Conan bir süre daha dinledi. Bu süre ona çok uzun gelmişti ancak belli ki o kadar uzun değildi çünkü minik ışık hüzmesinden anladığı kadarıyla hâlâ geceydi. Başka bir şey duymamıştı. Sonunda pozisyonunu değiştirmek için kıpırdandı, bağlı olduğu zincirler şıngırdadı. Bir ses daha duydu; hücreye sokulduğu yakındaki kapının dışından gelen yavaş ayak sesleri. Hemen ardından gri ışığın loşluğunda uzun ince bir silüet gördü.
“Kral Conan!’’ dedi yumuşak bir ses telaşla. “Ah, efendim. Orada mısınız?’’
“Başka nerede olabilirim?’’ diye cevap verdi Conan kabaca ve yabancıyı görmek için kafasını çevirdi.
İncecik parmaklarıyla sıkıca demir parmaklıkları tutan bir kadındı. Arkasından yansıyan loş ışık zarif silüetini belli ediyordu; ipek gibi saçları beline doğru iniyor, güzel boynundaki kolye parıldıyordu. Karanlığın arasında gözüken kömür gibi gözleri ışıl ışıldı, beyaz teni âdeta bir mermer gibi parlaktı. Saçları, loş ışığın yansıttığı beyaz teninin üzerindeki siyah bir şelale gibiydi.
“Kelepçelerinizin ve uzaktaki kapının anahtarları!” diye fısıldadı ve zarif elini parmaklıkların arasından uzatıp yere üç tane şey attı, yere attığı şeyler şıngırdadı.
“Ne çeşit bir oyun bu böyle?” diye sordu Conan. “Nemedya aksanı ile konuşuyorsun ve benim hiç Nemedyalı bir arkadaşım yok. Efendiniz şimdi nasıl bir kötülük peşinde? Seni buraya beni kandırman için mi gönderdi?”
“Kandırma falan yok!” Kız tir tir titriyordu. Parmaklıkları kavramasıyla kolyesi ve bileziklerinden ses çıkıyordu. “Mitra üzerine yemin ederim! Anahtarları siyahi gardiyanlardan çaldım. Zindanın bekçisi onlar ve her birinin anahtarı bir kapıyı açıyor. Onları içirip sarhoş ettim. Senin kafasını kırdığın bekçiyi doktora göndermişler, bu yüzden ondaki anahtarları alamadım. Ben de diğer kapının anahtarlarını çaldım. Ah, lütfen oyalanma artık! Bu zindanların arkasında cehennemin kapısı olan mağaralar var.”
Biraz etkilenmiş ve şüpheci bir şekilde Conan anahtarları denemeye başladı, anahtarların açmayacağını ve kadının alay ederek kahkaha atacağını bekliyordu. Anahtarın gerçekten, önce zinciri halkaya bağlayan kilidi sonra bileklerindeki kelepçelerin kilidini açmasıyla heyecanlandı. Kısmen özgür olmanın sevinciyle ayağa kalktı. Hemen parmaklıklı kapının kilidini açmak üzere fırladı, onu kurtaran cesur kız da heyecanla izliyordu.
“Kimsin sen? Neden bunu yapıyorsun?” diye sordu Conan.
“Ben Zenobia.” diye mırıldandı korkudan nefes nefese. “Kralın haremindeki sıradan kızlardan biriyim.”
“Tabii bu lanet bir tuzak değilse.” diye homurdanmaya devam ediyordu Conan. “Bu anahtarları bana getirmen için bir sebep göremiyorum.”
Kız boynunu eğdi, daha sonra kaldırdı ve Conan’ın şüpheli gözlerinin içine derin derin baktı. Siyah uzun kirpiklerinde küçük bir mücevher gibi gözyaşları parıldıyordu.
“Kralın haremindeki sıradan bir kızım ben sadece.” dedi mahcup ve alçak gönüllü bir tavırla. “Bana hiçbir zaman bakmadı bile ve muhtemelen bakmayacak. Onun masasındaki kemikleri sıyıran köpeklerden biriyim sadece onun için.”
“Ama ben süslü bir oyuncak değilim; etten kemikten bir insanım. Nefes alan, nefret eden, korkan, eğlenen, gülen ve âşık olan normal bir insanım. Ve size âşık oldum. Ah Kral Conan, sizi yıllar önce Kral Nimed’i ziyaretinizde Belverus sokaklarından şövalyelerinizle geçerken gördüm. Kalbim sizi görünce yerinden çıkacak gibi atmaya başladı ve sanki o gün, o sokakta, sizin atlarınızın ayakları altında ezildi.”
