal olmayan herkes anlardı. Conan, onu diğerlerinden ayıran açıklanamaz bir şeyler hissediyordu. Zaman ve mekân ile alakalı değişik bir izlenimi vardı, çok eskilerden gelen korkunç ve uğursuz bir şeyler gibi. Yine de inatçı ruhu ona boyun eğmeyi reddetti.
“Kayalıkların düşüşü bir tesadüftü.” dedi hâlâ saldırgan olmakta direnerek. “Ve kim olsa askerleri oradaki geçide yürütürdü.”
“Sanmıyorum. Sen yapmazdın. Sen bunun bir tuzak olduğundan şüphelenirdin. Nemedyalıların geri çekilişinin gerçek olduğuna emin olmadan askerleri nehirden ileriye geçirmezdin. Böyle uyutucu hilelere savaş karmaşasında bile gelmezdin sen. Senin kılığına girmiş bir adamın düştüğü tuzağa sen hiçbir şekilde düşmezdin.”
“O zaman bunlar da planlanmıştı.” dedi Conan, şüpheli bir tavırla. “Ordumu tuzağa düşürmek için planlanmış bir senaryo. Öyleyse ‘karanlığın çocuğu’ neden beni o an çadırımda öldürmedi?”
“Çünkü ben seni diri istedim. Pallantides’ın senin zırhını başkasına giydireceğini tahmin etmek için büyücü olmaya gerek yok. Ben seni sağ ve sağlıklı bir şekilde istedim. Benim planlarım için uygun birisin. Senin gücün benim müttefiklerimin gücünün ve zekâsının çok daha üstünde. Kötü bir düşmansın ama iyi ve sadık bir kul olabilirsin.”
Conan, Xaltotun’un kullandığı kelime karşısında delirdi. Xaltotun onun öfkesini umursamadan yakındaki masanın üzerinden kristal bir küre alıp Conan’ın önüne koydu. Küreyi hiçbir şeyin üzerine koymadı, herhangi bir şeyle desteklemedi ancak küre sanki bir zemin üzerinde durur gibi havada duruyordu. Conan, bu büyünün karşısında bir nefes aldı ama pek de etkilenmemişti.
“Akilonya’da neler olduğunu bilmek ister misin?” diye sordu.
Conan cevap vermedi ama merakı inatçılığını yenmiş gözüküyordu.
Xaltotun, buğulu derinliklere doğru uzun uzun baktı ve anlatmaya başladı: “Valkia’daki savaştan sonra akşam olmuş. Dün gece şövalyeler kaçak Akilonya askerlerine eziyet ederken ordunun diğer kuvvetleri Valkia’ya kamp kurmuş. Şafak vakti gelince kampı toparlayıp dağlardan batıya doğru ilerlemişler. Prospero, on bin Poitanya askeriyle beraber, kaçan askerlerle şafak vaktine doğru karşılaştığında, savaş meydanından kilometrelerce uzaktaydı. Savaş başlamadan meydana ulaşabilmek için bütün gece yoldaydı. Çökmüş orduyu yeniden toparlamayı beceremedi ve Tarantia’ya geri döndü. Kuşatılmış atlar yerini sıradan atlara bıraktı; Tarantia’ya yaklaşmışlardı.”
“Şövalyelerini de görüyorum, hepsi bitik hâldeler; zırhları toz toprak içinde, yorgun atlarını ilerletmeye çalışırken sancakları taşıyacak hâlleri bile kalmamış. Tarantia sokaklarını görüyorum. Şehirde kargaşa hâkim, bir şekilde savaşın kaybedildiğini ve Kral Conan’ın ölümünü öğrenmişler. Korkudan deliye dönmüş bir kalabalık var, herkes kralın öldüğünü haykırıyor ve kimse Nemedyalılara karşı örgütlenmeye uğraşmıyor. Akilonya’nın üzerinde karabulutlar dolaşıyor anlayacağın, akbabalar başına üşüşmüşler bile.”
Conan, derin bir iç geçirdi.
“Bunlar laftan başka ne ki? Sokakta yırtık pırtık kıyafetlerle gezen bir dilencinin kehanetlerinden bir farkı yok. Eğer o cam topun içinden bunları görüyorsan, sen hiç şüphesiz bir yalancı ve sahtekârsın. Prospero, Tarantia’yı bırakmaz ve baronlar da ona yardım edecektir. Poitanyalı Trocero yokluğumda krallığımı idare eder ve Nemedya itlerini kulübelerine göndermesini bilir. Elli bin Nemedyalı nedir ki zaten? Akilonya ordusu onları yutar. Belverus’u bir daha göremeyecekler. Valkia’da yenilen Akilonya değildi, sadece Conan’dı.”
