Книга Öteki Hayatlar - читать онлайн бесплатно, автор Emin Göncüoğlu. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Öteki Hayatlar
Öteki Hayatlar
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Öteki Hayatlar

Akşamları babam yoğurt ekmek yiyor. Bu, uzun süredir böyle. Eve yine erken geldiğine göre onu büken bir sıkıntısı olmalı diye düşünürken evde yoğurt var mıydı acaba, yoksa gidip alsam mı veya babam eve gelirken almış mıdır diye kararsızlıkla bocaladıktan sonra, ne olur ne olmaz düşüncesiyle gidip almaya karar veriyorum. Soyunduktan sonra, yorgun argın bir daha dışarı çıkmak zor oluyor! Zaman zaman, hem benim hem babamın alışveriş ettiğimiz, meraklıları için özellikle koyun yoğurdu getirip satan, küçük ama içi dolu dolu mahalle bakkalından yarım kilo yoğurt alarak eve dönüyorum.

Anahtarımla sokak kapısını açıp içeri giriyorum. Evin içi akşam olmuş gibi ışıksız! Ben bakkalda oyalanıp yoğurt aldıktan sonra eve dönerken iri ve yağış yüklü, parça parça, bulutların, kuzeyden gelerek, şehrin üstünde ağır ağır ilerlediğinin hiç farkına varmamışım!

Burnuma gelen sigara kokusundan, babamın oturma odasında olduğunu anlıyorum. Elimdeki yoğurdu buzdolabına koyarken onunda şeffaf bir naylon torbanın içinde yeni aldığı bembeyaz yoğurdu görüyorum. Odama gidip kitaplarımı, notlarımı masamın üstüne bırakıyorum. Odam sabah nasıl bıraktıysam öyle duruyor.

Gökyüzündeki yağmur yüklü bulutların gökyüzünü iyice karartıp kaplaması ile sabah odamdaki ışıltılı parlaklığı anımsıyorum. Havanın bu kararsız oynaklığı hiç hoşuma gitmiyor. İçerisi soğuk, el ve ayak parmaklarım iyice üşüyor. Üstümdeki kabanımı çıkarıp bir kenara attıktan sonra hemen yatağımın içine giriyor, yorganı başıma çekerek ısınmaya çalışıyorum. Ana rahmindeki gibi yan yatıp kıvrılmışım. Yorganın altındaki hava nefesimle ağırlaşıp içimi daraltınca başımı dışarı çıkarıyorum. Az önce hızlı hızlı nefes alıp verişimle yorganın içi ısınınca vücudumdaki kasılma azalıyor. Yattığım yerden, tül perdenin gerisinden gördüğüm, bulutlarla iyice kararan gökyüzü, vaktin daha geç olduğu hissini veriyor insana.

Evin içindeki, babamla ayrı ayrı yaşadığımız yalnızlığımız ve dışarıdaki karaltı, penceremi tırmalamaya başlayan yağmurun habercisi uğultulu rüzgâr, içimde büyüyen bir dev gibi her yanımı sarıyor! Oturma odasından babamın öksürük sesleri geliyor, sonra kesiliyor. Uzun yıllar sigara içenlerin çıkardığı boğulur gibi sesler çıkararak öksürüyor babam.

Penceremde uğuldayarak camlara çarpan rüzgâr, çocukluğumdaki rüzgârlar gibi ürkütücü! O zaman korktuğumda koşar güvenli bir liman gibi babama sığınırdım! Onun güçlü gövdesi, kudretli kolları korkularımı parçalayıp yok edecek durumdaydı! Kuşların telaşlı bağrışmaları, çocuk seslerine karışarak geliyordu kulaklarıma! Pencere camımda tıpırdamaya başlayan yağmur damlaları ardından çakan şimşek, şiddetli bir gök gürültüsü, yatağımın içine daha çok gizlenmemi sağlıyor! Gözüme görünmeyen ama varlığını hissettiğim büyük bir tehlikeden saklanmak ister gibiyim! Odamın içindeyim ama kendimi hiç güvende hissetmiyorum! Yüreğim dirençsiz ve titrek. Penceremin ötesindeki karaltıdan ve odamın içindeki sessizlikten diğer akşamlardan farklı olarak ürküyorum!