Konuştukça gözyaşları sular seller gibi akıyordu ancak kömür gözlerinde herhangi bir duraksama veya tereddüt yoktu. Conan hemen bir cevap vermedi; vahşi, hırslı ve asiydi. Ancak bir kadının saf ruhunu açması karşısında en yabani adam bile duygulanırdı.
Tekrar kafasını eğdi, hıçkırırken incecik bileklerini kırmızı dudaklarına bastırdı. Ancak birden kafasını kaldırdı ve içinde bulundukları durumu hatırladı, kara gözlerinde endişe vardı.
“Acele edin!” diye fısıldadı telaşla. “Saat gece yarısını geçti, gitmeniz lazım.”
“Ama anahtarları çaldığını öğrenirlerse senin derini yüzerler.”
“Kimse bilmeyecek. Sabah olduğunda siyahi bekçiler onlara kimin şarap verdiğini hatırlasalar bile sarhoşken anahtarları çaldırdıklarını kimseye itiraf edemezler. Bu kapıyı açan kilidi alamadım o yüzden diğer kapıdaki mağaradan geçmelisin. O kapının ardında seni nasıl bir tehlike bekliyor bilmiyorum ama bu hücrede durduğun sürece daha büyük bir tehlike altında olacağın kesin. Kral Taraküs döndü.”
“Ne? Taraküs mü?”
“Evet. Döndüğünü gizliyorlar ve kısa bir süre önce mağaraya inmişti ama büyük bir risk almış gibi ürkmüş ve beti benzi atmış bir hâlde geri çıktı. Yaveri Arideus’a söylerken duydum, Xaltotun’a rağmen senin ölmen gerektiğini düşünüyor.”
“Peki ya Xaltotun?” diye sordu, kızın korkusunu hissediyordu.
“Onun adını anma!” diye fısıldadı. “Şeytanlar isimlerinin anıldığını duyarlar. Köleleri onun sürgülü kapı ardındaki odasında yattığını söylüyor, siyah lotus çiçeği rüyalarını görüyormuş. Bence Taraküs bile içten içe ondan korkuyor yoksa seni çoktan öldürürdü. Yine de bu gece mağaraya inmişti ve Tanrı Mitra bilir orada ne halt ediyordu.”
“Merak ediyorum acaba Taraküs’ü benim hücreme bakmaya getiren şey ne olabilir?” diye mırıldandı Conan.
“Al bunu!” diye fısıldadı kız; demir parmaklıkların arasından bir şey uzatırken. Conan, heyecanlı bir şekilde aldı, daha önce kullandığı bir şey olduğu belliydi. “Çabucak şuradaki kapıdan geç, sola dön ve hücrelerin arasındaki koridordan taş merdivenlere kadar ilerle. Sakın hücrelerin önündeki yoldan başka yola sapma! Merdivenlerden çık ve yukarıdaki kapıyı aç, anahtarlardan biri o kapıya ait. Eğer Tanrı Mitra yardım ederse, o kapının önünde seni bekliyor olacağım.” Daha sonra kız, sessiz adımlarla karanlığın içinde uzaklaşarak kayboldu.
Conan omuzlarını silkti ve odanın diğer yanındaki kapıya yöneldi. Bu belki de Taraküs tarafından planlanmış bir tuzaktı ancak Conan için bir şeyler deneyerek bir tuzağın içine düşmek, âciz bir şekilde kaderine razı olmaktan daha iyiydi. Kızın verdiği şeyi inceledi ve bir hançer olduğunu anlayınca kurnazca güldü. Ne olursa olsun kızın ona bir hançer vermesinden pratik zekâlı biri olduğu belliydi. Küçük bir hançer değildi, sıradan bir şey olmadığı belliydi çünkü sapında mücevherler vardı ve altındandı. Şık bir hanımefendiye ait olabilecek bir silahtı. Tam anlamıyla bir savaşçı silahıydı; kırk santim uzunluğunda ve keskince bilenmişti, ucu bir elmas gibi parlıyordu.
Hâlinden memnun bir şekilde mırıldandı. Elinde böyle iyi bir hançer olması onu keyiflendirdi ve öz güveni arttı. Ne kumpas dönerse dönsün, ne tuzağı kurulursa kurulsun sonuçta bu bıçak gerçekti. Güçlü kollarındaki damarlar kana susamış vaziyette akmaya başladı.