“Akilonya bitti.” diye yanıtladı Xaltotun sakince. “Silahlarla mızraklarla fethediliyor, eğer başarısız olurlarsa da tekrar karanlık güçler savaşa dâhil olur. Eğer gerekirse Valkia’da yıkılan kayalıklar gibi şehrin duvarları ve dağları da yıkılır, akarsular kanallarından taşar ve ortada şehir falan kalmaz.”
“Karanlık güçlere gerek kalmadan okla, silahla halledilmesi daha iyi olur çünkü büyüye sık sık başvurulması tüm dünya için bir tehdit olabilir.”
“Hangi cehennemden çıktın sen lanet büyücü?” diye homurdandı Conan. Kimmeryalı istemsizce ürperdi, uzun uzun adama baktı; mistik ve kötücül bir şeyler hissediyordu.
Xaltotun kafasını kaldırdı, boşluktan gelen fısıltıları dinliyor gibiydi. Tutsağını tamamen unutmuştu. Birdenbire kafasını salladı, Conan’a garip bir bakış attı.
“Ne yapacaksın, neden soruyorsun? Söylesem de inanmazsın zaten. Laf anlatmaya çalışmaktan yoruldum. Koca şehri yakıp yıkmak beyinsiz bir barbara laf anlatmaya çalışmaktan daha kolaydı.”
“Şu ellerim bağlı olmasaydı ben seni burada beyinsiz bir cesede dönüştürürdüm de…”
“Ondan hiç şüphem yok, tabii ben sana o fırsatı verecek kadar aptal olsaydım.” diye yanıtladı Xaltotun alkışlayarak. Tavrı değişmişti, hâlinde bir sabırsızlık ve çok net sinirlilik vardı. Ancak Conan bu tavrın kendisine karşı olmadığını düşünüyordu.
“Sana söylediklerimi iyi düşün, barbar.” dedi Xaltotun, devam etti:
“Düşünmek için bol bol zamanın olacak. Seninle ne yapacağıma daha tam olarak karar vermedim. Henüz belli olmayan bazı koşullara bağlı. Ama şunu aklına iyice sok, eğer oyunda olmanı istersem bunun benim gazabımla olmasındansa senin rızanla olması senin için daha iyi olur.” Conan sinirlenip lanet okudu. Odanın kapısını örten perde aralandı ve içeriye dört iri, siyahi adam girdi. Her birinin üzerinde kemerli, ipek bir giysi vardı, kemerlerinde de büyük bir anahtar asılıydı.
Xaltotun sabırsızlıkla kralı işaret etti ve arkasını döndü, meseleyi kafasından tamamen atmak ister gibi. Parmakları garip bir şekilde kıpraştı. Zümrüt yeşili bir kutunun içerisinden bir avuç dolusu simsiyah parıldayan kum taneleri çıkardı, altın bir sehpanın üzerindeki mangala bıraktı. Kristal küre ki Xaltotun onu unutmuş gözüküyordu, görünmez gücü bozulmuş gibi birdenbire yere düştü.
Siyahi adamlar Conan’ı odadan çıkarmak üzere kaldırdılar, zincirlerle öyle bir dolaşmıştı ki yürüyemiyordu. Altın sarısı ağır kapı kapanmadan önce içeriye şöyle bir baktı; Xaltotun tahtına yaslanmış, kollarını bağlamış oturuyordu, mangaldan hafif bir duman yükseliyordu. Conan’ın tüyleri diken diken oldu. Daha önce güneye doğru uzanan antik ve kötü krallık Stigya’da böyle siyah kum taneleri görmüştü. Ölümcül uykuya dalıp korkunç rüyalar görmeye sebep olan siyah lotus çiçeğinin polenleriydi bunlar. Siyah lotusu yalnızca ürkütücü Kara Yüzük büyücülerinin, büyülerini diri tutmak amacıyla kâbuslar gördürmesi için kullandığını da gayet iyi biliyordu Conan.
Kara Yüzük, batı dünyası için bir masal ve yalandı ancak Conan onun korkunç gerçekliğinin farkındaydı. Kara Yüzük’ün acımasız ibadetçileri Stigya’nın kara mahzenlerinde ve Sabatea’nın lanetli tepelerinde korkunç büyülerini icra ederlerdi. Gizemli kapıya doğru tekrar geri dönüp baktı, kapının arkasındakiler içini ürpertiyordu.