Her yanımı saran hayat, çocukluğumda bilmeden girip de çıkamadığım korku filmleri gibi ürpertici!

Günün yorgunluğu ve yorganın altındaki ılık sıcaklığın etkisi ile kendimden geçip bir saat kadar uyumuşum. Uyandığımda tabiat çıldırmıştı sanki! Pencere camını parçalarcasına yağan yağmurun ve gök gürültüsünün sesine uyanmıştım. Karanlık gökyüzünde kırılarak çakan şimşekler penceremin önüne düşüyorlardı sanki! Yattığım yerden kalkmadan, dışarıdaki çılgınlığın bende yarattığı ürkekliğini azaltmak için bir süre kendimle boğuşuyorum. Ama aniden gürleyen gökyüzü beni ve tüm canlıları parçalayacakmış gibi görünüyor ve az önce kendi kendimle girdiğim çabaların boşa çıkmasını sağlıyor! Yakında bir yerlere düştüğü, çıkardığı sesten anlaşılan yıldırımdan saçılan ışıklarla odamın beyaz tül perdesi aydınlanıp renk değiştiriyor!

Kalkıp ışığı açmaya niyetleniyorum fakat sonra her şiddetli yağmurda olduğu gibi elektriğin mutlaka kesilmiş olduğunu düşünüyorum. Odamın duvarları, yatağımın içindeki sükûnet, tabiatın gürleyen çılgınlığı karşısında beni sakinleştirip yatıştırmada çok etkisiz kalıyorlar! Hem kendimden hem de beni kuşatan hayattan memnun değilim! İçimde yanan huzursuzluk meşalesinin sönmesini sabırsızlıkla bekliyorum, ama bu kısa bir sürede mümkün olacakmış gibi görünmüyor. Ürkütücü karanlığın içinde ölümü bekler gibi uzanıp durmak daha incitici hâle gelince yataktan çıkıyorum ve odamın içindeki soğuğu bütün bedenimde duyuyorum! Kontrol ediyorum, bu saatte sıcak olması gereken petekler soğuk. Elektrik düğmesine basıyorum ışık yanmıyor. Her yanı saran karanlık bütün nesnelerin detaylarını yiyip yutmuş!

Penceremdeki beyaz tül perdem, elektrik düğmesi, yatağım, masam, köşedeki elbise dolabım kabaca ve silik görünüyorlar. Tül perdeyi açıyorum amaçsızca, sanki dışarıda olmayan aydınlık içeri dolacakmış gibi. Hiçbir yerde elektrik yok. Şehirde, benim gibi karanlığın içinde sessizce bekliyor. Yağan yağmurun yoğunluğu dışarıdaki karaltıyı artırıp görüş mesafesini tümden yok etmiş sanki.

Arada bir çakan şimşek korku filmlerinden hatırladığım görüntüler gibi, karanlığın içine gömülmüş şehrin o bölümlerini parlak ışıkları ile aydınlatıp tekrar kayboluyor ve ardından, gürleyip kükreyen gökyüzünün sesi, her yanımı titretiyor!

Yavaşça, bir yerlere çarpmamaya özen göstererek mutfağa gidiyorum. Elimi gaz ocağının etrafında gezdirecek kibriti buluyorum. Babamdan hiç ses gelmediğine göre oturduğu yerde uyumuş olmalı. Yaktığım kibritin, minicik, kırmızı, oynak alevinden yayılan ışıklarla çekmecelerin, dolapların içinde mum arıyorum ve birazı yanıp bitmiş beyaz bir mum buluyorum. Buna seviniyorum. Mumu yakıyorum. Etrafından süzülen mum yağlarını cam bir küllüğün ortasına damlatarak mumu üstüne yapıştırıyorum ve elimdeki mumun aydınlığında oturma odasında olduğunu, uyuyup kaldığını tahmin ettiğim, babamın yanına gidiyorum. Yanılmıyorum, babam, boynu sağ yanına düşmüş uyuyor!