İlerideki kapıyı anahtarlarıyla yokladı. Kapı kilitli değildi. Kapıyı kilitlediğini gördüğü siyahi nöbetçiyi düşündü. O sinsi gardiyan kapının sürgüsünü takmış olmalıydı ama kapı kilitli değildi. Kilitli olmayan kapı şüpheli bir durum yaratıyordu ancak Conan yine de duraksamadı. Parmaklıkları itekledi, zindandan karanlık koridora çıktı.
Daha önce tahmin ettiği gibi kapı herhangi bir koridora açılmıyordu. Ayağının altında yumuşak bir zemin hissetti, arkasında sağlı sollu hücreler uzanıyordu ancak geldiği tarafta başka bir şey göremiyordu. Ne çatı ne de başka bir duvar görebiliyordu. Ay ışığı yalnızca hücrelerin parmaklıklarını belli belirsiz gösteriyordu ve karanlığın içinde yok oluyordu. Onun kadar keskin gözlere sahip olmayan birisi muhtemelen bu küçücük ayrıntıyı bile göremezdi.
Sola döndü, hızlı ve sessiz adımlarla zindanların hizasında ilerlemeye başladı. Çıplak ayakları yumuşak zemin üzerinde pek ses çıkarmıyordu. Önünden geçtiği bütün zindanlara şöyle bir baktı, hepsi boş ama kilitliydi. Bazılarında kemik parçaları görür gibi oldu. Bu mağaralar acımasız bir dönemden kalma bir hatıraydı. Belverus, çok uzun zaman önce bir şehirden ziyade bir kaleyken inşa edilmişlerdi. Belli ki şu anki kullanımı da insanların sandığından daha yaygındı.
Loş ışıktan zar zor seçerek önünde yukarıya çıkan dik bir merdiven gördü, aradığı merdiven bu olmalıydı. Çömelerek hızlı hızlı merdivenden çıkmaya başladı.
Arkasında hareket eden bir şeyler hissetti, sessizce yürüyen hantal bir şeyin sinsi adımlarıydı ama bir insana ait değillerdi. Hücrelerin uzun sırasına doğru baktı, her birinin önünde yansıyan minik ışıktan başka bir şey göremedi. Ne gördüğünü kendi de anlayamamıştı ancak büyük bir şeydi ve bir insandan çok daha hızlı hareket ediyordu. Loş ışık ve gölgelerin arasında gidip geliyordu sanki. Esrarengiz bir durumdu, karanlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu.
Parmaklıkların sesi geliyordu çünkü o şey her neyse sırayla her kapıyı deniyordu. Sonunda Conan’ın çıktığı hücrenin kapısına geldi ve dokunmasıyla kapı açıldı çünkü kilitli değildi. Belli belirsiz hantal silüetin kapıdan çıktığını gördü, sonra o şey aniden kayboldu. Conan’ın elleri ve yüzü terlemeye başladı. Şimdi Taraküs’ün neden sinsice onun hücresine gelip daha sonra alelacele kaçtığını anlamıştı. Taraküs onun kapısını açmıştı, daha sonra da o cehennemsi mağaraların birinde duran gaddar bir yaratığın hücresini ya da kafesini.
O şey tekrar hücreden çıktı ve koridorda yürümeye başladı, şekilsiz kafası yere yakın duruyordu. Kilitli kapılara tekrar bakmadı. Conan’ın izini koklayarak sürüyordu. Biraz daha ilerledikçe onu daha net görebilmeye başladı, kocaman insana benzer bir vücudu vardı ancak bir insandan çok daha büyük ve ağırdı. Hafif öne doğru kambur bir vaziyette iki ayağının üzerinde yürüyordu. Rengi grimsi ve vücudu kıllıydı, kalın kürkü gümüş gibiydi. Yüzü çok iğrenç ve korkunç bir insan gibiydi, upuzun kolları yere kadar değiyordu.
Conan nihayet hücrelerdeki iliği çekilmiş ve parçalanmış kemiklerin nedenini anladı, mağaradaki bu yaratığın eseriydi. İnsan benzeri gri bir yaratıktı, Vilayet Denizi’nin doğusunda, dağlardaki ormanlarda dolaşan, acımasız, insan yiyen yaratıklardandı. Yarı mitolojik ama tamamıyla dehşet verici bir şekilde bu yaratıklar Hyboria efsanelerinin cinleriydi. Gerçek dünyada ise ormanlarda dolaşıp insanları öldüren ve yiyen dev canavarlar.