Kral, gece miydi gündüz müydü anlayamıyordu. Kral Taraküs’ün sarayı karanlık, kasvetli ve kendinden ışıltılı gibi gözüküyordu. Karanlığın ve gölgelerin ruhu vardı sarayın üzerinde ve bu Conan’ın anladığı kadarıyla Xaltotun’dan kaynaklanıyordu. Siyahi adamlar, kralı loş ışıklı dar koridordan geçiriyorlardı. Koridor o kadar karanlıktı ki adamlar bir ölüyü taşıyan hayalet gölgeler gibi gözüküyorlardı. Sarmal taş bir merdivenden aşağı doğru indiler. Adamlardan birinin elindeki meşale duvarda eğri büğrü gölgeler oluşmasına sebep oluyordu. Kara şeytanlar tarafından cehenneme götürülen bir ceset gibi hissediyordu.
Sonunda merdivenin son basamağına ulaştılar, uzun, düz bir koridordan geçtiler. Koridorun bir tarafında merdivene açılan kemerli bir kapının bulunduğu duvar, diğer tarafındaki duvarda ise birkaç adım arayla yapılmış demir kapılar.
O kapılardan birinin önünde durdular, siyahi adamlardan biri kemerindeki anahtarı çıkardı ve kilidi açtı. Parmaklıkları itekleyerek tutsaklarıyla içeri girdiler. Duvarları, yerleri ve tavanı taştan olan küçük bir zindandalardı, diğer duvarda parmaklıklı bir kapı daha vardı. Conan kapının arkasında ne olduğunu kestiremiyordu ama başka bir koridor olduğunu zannetmiyordu. Meşalenin loş ışığından parmaklıklar arasına yansıyan ışıktan ve yankıdan geniş bir yer olduğunu tahmin etmişti.
Zindanın girdikleri kapıya yakın olan köşesinde bir taşa takılmış demir halkaya bağlı zincirler sarkıyordu. Zincirlere bağlı bir iskelet duruyordu. Conan merakla iskeleti inceledi; kemiklerin çoğu kırılmış ve çürümüştü, omurgasından düşen kafatası ezilmişti. Kuvvetli bir patlamadan olduğunu tahmin etti.
Siyahilerden biri, kapıyı açan değil, soğukkanlılıkla halkadaki zincirleri kaldırdı, anahtarlığındaki anahtarlardan biriyle kilidi açtı. Paslı demiri ve iskeleti bir kenara itekledi. Conan’ın zincirlerini taştaki halkaya geçirdiler. İyice zincirlediklerine emin olduktan sonra üçüncü siyahi adam, anahtarıyla diğer taraftaki kapıyı açtı.
Adamlar meşaleden yansıyan loş ışığın arkasından, gizemli bir şekilde Conan’a bakıyorlardı. Simsiyah tenleri meşalenin ışığıyla parlıyordu.
Girdikleri kapının anahtarını tutan, gırtlaktan bir sesle konuştu: “Artık senin sarayın burası, beyaz kral! Efendimiz ve bizim dışımızda kimse burayı bilmiyor. Saraydaki kimsenin ruhu duymaz. Artık burada yaşayacaksın hatta belki de öleceksin. Bunun gibi!” Yerdeki iskeleti aşağılar şekilde tekmeleyip odanın diğer tarafına fırlattı.
Conan cevap vermeye tenezzül bile etmedi. Tutsağın sessizliğinden rahatsız olan kara adam küfrederek mırıldandı, eğildi ve kralın suratına tükürdü. Bu, siyah adam için talihsiz bir hamleydi. Conan her yerinden duvardaki halkaya zincirlenmiş bir şekilde yerde oturuyordu. Ne ayağa kalkabiliyor ne de duvardan bir adım ötesine uzaklaşabiliyordu. Ancak ellerine geçirilmiş zincirin ucunda büyük bir boşluk vardı, kara adam koca kafasını daha uzaklaştıramadan kral, zinciri onun kalın kafasına geçirdi. Adam yere, kesilmiş bir kurban gibi yığıldı, arkadaşları kel kafasından ve burnundan kanlar boşalırken öylece bakakaldılar.
Herhangi bir intikam almaya kalkışmadılar, Conan’ın kanlı zinciri göstererek meydan okumasına da bir tepki vermediler. Anlaşılmayan bir dilde homurdanarak arkadaşlarını yerden saman yığını gibi kaldırdılar, kolları ve bacakları sallanıyordu. Arkalarındaki kapıyı açmak için onun anahtarını kullandılar ancak anahtarı kemerden çıkarmadılar. Meşaleyi de aldılar, onlar koridorda uzaklaştıkça ışık da gözden yavaşça kayboluyordu. Yavaş adımları loş ışıkla beraber kayboldu, geriye büyük bir karanlık ve sessizlik kaldı.