Horlamıyor ama nefes alış verişleri hırıltılı. Elimdeki mumu yanındaki ceviz kaplama sehpanın üstüne koyarken babamın, doktorunun yeter artık içme demesine rağmen içinde mum yanan küllüğün aynısını sigara izmaritleri ile doldurduğunu, yanında kibritle bir paket samsun sigarasını, okunduktan sonra içe doğru katlanmış Milliyet Gazetesi’ni görüyorum.

Babam, içinde mum yanan küllüğü sehpaya koyarken çıkan çarpma sesine ve varlığıma uyanıyor. Anlamsızca yüzüme bakıyor. Ne düşündüğünü sezmeye çalışıyorum. Sehpanın üstündeki mumun zayıf alevinden yayılan kırmızı ışıklar yüzüne vururken ürkütücü görünüyor!

Odanın içine yayılan titrek ışık, yüzü yeşil, fitilli kadifeden eski ve rengi ağarmış koltuk takımını, onların arasındaki elli bir ekran televizyonu, ortadaki uzun ceviz kaplama sehpayı, pencerenin yanındaki köşedeki çoğunlukla benim, birkaç tane de ablamdan kalan kitapların olduğu küçük kitaplığı, babamın oturduğu koltuğun arkasındaki duvarda asılı duran, çekilirken benim hatırlamayacağım kadar küçük olduğum aile fotoğrafımızı, sigara dumanından rengi sararmış tül perdeyi, babamın karşısındaki duvarda asılı duran babamın babasının kara kalemle yapılmış, çerçevesi ceviz ağacından yapılmış, başı kasketli, bıyıklı, kravatsız beyaz gömleğinin yakalarındaki düğmeler iliklenmiş kırk, kırk beş yaşlarındaki camlı resmi silikçe gösteriyor.

Elimdeki mumu sehpaya koyduktan sonra geri çekilip odanın ortasında amaçsızca dikilirken babamın yanındaki içi sigara dolu küllükten yayılan ve etrafa sinmiş kokudan iğreniyorum. Odadan koridora vuran zayıf ışıkta, dolu küllüğü mutfaktaki çöp torbasına döküp dönüyorum. Elimde, hâlâ sigara kokan içi boş küllüğü babamın yanındaki sehpaya bırakırken yüzünde kendisini tümden yıkılmış gibi gösteren, ürkütücü ifadenin hâlâ durduğunu fark ediyorum! Geriye doğru çekilirken yüzündeki o ürkütücü ifadeye bakmaktan korkarak:

“Baba odayı havalandırayım mı?” diyorum.

Yanında oynayan mumun alevine isteksizce bakarak bir tek sözcük çıkıyor ağzından: “Havalandır.” diyor ve susuyor.

Tül perdeyi yana çekip pencereyi açarken evlerin pencerelerinden sızan zayıf ışıkları görüyorum. Yağmur hâlâ çılgınca yağıyor ve açık duran camdan küçük, soğuk su damlaları yüzüme çarpıyor. Dışarıdan içeri süzülen soğuk havayla küllüğün içindeki mum alevi iyice dalgalanıp ışıklarını oturma odasının her yanında oynatmaya başlıyor. Ben yüzüme çarpan yağmur damlaları ve içeri dolan soğuk havayla biraz canlanıp karanlığa gömülmüş şehrin içindeki solgun ışıkları bulmaya çalışırken babamın biraz sinirli bir sesle:

“Üşüdüm!” dediğini duyuyorum.

Ona hiç bakmadan pencereyi kapatırken camdan yansıyan kendi görüntümü ve gerisindeki odanın içini ve koltuğundan bana bakan babamı görüyorum. Babamın yüzüne bakmamaya çaba göstererek:

“Aç mısın, sana yoğurdunu getireyim mi?” diyorum.

“Aç değilim. Saat kaç?” diyor kendi kolundaki saate bakmadan.