Varlığının kokusunu aldığını biliyordu Conan. Fıçı benzeri koca vücudu kısa bacaklarının üzerinde hızlıca yürüyordu. Uzun merdivene şöyle bir baktı ancak Conan, yukarı çıkana kadar yaratığın gelmiş olacağını biliyordu. Onunla çarpışmayı seçti.
Conan, ışıktan olabildiğince faydalanmak amacıyla ay ışığının hafifçe vurduğu hücrelerden birinin yakınına geçti. Çünkü yaratığın karanlıkta kendisinden daha iyi gördüğünü tahmin edebiliyordu. Canavar onu direkt gördü; uzun sarı dişleri karanlıkta parlıyordu ama herhangi bir ses çıkarmadı. Gecenin ve sessizliğin yaratıkları, Vilayet’in gri devleri dilsiz olurlardı. Ancak insana benzeyen iğrenç suratında korkunç bir sevinç belirmişti.
Conan tetikteydi, hareketsiz bir şekilde kendisine yaklaşan canavarı izliyordu. Hayatının tek bir saldırı hamlesine bağlı olduğunu biliyordu; ikincisi için ne bir şansı ne de zamanı olacaktı. Bu mücadeleden kurtulabilmek için ilk darbede canavarı öldürmeliydi. Kendisine yaklaşan bodur, kıllı, zırh gibi kalın göğsü olan iri cüsseye bakıyordu. Darbeyi direkt kalbine indirmeliydi, bıçağı vücudunun ölümcül olmayan bir yerine sokup kalın deriyle bıçağı köreltemezdi. Conan, tamamen odaklanmış, gözlerini, ellerini, kaslı vücudunu, korkunç yaratığa ölümcül hamleyi yapmak üzere hazırda tutarak bekliyordu. Yaratıkla direkt göğüs göğüse gelmeliydi ve öldürücü darbeyi indirmeliydi. Sağlam vücudunun gücüne yeterince güveniyordu.
Yaratık korkunç kollarını sallayarak ona doğru yaklaşınca üzerine doğru atıldı ve olanca kuvvetiyle hançeri soktu. Yaratığın kıllı göğsüne geçmiş hançerin sapına akan kanı hissetti. Daha sonra bıçağı çıkardı; yaratığın kafası öne düştü, bütün vücudu tek bir kütle gibi bir araya gelerek yığılmaya başladı. Conan kollarından kavradı ve canavarın karnına birkaç şiddetli tekme attı; kendisini yere yıkılan canavarın cüssesinden korudu.
Bir anlık sersemlikle bir deprem göçüğünün altında kalabilirmiş gibi hissetti. Birden farkına vardı, artık özgürdü ve yerde öylece uzanıyordu. Yanında da canavarın kocaman cansız bedeni yatıyordu; kırmızı gözleri tavana çevrilmiş, göğsünde hançerin sapı. Müthiş hamle tam yerini bulmuştu.
Conan, uzun bir mücadeleden çıkmış gibi nefes nefeseydi, bütün vücudu titriyordu. Bazı eklemleri çıkmış gibi hissediyordu. Yaratığın pençelediği yerlerden kan damlıyordu; kasları ciddi anlamda darbe almış ve yaralanmıştı. Eğer canavar bir saniye daha uzun yaşamış olsaydı muhtemelen Conan’ı paramparça ederdi. Ancak Kimmeryalının olağanüstü kuvveti yerindeydi, bir anlık hamle onu kurtarmıştı. Conan’ın yerinde ufak tefek herhangi bir adam olsaydı devin yıkılan bedeni altında can verirdi.
ALTINCI BÖLÜM
BIÇAK DARBESİ
Conan eğilip canavarın göğsündeki bıçağı çıkardı. Sonra hızlı adımlarla merdivenden yukarı çıktı. Karanlığın içinde başka ne yaratıklar var tahmin bile edemiyordu ama öğrenmek de istemiyordu. Bu ani ve hızlı çarpışma, güçlü Kimmeryalı için bile fazla yorucuydu. Ay ışığı yansımaları aşağıda kaldıkça ortalık daha da kararıyordu, merdivenleri endişeli adımlarla çıktı. Kapıya ulaştığında rahatladı ve derin bir oh çekti, hemen anahtarı kilide soktu. Kapıyı yavaşça açtı, her an bir düşman veya yaratık saldırısına uğrayacağını düşünerek tedirginlikle dışarıyı kolaçan etti.