BEŞİNCİ BÖLÜM
MAĞARADAKİ YARATIK
Conan, ağır zincirlere ve içinde bulunduğu durumun vahimliğine rağmen yetiştiği vahşi ortamların sabrı ve alışkanlığıyla hareketsiz bir hâlde yatıyordu. Hareket etmiyordu çünkü ne zaman hareket etmeye kalkışsa zincirlerin ağırlığı yüzünden karanlığın içinde büyük bir gürültü çıkıyordu. Vahşi atalarından öğrendiğine göre böyle âciz bir durumdayken bulunduğu yeri açık etmemeliydi. Aslında karanlığın içinde onun âcizliğinden faydalanacak bir şeylerin pusuya yattığını düşünmek çok da mantıklı değildi çünkü Xaltotun ona herhangi bir zarar verilmeyeceğini söylemişti. Conan ona inanmıştı çünkü gerçekten onu diri istiyordu, en azından bir süre için. Ancak çocukluğunda vahşi hayvanlardan gizlenmesinin verdiği içgüdüyle, sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih ediyordu.
Gözleri çok keskin olmasına rağmen zifirî karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Bir süre sonra minicik bir ışık hüzmesi geldi, gri yansımalı incecik bir ışık görmüştü; Conan zar zor kapının parmaklıklarını seçebilmişti. Işık kafasını karıştırdı, daha sonra anladı. Yerin altında bir yerlerdeydi, sarayın altındaki bir çukurda. Nedendir bilinmez yukarıdan bir yerden bir ışık gelmişti. Dışarıdaki ay ışığı minicik bir delikten zindana yansıyordu. Bu küçücük ışık sayesinde günün hangi vaktinde olduklarını anlayabilirdi. Belki güneş ışığı da bu küçük delikten içeri girerdi; belki de sabah olana kadar deliği kapatırlardı. Bu bir çeşit işkence şekli de olabilirdi, içerideki tutsağa küçücük bir ay ışığı veya güneş ışığı bahşetmek.
Loş ışığın altında bakışları köşede duran iskelete çevrildi. Kafasını o kişinin kim olduğunu veya neden orada olduğunu düşünmek gibi gereksiz bir şey için yormadı ancak kemiklerin nasıl öyle paramparça bir hâle geldiğini merak ediyordu. Kemiklere baktıkça tatsız bir detay fark etti. Kemikler uzunlamasına ayrılmışlardı ve bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Birisi kemikleri, içindeki iliği çıkarmak amacıyla kırmıştı. Nasıl bir yaratık ilik çıkarmak için birinin kemiklerini kırardı? Belki de bu artıklar açlıktan ölmek üzere olan birinin korkunç yamyam ziyafetinden kalan artıklardı. Conan ileride kendi kemiklerinin de bu paslı zincirlerde bulunup bulunmayacağını merak ediyordu. İçinde tuzağa düşürülmüş bir kurdun paniği vardı.
Kimmeryalı, herhangi bir şehirlinin yapacağı şekilde ne bağırdı ne küfür etti ne ağladı ne de sinirden delirdi. Ancak göğsünün üzerine çöken ağrı dayanılacak gibi değildi. Batı yakasında bir yerlerde Nemedya ordusu, ortalığı yakıp yıkarak Conan’ın krallığını ele geçirmek üzere ilerliyordu. Poitanyalıların küçük birliği onların karşısında duramazdı. Prospero, Tarantia’yı belki birkaç hafta elinde tutabilirdi; belki de birkaç ay. Ancak bir çare bulunmadığı sürece eninde sonunda teslim olmak zorunda kalacaklardı. Baronlar istilacılara karşı elbette Conan’ı destekleyeceklerdi ancak herkes krallık için savaşıp mücadele ederken Conan’ın tek yapabildiği karanlık hücrede âciz bir şekilde yatmaktı. Kral bunları düşündükçe güçlü dişlerini intikam hırsıyla gıcırdatıyordu.
İlerideki kapının dışından gelen sinsi bir adım sesiyle irkildi. Gözlerini dikerek eğildi ve parmaklıkların dışındaki belli belirsiz silüete bakmaya çalıştı. İki metalin birbirine sürtünmesiyle çıkan sinir bozucu bir ses çıkıyordu, sanki bir anahtar bir kilidi açmaya çalışıyordu.
Daha sonra silüet Conan’ın görüş açısının dışına çıktı. Nöbetçilerden birinin kapıyı kilitlediğini düşündü. Bir süre sonra aynı sesin tekrar biraz daha uzaktan geldiğini duydu. Yavaşça kapı açılma sesi geldi, arkasından da telaşlı ve sessiz adımlar. Sonrası yine sessizlikti.