“Beş.” diyorum. O yüzündeki bezgin ve ürkütücü ifadeyle bana bakarken çekingen bir sesle:

“Sana battaniye getireyim mi?” diyorum. Bir süre sessizce ve boş gözlerle bekledikten sonra: “Getir!” diyor. Onun yattığı odadaki gömme dolaptan, el yordamıyla bulduğum battaniye ile dönerken gök gürlemesi bizden daha da uzaklaşmış gibi duyuluyor. Elimdeki battaniyeyi babamın boğazına kadar örterken terliksiz üşümüş ayaklarını da iyice sarıp sarmalıyorum. Yaşlı yüzünde bir memnuniyet ifadesi görmek istiyorum ama bu isteğime ilişkin hiçbir şey bulamıyorum. Yüzüme bakarken bana endişeli gibi gelen bir sesle:

“Otur.” diyor. Tam karşısındaki ikili koltuğa isteksizce oturuyor ve cama şiddetle vuran yağmur damlalarına bakıyor, çıkardıkları sesleri dinliyorum.

“Elektrikler ne zamandır yok?”

“Bilmiyorum. Biraz uyumuşum, uyandığımda yanmıyordu.”

Arada bir işittiğim taşıtların korna sesleri sanki çok uzaklardan geliyorlar. Babamın arkasındaki duvarda asılı duran aile fotoğrafımıza bakıyorum, gözlerimi bir şeylerle meşgul etmek için. Anneannemlerin avlulu, eski evlerinde, avluda, taş duvarlı büyük odanın önünde duruyoruz; arkamızda kalın demirlerle korunan kanatlı pencere görünüyor. Annemle babam tahta sandalyelerde yan yana oturmuşlar. Annemin önünde ayakta gülümseyerek duran ablam, babamın kucağında, fotoğraf makinesinden korktuğu anlaşılan ben oturuyorum. Annem genç ve güzel, babam iri, biraz şişman ve karşımda oturan bu yaşlı adama hiç benzemiyor. Fotoğrafımız çekilirken, belki de fotoğrafçıdan utandığı için annemin yüzünde mahcup bir tebessüm, babamın bakışlarında karşısındakini rahatsız eden bir sertlik var!

“Bu yağmurdan sonra yine şehre uzun süre elektrik vermezler!” diyorum sessizce, odanın içindeki sessizlikten rahatsızlık duyarak.

Babam sağ omzundan kayan battaniyesini ağır hareketlerle düzeltmeye çalışırken yanındaki alevi dalgalanan muma bakarak:

“Şunu ortadaki sehpaya koy!” diyor. Söylediğini yavaşça yapıyor, tekrar yerime oturuyorum. Babam biraz önce bana otur derken sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibi bekliyorum! Ama o, suskunluğunu hiç bozmadan oturuyor ve bana hiç bakmıyor. Sessizce karşılıklı otururken o aniden sanki şiddetli bir öksürük nöbetine tutulmuş gibi, sarsıla sarsıla, öksürmeye başlıyor. Kansız yüzündeki renk kahverengiye dönüşüyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyor.

Üstü koyu kahverengi lekelerle dolu, hareketi azalmış sağ işaret parmağının ucuyla gözlerinden süzülen yaşları silerken öksürüğünün etkisi yavaşlayıp azalıyor sonra tümden bitiyor. Ona bakarken acıyorum, çözmeye gücümün yetmediği çaresizliklerle dolu olduğu için üzülüyorum! Diğerlerine göre biraz daha parlak çakan şimşek, ardından daha uzun ve şiddetli gürleyen gök gürültüsünden benim gibi onun da ürktüğünü hissediyorum! Yıllar öncesinin korkularında, bugünkünden çok fazla ürkekleşerek sığındığım babamın güvenli kolları, üstünden kayan battaniyesini örtmekten âciz ve ne kadar zavallı görünüyor! Hayatın bu acımasız yanından ürküyorum! Engellemeye gücümüzün yetmediği değişimler karşısında, ne kadar güçsüz ve zayıf olduğumuz gerçeğini şimdi daha çok duyuyorum! Onu biraz canlandırıp heyecanlandırmak ve yalnızlığımızı, akıp giden zamanı bir an olsun unutmak için:

“Annemi özlüyor musun baba?” diyorum sesime olabildiğince şefkat katarak.

Onun da benim gibi yalnızlığından rahatsızlık duyduğu için “otur” dediğini, yoksa ben onu kurcalamasam konuşmaya niyetli olmadığını anlıyorum! Söylediğim sözlerin yarattığı etkiyi, titrek mum ışığının zayıfça aydınlattığı donuk yüz ifadesinde arıyorum.