Önünde yine loş ışıkla aydınlatılmış taş bir koridor vardı ve kapının önünde yine o ince uzun silüet… “Efendim!” Cılız, titrek bir sesti. Biraz korku biraz da rahatlama hissiyle bağırmıştı. Kadın, Conan’ın yanına gitti, sonra utandı ve duraksadı.
“Kanıyorsunuz!” dedi kadın. “Yaralanmışsınız!”
“Bir bebeğin bile canını yakmayacak çizikler sadece. Senin verdiğin silah işe yaradı. Eğer o olmasaydı Taraküs’ün maymunu şu an benim kemiklerimdeki ilikten kendine ziyafet çekiyor olurdu. Şimdi ne yapacağız?”
“Beni takip et.” diye fısıldadı kadın. “Şehrin çıkışına kadar götüreceğim seni. Orada gizlice götürdüğüm bir atım var.”
Önden yürüyerek koridorda ilerlemeye başladı kadın ancak Conan koca elleriyle kadının nazik omuzuna elledi ve “Yanımdan yürü.” diye yönlendirdi onu yavaşça; güçlü koluyla kadının nazik belini kavradı. “Şimdiye kadar bana dürüst oldun bu doğru, ben de sana inanmak zorundaydım. Ancak ben bu zamana kadar kadın ya da erkek hiç kimseye güvenmediğim için hayatta kalabildim. Yani, eğer bana bir yanlış yapacak olursan tadını çıkaracak kadar yaşayamazsın bile.”
Kadın ne kanlı hançerden ne de kaslı vücudun kendi nazik bedenini sarsmasından ürktü.
“Eğer sana bir yanlışım olursa acımasızca öldür beni.” diye yanıtladı. “Senin kollarını vücudumda hissetmek, tehditkâr bir amaçla olsa bile bir rüyanın gerçekleşmesi benim için.”
Dar koridorun sonunda bir kapı vardı, kadın kapıyı açtı. Dışarıda bir başka siyahi gardiyan yerde yatıyordu. İpek, siyah bir çarşaf giyinmiş iri yarı bir adamdı ve yanında da yere düşmüş sancağı ve kılıcı vardı. Hareket etmiyordu.
“İçkisine ilaç koydum.” diye fısıldadı ve adamın vücudunun etrafından dolaşarak geçti. “Bu, mağaranın en dışındaki son gardiyandı. Daha önce buradan kimse kaçamadı, kaçmayı denemedi bile. O yüzden sadece bu siyahi gardiyanlar bekçilik ediyor. O kadar köle içinden sadece bunlar Xaltotun’un getirdiği tutsağın Kral Conan olduğunu biliyorlardı. Diğer bütün kızlar uyuduğunda avluya bakan bir camdan bütün gece uykusuz kalarak olan biteni izlerdim. Batıda bir savaş olduğunu biliyordum ve senin için çok endişeleniyordum.”
“Bir gece karanlıkta kara gardiyanların yukarıyla birini taşıdığını gördüm ve meşalenin ışığından sen olduğunu anladım. Sonra sarayın bu tarafına geçtim ve seni mağaraların olduğu tarafa taşıdıklarını gördüm. Gece yarısından önce buraya gelme cesaretini gösteremedim. Xaltotun’un odasında bütün gece uyuşmuş bir şekilde yatmış olmalısın.”
“Ah, neyse, biz dikkatli olalım! Sarayda bu gece garip şeyler oluyor. Köleleri Xaltotun’un sık sık olduğu gibi siyah lotus uykusunda olduğunu söylediler ama şu an Taraküs de sarayda. Yolculuktan toza toprağa karışmış bir örtüye sarınmış vaziyette gizlice arka kapıdan girdi, yanında da yalnızca sinsi yaveri Arideus vardı. Nedenini anlayamıyorum ama korkuyorum.”
Dar, sarmal bir merdivene geldiler ve merdivenden çıktılar. Kızın kenara ittirdiği dar bir panelden geçtiler. Onlar geçtikten sonra kız paneli tekrar yerine kaydırdı ve panel, işlemeli duvarın bir parçası oldu. Şimdi daha ferah bir koridordalardı; halılar ve duvarlarda asılı kilimler vardı, tavandan sarkan avizeler altın rengi ışık saçıyordu.