Dışarıdaki yağmur şiddetini daha da arttırıyor. Sabırsızlıkla babamın bir şeyler söylemesini ve ikimizi de söyledikleri ile rahatlatmasını bekliyorum. Ama onun hiç değişmeyen yüz ifadesi ve suskunluğundan yoruluyorum, hayal kırıklığına uğruyorum! Biraz çekingen ama ısrarla gözlerine bakarak:

“Annemi özlüyorsun değil mi baba?” diye tekrar yavaşça soruyorum.

Bakışlarını isteksizce bana doğru yöneltirken konuşmak istemediğini hissettiriyor ama onun bir şeyler söylemesini bekleyen bakışlarımdan kurtulmak için:

“Evet!” diyor hırıltılı bir sesle sonra, “Artık bunu konuşmanın bir yararı yok!” diye ekliyor kararlıca.

Sıradan ve sıkıntılı bir hayatı yaşamış ve geride bırakmış olmanın yorgunluğu derinleşmiş yüz çizgilerinde, sesindeki isteksizlikte, hemen fark ediliyor! O da sonlarına doğru yaklaştığını anladığı ve artık taşımakta zorluk çektiği yorgun hayatının farkında. Bu durum kaygılarını daha da arttırıyor. Güçsüzlüğüne sinirlenip kızıyor ve iyice yorgun düşüyor. Bir gün bir köşe başında yığınla kaygı ve bu yorgunluktan öleceğini biliyor! “Baba…” diyorum fısıldar gibi, ona yanlış bir şeyler söylemekten korkarak, “Niye bu kadar mutsuzsun?”

Yorgun ve yaşlı yüzünde şaşırmış bir ifade beliriyor! Neyin peşinde olduğumu sezmek ister gibi, ışığı azalmış gözleri bir süre yüzümde dolaşıyor. Onun sorgulayan bu yaşlı bakışlarından rahatsız oluyorum ve gözlerimi dışarıda çıldırmış gibi yağan yağmurun içine kaçırıyorum! Bir süre ona bakmaktan çekinerek odanın içindeki zayıf aydınlığı yansıtan pencere camından hızla kayarak aşağılara dökülen yağmur sularını seyrediyorum. Tedirginliğimi hissediyor ve gözlerini benden alarak cansız bakışlarını amaçsızca odanın içinde sıkıntılı bir şekilde gezdiriyor. Mum ışığının alevinin aydınlattığı gövdesine bakıyorum, oturduğu koltukta, battaniyenin altında küçülmüş gibi.

“Çocuklar, henüz sorumluluk üstlenmemiş gençler ve aptallardan başka mutlu insan görüyor musun çevrende?” diye yavaş yavaş, kelimelerin arasında gereğinden fazla boşluklar bırakarak insana zoraki konuştuğu hissi veren bir ses tonuyla konuşuyor.

Sözlerinden çıkardığım acımasızlık ve karamsarlık içimi sızlatıyor! Vücudumda yeni başlayan anlayamadığım bir huzursuzluk doğuyor ve beni sinirlendiriyor. Birbirimize bakmaktan çekiniyoruz.

“Baba!” diyorum sesimin titrek çıkmasını engelleyemeden. “Hayat bu kadar zor ve ağır mı?”

Yaşlı gözlerini açarak şaşırmış gibi bakıyor ve:

“Evet, hayat zor ve ağır. İnsanın bunu bildiği ve bilmediği dönemler var sadece. Gücümüzün yetmediği, çoğunlukla ne olup bittiğini anlayamadığımız bir akışın içinde yuvarlanıyoruz!” diyor.

“Nasıl yani?” diyorum biraz kırgınca.

Söylediklerinden pişman olmuş gibi dikkatle yüzüme bakıyor. Belki de ben öyle olduğunu zannediyorum. Bir şeyler demesi için sabırsızlanıyorum ama o yine eski ilgisizliğine dönüyor.

“Nasıl yani? Baba gördüğün ve içinde olduğun bu akıştan neden bu kadar pişmansın, seni rahatlatan hiçbir şey yok mu, hiç olmazsa geçmişinde?” Onu kurcaladığımın farkında.