Conan, dikkatlice kulak verdi ama sarayda hiç ses yoktu. Sarayın neresinde olduklarını ya da Xaltotun’un odasına nasıl gideceğini bilmiyordu. Kız, Conan’la koridorda ilerlerken tir tir titriyordu, nişin arasına asılmış ipek bir kilimin yanında duraksadılar. Kilimi kenara çekerek Conan’a nişin arasına geçmesini söyledi ve fısıldayarak: “Burada bekle! Şuradaki kapının arkasında gece ya da gündüz fark etmeden köleler ya da harem ağaları bekliyor olabilir. Ben önden gidip uygun mu değil mi diye kontrol edeyim.” dedi. Conan hemen yine şüpheci tavrını takındı. “Beni bir tuzağın içine mi sürüklüyorsun?”
Kız gözyaşları içinde dizlerinin üzerine yığıldı, kralın koca elini sımsıkı kavradı ve “Ah efendim! Ne olur bana güvenin artık!” dedi. Kızın sesi âciz bir tedirginlikle titriyordu. “Eğer şu an benden şüphelenirseniz kaybederiz! Neden size ihanet etmek için sizi mağaranın dışına kadar çıkarayım?”
“Peki, öyle olsun.” diye mırıldandı Conan. “Sana güveniyorum ama yine de lanet olsun ki bunca yıllık alışkanlığımı bir kenara atamıyorum. Taraküs’ün bütün askerlerini üzerime salsan da sana zarar vermem artık. Sen olmasaydın o korkunç yaratık beni zincirlere bağlı ve silahsızken bulacaktı. İstediğini yap kızım.”
Kız ellerinden öptü, kıvrakça ayağa kalktı. Koridorun sonuna doğru çift kanatlı ağır kapıdan geçmek üzere yürüdü.
Conan arkasından bakarken ona güvendiği için aptal olup olmadığını sorguluyordu, daha sonra omuzlarını silkti ve halıdaki kilimleri önüne doğru çekerken kendisini gizledi. Tutkulu genç bir kadının Conan için hayatını tehlikeye atması garip bir şey değildi, böyle şeyler daha önce de başına gelmişti. Pek çok kadın ona gezgin zamanında, krallık zamanında da hayranlık duymuştu.
Ancak hiçbir şey yapmadan orada öylece bekleyemedi. İçgüdülerini dinleyerek nişi incelemeye, başka bir çıkış olup olmadığına bakmaya başladı ve bir tane buldu. Yine kilimli duvarlardan oluşan dar, loş bir koridordu; ucundaki kapıdan hafif bir ışık yansıyordu. Kapıyı incelerken diğer tarafta başka bir kapının açılıp kapanma sesini duydu, ardından da birtakım konuşma sesleri geldi. Seslerden bir tanesi Conan’a çok tanıdık gelmişti ve bunu fark ettiğinde yüzünde sinsi bir ifade oluştu. Hiç tereddüt etmeden koridora doğru bulduğu çıkıştan süzüldü ve kapının yanına avını bekleyen sinsi bir hayvan gibi çöktü. Kapı kilitli değildi, hızlı ve dikkatli bir hamleyle kapıyı açtı; sonucunda başına neler gelebileceği umurunda bile değildi.
Duvardaki kilimler onu gizliyordu ancak kilimlerin arasındaki küçücük deliklerden mum ile aydınlatılmış bir odaya baktı. Odada iki adam vardı. Bir tanesi deri yeleği ve eski püskü bir pelerini andıran kıyafetiyle sinsi bir hayduttu, diğeri ise Nemedya Kralı Taraküs.
Taraküs huzursuz gözüküyordu. Beti benzi atmıştı ve sanki her an bir ses duyacak ya da bir şey görecekmiş gibi etrafını kolaçan ediyordu.
“Bir an önce git hadi.” diyordu. “Şu an uyuşturulmuş ve derin bir şekilde uyuyor ama ne zaman uyanacağını kestiremiyorum.”
“Taraküs’ün ağzından böyle ürkek sözler duymak garip.” diye mırıldandı yanındaki ses.
Kral kaşlarını çattı.