“Geçmiş yaşandı ve bitti. İyi veya kötü hatıraların artık bugüne bir yararı yok! Okulun nasıl gidiyor?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştığını ve ilk başta söylediği sözlerden pişman olduğunu belli etmeye çabalıyor. Onun pişman olmuş gibi çıkan sesi içimdeki sızlanmayı azaltmıyor.

“Az kaldı okulun bitmesine!”

“İyi.”

“Acıktıysan yoğurdunu getireyim mi?”

“Canım istemiyor. Sen acıktıysan ye!”

“Benim de canım istemiyor, yağmur da şiddetini gittikçe arttırıyor!”

“Yedek mum var mı?”

“Hayır!”

Sesini çıkarmıyor.

“Bitince gidip alırım.”

“Ablan aradı mı?”

“Aramadı!”

Işığı azalmış göz bebeklerindeki titreme daha artıyor sanki.

“Baba, bana kızmıyorsun değil mi?”

“Hayır kızmıyorum.”

“O zaman düşündüklerini benimle paylaşıp niye rahatlamıyorsun?”

“Kendini niye yoruyorsun oğlum!” derken sesindeki şefkat dolu yumuşaklık hoşuma gidiyor.

“Kendi kendinle konuşmaktan yorulmuyor musun baba? Sana baktığım zaman üzülüyorum. Her şeyle bağını kopardın gibi hep kendi içinde yaşıyorsun, oradan biraz dışarı çıkmayı niye denemiyorsun?” Bakışlarının sertleştiğini, öfkelendiğini fark ediyorum.

“Bok mu var dışarıda? Sen kendi işine bak. Dışarıda ne olup bittiğini bana hatırlatıp öğretmeye kalkma. Benim yaşımdaki birinin içinde bulunduğu viran haneden dışarısının nasıl görüneceğini zannediyorsun?” dedikten sonra susuyor.

Öfkelendiği için şimdi daha kötü görünüyor. Ona bakmaktan yine çekiniyorum. Söylediği sözler her yanını titretiyor! Kırılıyorum ama bunu belli etmemeye uğraşıyorum.

Yağmurun camda çıkardığı hırçın ve inatçı sesten başka ses yok odanın içinde. İçindeki kırgınlığın etkisi ile kalkıp odama gitmeyi düşünüyorum. Ama bu davranışımın onu inciteceğini bildiğim için vazgeçiyorum. Fakat odanın içindeki hava çok rahatsız edici. Hiç olmazsa bir süre daha geçtikten sonra gidip odama tekrar uyumayı planlarken hiç beklemediğim bir şekilde babam, cama vuran yağmur seslerinin arasından konuşmaya başlıyor:

“Ben tam on yedi yaşındayken, deden sıcak bir kurban bayramının ikinci günü, yemek masasında annem ve benden küçük halaların, amcalarınla akşam yemeğini yerken öldü! Evin büyüğü olduğum için, hayatım, kardeşlerimi korumakla ve bunaltıcı geçim sıkıntıları ile geçti. Yapmadığım iş çalışmadığım usta kalmadı. Param olmadığı için evlenemedim; olduğunda da yaşım geçmişti. Annen ile kısmet işte, aramızdaki yaş farkına rağmen evlendik. Çoluk çocuk sahibi olmanın, çekilmesi zor olan yükünü kardeşlerimden bildiğim için az çocuk yapmaya uğraştım. Annen de, sen hatırlamazsın bünyesi zayıftı, ablanla seni büyük perişanlıklar içerisinde zorla getirdi dünyaya. Sessiz bir kadındı; sessizce yaşadı ve sessizce öldü! Ablan çok etkilendi, ben de yıprandım, zor iş çocuk! Ablan küçük yaşına rağmen çekti çevirdi yine de bizi!”

“Baba pişman mısın?”

“Neden?”

“Bizlerin dünyaya gelmesinden.”

Az önceki öfkesi iyice kaybolmuş yumuşamış görünüyor. Pek yapmadığı bu iç dökmesini yaparken, bana sanki acırmış gibi kısa bir süre baktıktan sonra:

“Pişmanım desem bir yararı var mı artık? Ablan beni endişelendiriyor! Senin durumun daha belli değil! Kız çocuğudur biriyle evlendiririz olur biter dedik. O zaman böyle düşünüyordum. Şimdi ne kadar büyük hata yaptığımı anlıyorum. Ama artık çok geç! Onu hayat karşısında bu kadar savunmasız bıraktığım için hep kendimi suçluyorum. Geç fark ettim, bu sorumsuzluğumun altında kaldım şimdi! Her telefon çalışında ablan mı diye ömrümden gün eksildiğini hissediyorum. Hayatımın diğer yorgunluklarını geride bıraktım ve hatırlamak istemiyorum. Onun telefonda benimle bilerek veya bilmeyerek titrek, kendine güvensiz bir sesle konuşmasından sayısız anlamlar çıkarıyor, hem ruhumun hem de bedenimin tıkır tıkır kırıldığını duyuyorum. Belki de vaktinden, yaşıtlarımdan önce çöktüğüm için güçsüzlüğüme sinirleniyor ve yaşamımı anlamsız buluyorum. Bana anneni özlüyor muyum diye soruyorsun tabii ki özlüyorum ama talihsizce erken gidip bizi geride bırakmasına çok içerliyorum. Olsaydı hiç olmazsa birbirimize dayanırdık. Hayatım boyunca hiçbir şey istediğim gibi olmadı ve hiçbir şeyi yerli yerine koyamadım. Hayat gücümü ve aklımı çok aştı. Bir türlü içinden çıkamadım. Çocuklarına, özellikle ablana karşı görevini yerine getirememiş bir babanın huzursuzluğu ile doluyum. Bunu geç fark ettim, en çok ona üzülüyorum. O benden bu dünyaya gelmeyi istemedi. Geleceği bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmiyordu. Bunu ben biliyordum ve suçluluk duygusundan kurtulamıyorum. Onu hayata ilişkin hiçbir korunağı olmadan getirip bu ateş tarlasının içine koyduğum için kendimi çok suçluyorum. Seni ve onu bırakıp gidiyorum. Bunun vaktinin geldiğini hissediyorum. Kaçtığım hissine kapılıyorum. Çünkü hiçbir şeyi yerli yerince yapamadım ki. Ama gücüm iyice azaldı. Evinde mutsuz bir hayat sürdüğünü ve iyice köşeye kıstırılmış olduğunu bana hep hissettiriyor. Buna çok üzülüyorum. Onu hiç suçlamıyorum. Ayakları üstünde güvenle durabilen, başka bir insanın insafına bağımlı olmayan bir insan olarak bıraksaydım huzur içinde ölebilirdim. Bundan ne yazık ki mahrumum. Bu çok berbat bir durum. Bütün pencerelerini dış dünyaya niye kapattın diyorsun. Huzurla seyredeceğim bir şey mi var ki dışarıda? Ablan beni endişelendiriyor!”

“Kocasıyla mı sorunları var?”

“Evet!”

Babam benimle ilk kez bir şeyleri, onu rahatsız eden düşünceleri paylaşırken ne diyeceğimi bilmiyorum ve duygusallaşıyorum. Oturduğumuz odanın penceresinde çırpınan yağmur damlalarına bu duygusallıkla bakıyor ve üşüyen ayak parmaklarımı rahatsız edici bir şekilde hep duyuyorum.

Sehpanın üstündeki mum ışığının zayıfça aydınlattığı köşedeki kitaplığa bakıp ablamı ve onunla zaman zaman yaptığımız didişmeleri ve hızla akıp giden zamanın onda yarattığı sorunla yüz yüze gelince içimdeki bulantıyı en rahatsız edici şekliyle duymaya başlıyorum! Kurallarını bizim koymadığımız garip bir oyunun içindeymişiz gibi bir hisse kapılıyorum.

Babam oturduğu yerde büzülüp içine dönüyor ve içindeki kargaşayı tekrar yüzündeki donuk ifadenin arkasına gizliyor. Yüzüne dikkatle bakınca, belki de anlattıklarının etkisi ile ablama benzediğini fark ediyorum. Yüzü iri ve uzun, çıkık geniş çenesinin ortasında belirgin bir gamze var, gözleri iri ve çekik. Alnına dökülmüş saçları beyaz dalgalı ve hâlâ çok gür. Duvarda asılı kara kalemle yapılmış resimdeki dedeme de benziyor.

“Baba…” diyorum onu uykusundan uyandırır gibi yavaşça. “Ablam da çok ilgili değildi hayatıyla, dersleriyle, senin bunda ne suçun var?” Sesini çıkarmadan, azaldığı için iyice titreyen mumun alevine bakıyor. “Çok yalnız yaşadı, hem de yaşına yakışmayacak kadar. Kendi geleceğini değil boş odalarda erken ölen annemi aradı hep!” diyorum.

Babam gözleri açık bir ölü gibi otururken beni dinleyip dinlemediğini ve söylediklerimi anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Bunu anlamam için sözlerime tepki vermesini bekliyorum üşüyerek. Donuk bakışlarını titrek mum alevinden alarak yüzüme dikiyor.

“Hem herkes kendi hayatından, önce kendisi sorumlu değil mi?” diyorum.

Bakışlarının canlanıp sertleştiğini fark ediyorum. Söylediğim sözlerin memnuniyetsizliği yüzünde dolaşıyor sanki. Bana öyle bakmasından hiç hoşlanmıyorum!

“Tabii ki öncelikle herkes kendi hayatından sorumlu. Fakat hayat, çocuklar ve gençler için her yana mayınların döşendiği, renk renk çiçeklerin, ağaçların boy verdiği bir kır yerine benziyor. Çocuklar ve gençler, bu görüntünün en zalim en acımasız kısmını ne yazık ki göremiyorlar. Çiçeklerin, çimenlerin diplerine gizlenmiş mayınlardan habersizler. Ne zaman ki o acımasız demir parçaları ayaklarının dibinde patlayıp etlerini sağa sola savurduğunda hayatın acımasız yüzü ile karşılaşıyorlar. Defalarca bu mayınlara basmış, bazen ruhları, bazen bedenleri parçalanmış biz büyükler, ayağımızın altındaki bunca tehlikeye rağmen çocuklarımızı yeterince koruyamıyor, onları bu tehlikelerden haberdar edemiyoruz. Bizim görevimiz onların habersiz olduğu, göremedikleri o mayınlara basmamalarını sağlamak ve bunun için çaba göstermek. Ben bu çabayı, özellikle ablan için az gösterdiğimi anlıyor ve kendimi hiç affetmiyorum. Oysa ona daha çok zaman ayırmalıydım. Cebinde parası olan meslek sahibi bir insan yapmalıydım. Bunu yapamadığıma yanıyorum. Sen erkeksin oğlum, okulunu bitirdiğinde iyi kötü bir işin, mesleğin olacak, bu çok önemli. Kadın olmanın zorluğu ayrı bir şey, bunu onlar çok iyi biliyor; ben de ablandaki çaresizliklerde gördüm. Dünyayı kadın veya erkek diye ikiye ayırmak gerekiyor. Bütün yaşadıkları zorluklara rağmen dünya erkeklerin dünyası!”

“Yoksul erkekler, işsiz erkekler ezilmiyorlar mı baba?”

“Tabii ki eziliyorlar, ama kasları daha güçlü olduğu için çoğunlukla bunun hıncını evde kendilerinden daha zayıf olan kadın ve çocuklarından çıkarıyorlar!”

“Nüfus yoğunluğunun bu kadar fazla olduğu, özellikle yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde herkese iş ve eğitim olanağı nasıl sağlanacak?”

“Onu ben bilemem, bildiğim, insanlar acı çekmeye geliyorlar dünyaya. Böyle bir şeye sebep olduğum için kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ne yazık ki yaptığı haltı bilmeden yaşamışım bunca zaman; henüz suçundan habersiz diğer suçlu babalar gibi. Doğumundan ölümüne kadar insan binbir türlü tehlike ile boğuşuyor, bir de onu yanındakine muhtaç bir hayata mecbur etmek insafsızlıkların en büyüğü, suçların en büyüğü. Bu dertle öleceğim. Aslında ölmem önemli değil, ömrümün bu son döneminde ablanda yaşadığım çaresizlikler zaten beni yaşarken öldürmeye yetiyor!”