“Sıradan bir adamdan asla korkmam, sen de gayet iyi biliyorsun. Ama Valkia’da yıkılan kayalıkları gördüğüm zaman, hayata döndürdüğümüz bu adamın basit bir şarlatan olmadığını anladım. Onun gücünden korkuyorum çünkü daha neler yapabileceğini tahmin edemiyorum. Ancak gücünün, ondan çaldığım uğursuz şeyle bir şekilde bağlantısı var. Sonuçta onu hayata döndüren oydu, büyülerinin kaynağı da o olabilir.”
“O şeyi çok iyi saklamış; bir köleye, gizlice onu nereye sakladığını bulması için emir verdim. Altın bir sandığın içine koyduğunu görmüş ve sandığın nerede olduğunu da biliyor. Yine de ben olsam onu çalmaya cesaret edemezdim çünkü siyah lotus uykusundaki Xaltotun’un kendisi bile olmayabilir.”
“Bence gücünün bütün sırrı o. Orastes, Xaltotun’u onunla hayata döndürdü. Eğer temkinli olmazsak onu kullanarak bizi kölesi yapacak. Yani sana söylediğim gibi o taşı al ve denize at. Karadan çok uzaklarda bir yerde yap ki fırtınalar ve dalgalarla tekrar kıyıya vurmasın. Karşılığını alacaksın.”
“Ben de.” diye mırıldandı haydut. “Ben de size bir altından fazlasını borçluyum; size büyük bir şükran borçluyum. Hırsızlar da kıymet bilir ve minnettar olabilirler.”
“Neyse ne, bana borçlusun işte.” diye cevap verdi Taraküs. “O şeyi denize attığın zaman ödemeni alacaksın.”
“Kordava’dan demir alıp Zingara’ya doğru gideceğim.” diye söz verdi. “Bir daha da asla Argos’a gelmeyeceğim, bu cinayet konusu yüzünden…”
“Neyse ne umurumda değil, geçti gitti. Burada, avluda bir at bekliyor seni. Çabuk, çabuk git!”
Aralarından parlak, alev topuna benzer bir şey geçti. Conan sadece bir kısmını görebildi. Daha sonra haydut kafasına gözlerine kadar inen bol bir şapka taktı, pelerinin altına iyice gizlendi ve odadan çıktı. Arkasındaki kapı kapanınca Conan, damarlarında akan kanın yıkıcı öfkesiyle hareket etti. Öfkesini olabildiğince kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Düşmanına bu kadar yakın olmak vahşi içgüdülerini kudurtuyor, bütün dikkatini bastırıyordu.
Taraküs tam içerideki kapıdan çıkacaktı ki Conan, kilimlerin arasından kana susamış bir panter gibi odaya fırladı. Taraküs arkasını dönüp saldırganı fark edene kadar Conan onu çoktan bıçaklamıştı.
Yara ölümcül değildi çünkü Conan bıçağı istediği gibi saplayamamıştı. Odaya birden atılınca perdelerden biri ayağına dolandı. Bıçak Taraküs’ün omzundan boynuna doğru girdi ve kral çığlık atmaya başladı.
Conan’ın birden içeri atılması ve bıçaklanmanın etkisiyle Taraküs odanın gerisine savruldu, masanın üzerine doğru devrildi ve masadaki mumlar söndü. Conan’ın ani hareketi yüzünden ikisi de yere düşmüştü ve yerdeki perdeye dolanmış, kurtulmakla uğraşıyorlardı. Conan karanlıkta rastgele bıçak sallıyordu, Taraküs ise panikle bağırıyordu. Taraküs’e can havliyle bir enerji geldi, perdeyi yırttı. Karanlıkta tökezleye tökezleye korkuyla bağırıyordu:
“Yardım edin! Muhafızlar! Arideus! Orastes, Orastes!”
Conan da yerdeki perde yığını ve kırık masa parçalarından kendini kurtardı ve hiddetle ayağa kalktı. Gözünü kan bürümüş bir vaziyette küfürler ediyordu. Kafası biraz karışmıştı çünkü sarayda neyin nerede olduğunu hiç bilmiyordu. Taraküs’ün bağırışları karanlıkta hâlâ yankılanıyordu, acı acı haykırış sesleri geliyordu. Nemedyalı karanlıkta kaçmıştı ancak Conan ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Kimmeryalının intikam ateşiyle parlayan ani saldırı girişimi başarısız olmuştu ve şimdi tabii eğer yapabilirse, kendisini saklaması gerekiyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Altın tellerle dokunmuş kumaş. (ç.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов