banner banner banner
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler

Her kim gönül kanıyla bir dirhem biriktirmişse onu sana vermedikçe sen onlara rahat vermiyorsun. Herkesi inciterek göçüp gideceksin. Bari onların malını kendilerine ver de öyle git.[53 - Enistü’t talibin ve celisü’s-salihin, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, F.T. Nr. 701, yp. 50b.]

Bu ve buna benzer şikâyetler üzerine sultan, gecikmeden Alanya’dan Kayseri’ye gelmiş. Türkmen ve Ahiler lehine bir siyaset uygulayarak muhaliflerini bertaraf etmiştir. [54 - Anonim, Selcuk-name, s. 39] Fakat bu olaydan sonra da İrani çevreler gizliden gizliye muhalefet faaliyetlerini sürdürüyorlardı.

Sultan Alâeddin’in siyasi muhalifleri boş durmadılar. Büyük oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev oğlunu tahta geçirmek sevdası içinde olan karısı Hond Hatun ve kötü niyetli Ümeradan Sâdeddin Köpek ve yandaşları ittifak ederek Kayseri’deki Keykubadiye Sarayı’nda sultana zehirli kuş eti yedirerek amaçlarına ulaştılar.[55 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 461-462] Onun böyle bir suikast sonucu ölümüyle birlikte Türkiye Selçukluları Devleti’nin talihi ters döndü ve gerileme süreci başladı.

C. Gayrimüslimlerin Yerleşim Yeri Olarak Sille

Türkiye Selçukluları tarihi boyunca Sille, Hristiyan Rum halkın yoğunluklu olarak yaşadıkları bir kent idi. Sille bu özelliğini uzun süre devam ettirmiştir. Selçukluların ilk dönemlerinde Konya şehri bir kale şeklinde yeniden dizayn edilirken burada bulunan Hristiyan Rum halk burayı terk etmek zorunda kalmışlar ve bunların bir kısmı Sille’ye yerleşmiştir. Sille’deki Rum halk cumhuriyete kadar buradaki varlıklarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde nüfus mübadelesinin yapıldığı zaman Sille’deki Rum halk buradan ayrılmıştır, Yunanistan’a göçmüşlerdir.

Selçuklular zamanında Sille’de yaşayan Rum halk Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir diyaloğun yaşanmasına vesile olmaktaydı. Birtakım tanınmış Rum kökenli siyasilerin Sille’ye geldikleri görülmektedir. Bu gelenler arasında en fazla dikkati çeken Mavrozomes ailesinden olan Emir Arslan el-Mavrazemi önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş bir şahsiyettir. Bu zatın İslami usullere göre inşa edilmiş lahdi de Sille’deki Ak Manastır’da bulunuyordu. Ancak şu anda bu lahit Arkeoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır.

1260 yıllarında Denizlili Mehmet Bey başında ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiş ve bu gelişinde Mevlana ile de bir görüşme yapmıştır. Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inde adı geçmektedir. Bu Mehmet Bey de Mavrozomes ailesinden olup Denizli Meliki Manuel Mavrozomes’un torunudur. Adından da anlaşılacağı üzere Mehmet Bey Müslüman olmuştur. Mehmet Bey bu dönemde başında Ahilerin üniforması olan ak börk olduğu hâlde Konya’ya gelmiştir. Mehmet Bey hakkında elimizde çok önemli bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabede Mehmet Bey’in el yazısı bulunmakta ve bu yazıda kendisini hazinecibaşı olarak nitelemektedir. Hiç şüphesiz Mehmet Bey Konya’ya geldiği zaman Sille’deki Hristiyan halk ile de temas kurmuş olmalıdır. Bu Mehmet Bey Sille’de meftun olan Emir Arslan el-Mavrazemi’nin akrabası olduğu açıktır.

Yine bir Hristiyan aile olan Kirfart ailesinin de Sille ile irtibatlarının olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kirfart ailesinin fertleri’nin Hristiyanlıklarını da muhafaza ettikleri görülmektedir. Alanya emiri olan Kirfart, Alanya ve Alara Kalesi’ni savaş yapmadan Alâeddin Keykubad’a teslim etmiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad onun bu tavrına karşılık olarak üç vilayeti kendisine ikta etmiştir. Bu vilayetler Ilgın, Akşehir ve Karahisar’dır. Kirfart Alanya ve Alara Kalelerini Alâeddin Keykubad’a teslim ederken kız kardeşi Hond Hatun’u da Alâeddin Keykubad’a vermiştir. Bu yüzden Kirfart ailesi mensupları Selçuklu Sarayı’ndan bir hatun olan Hond Hatun’un akrabalarıydı. Hont Hatun da uzun süre Hristiyan kimliğini muhafaza etmiştir. Oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev tahta geçince Hond Hatun Müslüman olmuş “Mahperi” adını almıştır. Kayseri’de büyük bir cami ve medrese yaptırmıştır. Türbesi de bu cami ve medresenin ortasındadır. Adı geçen Kirfart’ın iki oğlu Kir Kadid ve u bölgelerinde yönetici olarak bulunuyorlardı. Selçuklu Sarayı’yla da temas hâlinde bulunuyorlardı. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’un hanımı bu Kir ailesindendi. Aynı zamanda hanımının erkek kardeşi olan Kir Kadid, II. İzzeddin Keykâvus’un danışmanı idi. Denizlili Mehmet Bey de bu sultanın hazinesinin muhafızıydı. II. İzzeddin Keykâvus Moğolların baskısı üzerine Konya’yı terk ettiği zaman orada gelmiş ve Akşehir’de karargâh kurmuştur. Kir Hâye ile Kir Kadid de onun yanında yer almışlardı. İzzeddin Keykâvus’un Moğollarla mücadelesinde Kir ailesi mensupları ve Mavrozomes ailesinin fertleri onunla birlikte Moğollarla mücadele ediyorlardı. Kir Hâye tertip ettiği bir orduyla Konya üzerine yürümüş, Altunapa Kervansarayı yakınında Moğolların emiri olan Muinüddin Süleyman Pervane’ye karşı savaşa tutuşmuş, yenik düşünce de Kir Hâye kara yoluyla İstanbul’a kaçmıştır. Kardeşi Kir Kadid ise İzzeddin Keykâvus ile beraber Antalya’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelmiştir.

İşte bu kadar siyasi olaylarla iç içe olan Kir ailesi Sille’deki Hristiyan dindaşlarıyla yoğun temas hâlinde bulunuyor olmalılar. Bu Kir ailesinin Konya çevresinde birtakım mülklerinin mevcudiyeti de dikkati çekmektedir. Ancak daha sonraki dönemlerde bu ailenin fertlerinin Müslüman oldukları adlarından anlaşılmaktadır. Konya’da bulunan Kirvat (Tepekent) ve Kirali (Kıreli) köylerinin bu aileye ait olduğu görülmektedir. Zamanla bu aile mensuplarından da bazıları Denizlili Mehmet Bey gibi Müslüman olmuşlardır.

Selçuklu tarihi boyunca Sille’deki Hristiyan halk Konya’daki Müslüman halk ile diyalog içinde bulunuyor ve onlarla yoğun siyasi ve kültürel temasa giriyorlardı. Sille’ye Müslüman halkın yerleşmesi Karamanoğulları döneminde başlamıştır. Nitekim Sille’deki ilk İslami yapılar da Karamanoğulları zamanında inşa edilmiştir. Selçuklular zamanında Sille’de Müslümanlara ait herhangi bir yapı mevcut değildir.

Selçuklular zamanında Konya şehir muhafız merkezi Gevale Kalesi’ydi. Bu kaledeki askerî birliklerin komutanı Sille’nin yanı başındaki Sarayköy’de ikamet ederdi. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızı ve kale komutanı olan Hâce-i Cihan’ın sarayı Sille Çayı’nın kenarında bulunuyordu. Demek istiyorum ki bu muhafız merkezinin de Sille ile bir bağlantısı mevcuttu. Bugün Sille Barajı’nın çevresinde askerî yerleşim yerlerinin mevcut olduğu bilinmektedir.

Selçuklular zamanında ve sonraki dönemlerde Konya şehrinde Hristiyanlara mahsus herhangi bir yapı bulunmamaktadır. Fakat Konya halkının Hristiyanlarla bir teması bulunuyordu. Bir anekdot bize bu konuda fikir vermektedir. Meşhur Türkmen Şeyh Evhadüddin Kirmani Konya’ya geldiği zaman müritleri ile toplantı sırasında kendisine şeyhin halifesi olan Fakih Ahmed’den bahsetmişler. Fakih Ahmed’in Müslümanlarla ilgilenmediğini Hristiyanların arasında yaşadığını, Hristiyanlarla meşgul olduğunu bildirmişler ve Fakih Ahmed’i Kirmani’ye şikâyet etmişlerdir. Kirmani de Fakih Ahmed’in bir sekr hâli bir de uyanıklık hâlinin bulunduğunu fakat sekr hâlinin ona galip geldiğini ve bu sekr hâlinde bulunduğu dönemlerde Hristiyanlarla meşgul olmayı tercih ettiğini ifade etmiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere Selçuklular zamanında Konya’daki Müslümanlarla Sille’deki Hristiyanlar arasında kültürel diyalog devam etmiştir.

Yukarıda sözü edilen Fakih Ahmed’in Sille’de bulunan Ak Manastır’a devam ettiği ve oradaki Hristiyanlarla ilgilendiği de rivayet edilmektedir. Bundan dolayı Fakih Ahmed’e “delişmen derviş” denmiştir. Buna rağmen Fakih Ahmed Müslümanlar nezdinde değerini kaybetmemiş, muhterem tutulmuş ve öldüğü zamanda kendisine türbe ve cami inşa edilmiştir. Mevlevi Yazar Ahmet Eflekî, Mevlana’nın da bir defasında Sille’deki Ak Manastır’a gittiğini ve oradaki keşişlerle görüşmeler yaptığını anlatmaktadır.

d. Hoşgörü ve Müsamaha Ortamı

Hoşgörü ve müsamaha olmayan bir ortamda bilimsel gelişmenin olması ve alternatifli düşünebilmenin imkânı yoktur. Genel olarak Selçuklu sultanları Anadolu’da geniş bir müsamaha ve hoşgörü ortamı yaratmışlardı. Çeşitli din ve milletlerin bulunduğu o günün Anadolusu’ndaki kültürel şartlar bunu gerektirdiği gibi vasıflı yöneticiden de beklenen budur. Meşhur İşrâkî Filozof Maktûl Şihabüddin Sühreverdi, Diyarbakır’da bulunmuş Artukoğlu Îmâduddin Kara Arslan’a el-Elvâhü’l-imâdiye adlı eserini sunmuştur. Tokat’ta da bulunmuş, orada da II. Kılıçarslan’ın oğlu Süleyman Şah’tan saygı görmüş ve bu sultana da Pertevnâme adlı eserini sunmuştur.[56 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 25.] Aynı zat Halep’e gitmiş, Salâhaddin Eyyûbi’nin oğlu el-Melikü’z-Zâhir tarafından zındık (Mecusi) olduğu gerekçesiyle idam edilmiştir.[57 - İbn Hallikân, Vefeyatü’l-a’yân, Beyrut, 1397/1977, VI. 272-284. Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler.] Fikirlerinden dolayı öldürülmüştür. Bu durum, Selçuklu devlet adamlarının fikir ve inanç özgürlüğüne ne kadar değer verdiklerine güzel bir örnek teşkil eder. Şüphesiz Alâeddin Keykubad da en az selefleri kadar hoşgörü ve müsamaha sahibi bir sultan idi. Dostları, sohbet arkadaşları arasında Ermeni, Rum kişiler de vardı. Zevcesi Kirfart’ın kızı Hond Hatun, uzun süre dinini muhafaza etmiş ancak sonunda kendi rızası ile İslamiyet’i kabul etmiştir. Babası da Akşehir hâkimi (yönetici) olmuştu.

Başta hanedan üyeleri olmak üzere birçok devlet adamları ve halktan insanlar gayrimüslim hanımlarla evlilikler yapıyorlardı. Bunun sonucu gayrimüslim aileler ile akrabalıklar kuruluyordu. Anadolulu tacirler, ticaret amacıyla Rum beldelere gidiyor ve oralarda evlilikler yapıyorlardı. Çoğu zaman hanımın ve akrabalarının Müslüman olmalarına vesile oluyorlardı.[58 - Muhammed es-Sivasî, Menakib-i Evhadü’d-ttin-i Kirmanı, Nşr. B. Furûzanfer, Tahran 1969. Hikâye 31; Tercümesi için Bk. Mikâil Bayram, Şeyh Evhadü’d-din el-Kirmanî ve Menakibnamesi, Konya 2005, s. 181-193.] Moğol hâkimiyetinden sonra bu müsamaha ve güven ortamının da bozulduğu görülmektedir.

III. Bölüm

KONYA’DA AHİ TEŞKİLATI

Anadolu Selçukluları zamanında şehirlerde güvenlik ve belediye hizmetleri “Ahi Teşkilatı” diye bilinen esnaf ve sanatkârlar örgütü tarafından yürütülmekteydi. Toplumu sosyal, kültürel ve siyasi bakımdan yönlendiren en önemli kuruluş da gene Ahi Teşkilatı’ydı. Bu teşkilatın kurucusu sayılan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, Alâeddin Keykubad ve oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde Konya’da bulunuyordu. Ahi Evren ilmî kişiliği ile de devrin en önde gelen fikir ve aksiyon adamlarından biridir. Bu bakımdan burada onun ilmî ve fikrî faaliyetlerini ve teşkilat çalışmalarını ve kurduğu Ahi Teşkilatı’nın o günkü sosyal ve kültürel ortamdaki yerini açıklamayı gerekli görüyoruz.

a. Ahi Teşkilatı’nın Kurulması

Türk fütüvvet hareketi diyebileceğimiz Ahilik, dinî ve siyasi bakımdan Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur. Türk kültür ve zevki, Orta Çağ İslam fütüvveti, töre ve gelenekleriyle beslenmiş ve Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’daki sosyal, kültürel, sınai, ticari ve siyasi şartların etkisiyle teşekkül etmiş ve gelişmiştir. 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın (1180-1225) İslam dünyasındaki dağınık dinî ve siyasi birlikler hâlinde bulunan Fütüvvet hareketini yeniden organize ederek İslam dünyasına şamil bir teşkilat kurdu. Kendi zamanındaki bütün Müslüman devlet adamlarına da mektuplar ve elçiler göndererek kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilatı’na katılmalarını talep etmekteydi. 601 (1204) yılında ikinci defa Anadolu Selçukluları Devleti’nde tahta geçen I. Gıyâseddin Keyhüsrev, hocası Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ı bu halifeye göndererek onunla siyasi ve kültürel ilişkiler içine girdi. Nitekim ertesi yıl Bağdat’tan dönen Şeyh Mecidüddin İshak, bu kültürel ilişkinin sonucu olarak beraberinde Fütüvvet Teşkilatına mensup bazı şeyhleri, ilim ve fikir adamlarını Anadolu’ya celbetmiştir. Muhyiddin İbnü’l Arabî, Evhadüddin el-Kirmani, Şeyh Nasîrüddin Mahmud el Hoyî (Ahi Evren), Ebû Ca’fer Muhammed el-Berzâî, Arapgirli Şeyh Hasan Onar, Ebû’l-Hasan Ali el-İskenderânî bunlardan birkaçıdır.[59 - Mecidüddin İshak’tan oğlu Sadreddin el-Konevî’ye intikal eden ve bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan kitapların sema ve kıraat kayıtlarında daha pek çok ilim adamlarının adları geçmektedir. Misal olarak Bk. adı geçen kütüphanede no. 7850, 4687, 7841, 7847, 5050. Bk. Levha, XI.]

Anadolu Ahi Teşkilatı’nın kurucuları olan Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud, onun hocası Evhadüddin-i Kirmani, Kirmani’nin halifesi Şeyh Zeynüddin Sadaka ve diğer Fütüvvet erbabı şeyhler ve Fütüvvet Teşkilatı mensupları, görevli olarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunlardan Kirmani, Anadolu’daki Fütüvvet erbabı şeyhlerin lideri (Şeyhü’ş-şuyûhi’r-Rum) olarak bizzat halife tarafından tayinen Anadolu’ya gönderilmiştir. Ondan sonra da bu göreve Zeynüddin Sadaka tayin edilmiştir. Zeynüddin Sadaka (660/1262), Konya’da Sadırlar Mahallesi’nde ”Sadr-ı hâkim” hanikâhında ikamet etmekteydi. 601 (1204) yılından itibaren Fütüvvet mefkûresi, Anadolu’da çok ilgi ve siyasi destek görmüş ve her tarafa yayılmıştır. Şeyh Evhadüddin’in kurmuş olduğu “Evhadiyye” tarikatı mensubu şeyhler ve bu şeyhler etrafındaki Türkmen dervişler, Fütüvvet ülküsüne iman derecesinde gönül vermişlerdi. Başta sultanlar olmak üzere pek çok Selçuklu devlet adamı da Fütüvvet Teşkilatı’na girmişlerdi. I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad parlak törenlerle bu teşkilatın üniforması olan şalvar giyip şed (kuşak) bağlamışlardı.

Konya Ahileri

Bu devrin önemli kuruluşlarından olan esnaf ve sanatkârların mensup oldukları Ahi Teşkilatı, başlangıçta Kayseri’de kurulmuş iken Alâeddin Keykubad zamanında bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Bu teşkilatın kurucusu olup Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasîrüddin Mahmud’un da Sultan Alâeddin zamanında Kayseri’den Konya’ya gelip yerleştiği ve Ahiliğin Konya’da da teşkilatlanmasını sağladığı görülmektedir. Bizzat Sultan Alâeddin Keykubad şehirlerde beledi hizmetlerin yürütülmesi görevini Ahilere gördürmekteydi. Başkent Konya’da da Ahiler belediye hizmetleri, sosyal, sınai ve ticari faaliyetleri, Ahi Fütüvvetnâmelerinde belirlenen prensipler dâhilinde yürütmektelerdi. O dönemde Ahilerin imalat atölyeleri ve ticaret merkezleri bugünkü Uluırmak ve İsmet Paşa İlkokulu civarında bulunuyordu.

Ahiliğin kuruluş gayelerinden biri de göçebe Türkmen halkı, iş ve meslek sahibi yaparak şehirlere yerleşmelerini ve şehir hayatına uyum sağlamalarını temin etmek idi. Güdülen bu politika sayesinde şehirlerin Türkleşmesi sağlanmıştır.

Selçuklular zamanında şehirlerde belediye ve emniyet hizmetleri Ahiler tarafından yürütülmekteydi. Ahiler özel üniformaları ve bellerinde kamaları olduğu hâlde dolaşır, güven ve düzeni sağlamaya çalışırlardı. Özellikle Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında Konya’da Ahilerin çok güçlü ve nüfuzlu oldukları görülmektedir. Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerinden sonra oluşan Moğol yanlısı yönetime karşı mücadele ediyor ve onlara itaat etmek istemiyorlardı. Bu yüzden Anadolu’nun birçok şehrinde olduğu gibi Konya’da da zaman zaman Ahilerin devlete ve uygulamalara karşı ayaklanma olayları meydana gelmekteydi. Bu yüzden devlet, Ahilerin ellerinde bulunan tekke, hanikâh ve medrese gibi müesseseleri onlardan alma yönünde bir uygulama başlatmıştı. Eflâkî’nin bildirdiğine göre 659 (1261) yılında Selçuklu sultanı Moğol baskılarına dayanamayarak bu yönde bir ferman da yayımlamıştır. Bu baskılara dayanamayan Ahilerin Konya’yı terk ettikleri görülmekteydi. Ahi Türk’ün kardeşi Ahi Basara (Hüsâmeddin Çelebi’nin amcası) önceleri Konya’da ikamet ediyorken şehri terk ederek Başarakavağı denilen yere yerleşmiş ve bu köyü kurmuştur.[60 - Menâkıbü’l-Ârifîn, II. s. 775. Ahmet Eflâkî onun adını “Ahi Beşşâre” şeklinde kaydetmiştir. Bu zat Ahi Türk’ün kardeşi olup Türk asıllıdır. Bu bakımdan Ahi şecerenamelerinde adı “Ahi Basara” şeklinde geçmektedir. Doğru olanı da budur. Nitekim onun adıyla anılan köy de “Basara” olarak anılmaktadır.] Bunun gibi birçok Ahi’nin Konya’dan göçtükleri görülmektedir. Bu göçenler çoğunlukla uç bölgelere gidiyorlardı.

Eflâkî’nin birçok kişi için başlangıçta Mevlana’ya muhalif iken sonradan Mevlana’nın büyüklüğünü ve kerametlerini görüp tövbe edip kul olduklarını bildirmesi de aslında devletin sözünü ettiğimiz uygulamalarının sonuçlarını ifade etmektedir. Mevlana’nın bazı devlet büyüklerine, özellikle Pervane Süleyman, Sahib Ata ve Tâceddin Mu’tez’e ya bir Ahi’nin veya Ahilerin yakını olan birinin bağışlanmasını istemesi Ahilerin ve Ahilerden yana olan kişilerin takip edildiklerini ve Mevlana’ya mürit olmaya zorlandıklarını göstermektedir. Hanikâh-ı Ziya’nın devlet zoruyla Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmesi sırasında ayaklanan Ahiler arasında Ahi Çoban, Ahi Kayser ve Ahi Muhammed-i Sebzvârî elebaşlarıdır. Başlarında da Ahi Ahmed bulunmaktadır. Sultan Veled bir manzumesinde Ahi Çoban ile Ahi Kayser’i methetmektedir.[61 - Sultan Veled, Divan, Neşr. F. N. Uzluk, Ankara, 1941, s. 150.] Bu demektir ki bu iki Ahi sonradan Mevlana’nın safına katılmak zorunda kalmışlardır. Eflâkî, Hanikâh-ı Ziya’da isyancı Ahilerin lideri olan Ahi Ahmed’in kulluğa kabul edilmediğini yani Mevlana’ya bağlanmayı kabul etmeyip direndiğini, bu yüzden kendisine “anut” (inatçı) dendiğini bildirmektedir. Fakat oğlu Ahi Ali’nin Sultan Veled’e kul olduğunu yazıyor. Anlaşılıyor ki bu Ahi Ali uzun süre direnmiş ancak Sultan Veled’in posta oturuşundan sonra (684/1285) bilmecburiye Mevlevi olmuştur.[62 - Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, II, 180.]

Ahiliğin kadınlar kolu olan Bacı Teşkilatı’na mensup kadınların da Konya’da faaliyet gösterdikleri görülmektedir. Bu genç kızlar Şeyh Zeynüddin Sadaka’nın Sadırlar Mahallesi’ndeki hanikâhının müdavimleriydi. Mevlana’nın kızı Melike Hatun da bir zaman bu kadınlar cemaati arasına katılmıştır. Ahmet Eflâkî’nin bildirdiğine göre Şems-i Tebrizî Konya’ya gelince bir defasında bu kadınlar cemaatini uzaktan görmüş ve yanındakilere: “Bu cemaatin arasında bir tek nur var.” demiş. İncelemişler o tek nurun Melike Hatun’dan kaynaklandığını tespit etmişler ve Melike Hatun’u onların arasından alıp getirmişler. Bir daha da Melike Hatun’un o cemaatin arasına girmesine müsaade etmemişlerdir.[63 - Menakibü’l-Arifin, II, 873-874.] Eflâkî’nin bu açıklamalarından Şems-i Tebrizî ve Mevlana ve çevresindekilerin bu kadınlar cemaatine (Fakiregan) muhalif oldukları anlaşılmaktadır.

Bir Selçuklu şehzadesi olan Cimri, (Siyavuş: II. İzzeddin Keykâvus’un oğlu) Karamanoğulları’nın yardım ve desteği ile Konya’yı zapt edip Selçuklu tahtına oturunca başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde bütün Konya Ahileri yeni sultana biat etmişlerdir.[64 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124; Târih-i Âl-i Selçuk, s. 66-67.] Bu Ahilerin Mevlana ve halifelerine bağlanmış olmalarına rağmen böyle bir fırsat zuhur edince hemen Türkmenlerin safına katıldıkları görülmektedir. Ne var ki bu yeni sultan ve Karamanoğlu Mehmed Bey Konya dışında bulundukları bir sırada Konya’yı Karamanoğulları’ndan almaya gelen Moğol ordusunun Konya’ya yaklaştığı öğrenilince şehirdeki Ahiler yine başlarında Ahi Ahmed Şah olduğu hâlde şehir surlarını Karaman Türkmenlerine kapatıp Moğol ordusu gelene kadar müdafaaya geçmişlerdi.[65 - el-Evâmirü’l-Alâiyye, s. 696; Aksarayi, Müsâmeratü’l-Ahbâr, Neşr. O. Turan, Ankara, 1944, s. 123-124.]

Böylece yeni bir Moğol-Ahi katliamını önlemiş oldular. Ahi Ahmed Şah’ın bu olayla birlikte Mevleviler arasında nüfuzlu bir kişi olduğu gibi Moğollarla da iyi ilişkiler içinde bulunduğu görülmektedir. Eflâkî, Ulu Arif Çelebi’nin (Mevlana’nın torunu) Müslümanları (Muhibbân-ı Hazret) bırakıp kendilerine yabancı olan Moğollar lehine faaliyetinden dolayı kınandığını ve hatta bu yüzden Karamanoğulları’nın Konya dizdarı tarafından bir süre tutuklandığını yazmaktadır. Ulu Arif Çelebi kendisini kınayanlara şöyle demiştir: “Biz Mevleviler, Allah gücü ve kudreti kime vermişse ona itaat etmeyi kendimiz için vacip görürüz.”

b. İlim ve Fikir Merkezi Olarak Konya

Anadolu Selçukluları zamanında Konya, İslam dünyasının önde gelen ilim, irfan ve fikir merkezi olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca İslam dünyası çapında iki büyük fikir akımının merkezi olma özelliğini korumuştur. Selçuklular zamanında birçok ünlü ilim ve fikir adamlarının Konya’ya geldikleri görülmektedir. Bu ilim adamlarına evler tahsis ediliyor, onlar o evlerde ikamet ediyorlardı. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadüddin-i Kirmani, Ebu Ca’fer Muhammed el-Berzâî kendilerine tahsis edilen evlerde ikamet etmiş ve eserler yazmışlardır.

Bu fikir akımlarından biri, Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin başlattığı “Celâliyye” hareketidir. Tarikat olarak da “Mevleviyye” (Mevlevilik) adı verilen bu fikrî ve tasavvufi hareketin ana kaynağı olan Mevlana’nın, hocaları ve takipçilerinin orijinal eserleri Konya’da bulunuyordu. Bu yüzden her dönemde Konya; bilgin, şair ve ediplerin merakını celbetmiştir. Onlardan kalan eserlerin orijinallerini görme ve mütalaa etme ve onların hatıralarının yaşandığı çevrenin havasını teneffüs etme arzusu ile çok uzak beldelerden Konya’ya gelenler olmuştur. İkdü’l-Cuman adlı eserin sahibi Memlûkler devri tarihçisi Bedrüddin el-Ayni (823/1420) diplomat olarak Karamanoğulları yetkilileriyle görüşmeler yapmak üzere Konya’ya gelmiş, bu vesile ile Mevlana’yı ve Mevlevi dergâhını inceleme imkânı bulmuştur.[66 - İkdü’l-cuman, II, 128-129.] Ünlü Molla Abdurrahman Cami hac dönüşü Konya’ya uğramış ve bir müddet burada kalmıştır. Mirza Tebrizî de Mevlana’ya hayranlığının sonucu Konya’ya yerleşmiştir.

Selçuklu sultanlarının muallimi Malatyalı Şeyh Mecidüddin İshak’ın oğlu olan Şeyh Sadreddin Konevî babasının ölümünden sonra (1221) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu olmuştur. Sadreddin Konevî uzun süre Şam’a yerleşen üvey babasının yanında kalmış ve onun yetiştirdiği en tanınmış talebesi ve takipçisi olmuştur. 1246 (644) yılında Şam’dan Konya’ya gelen Sadreddin Konevî hocasına ait pek çok kitabı beraberinde Konya’ya getirmiştir. Konya’da talim, tedris ve telif ile meşgul olmuş ve Konya’yı “Ekberiyye” denilen fikir akımının merkezi hâline getirmiştir. Hocasının eserlerini okutmuş, şerh etmiş ve pek çok talebeler yetiştirmiştir.

Sadreddin Konevî babası Şeyh Mecidüddin İshak ve hocası İbnü’l-Arabî’den kendisine intikal eden pek çok eseri, inşa etmiş olduğu caminin yanı başındaki medresenin kitaplığına vakfetmiştir. Bu eserlerden 168 adedi günümüze gelmiş, bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Tarih boyunca Konevî ve İbnü’l-Arabî’nin düşünce ve felsefesine ilgi duyanlar Konya’ya gelmiş ve Konevî’den ders almışlar veya Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlar. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin eserlerini burada istinsah (kopya) edip beraberlerinde götürmüşlerdir.

İlk “Füsus” şarihi Müeyyedüddin el-Cendî (1300), Kutbuddin Şirazî (1310), Fahruddin el-İrâkî (1288), Saidüddin el-Fergânî (1292) Konevî’nin en tanınmış talebeleridir. Dâvûd-i Kayseri (1351), Yâr Ali Şirazî (1412), Sultan Fatih’in hocası Akşemseddin (1462), ünlü Dilci Firuzabadi, Seyyid Şerif-i Curcanî, Molla Cami gibi daha birçok ilim ve fikir adamları Ekberiyye denilen fikir akımının orijinal kaynaklarına ulaşmak için Konya’ya gelmişler ve Konevî’nin kurduğu kütüphanede bir müddet çalışmışlardır. Konevî’ye ait olan bu kitapların pek çoğunun kıraat ve sema kayıtlarında, kenar notlarında, bu ilim ve fikir adamlarının kendi el yazılarını görmek mümkündür. Meşhur Dilci Firuzabadi’nin de Konya’ya gelip Konevî’nin kütüphanesinde bir müddet çalıştığı bir kayıttan anlaşılmaktadır.[67 - S, Konevî, l’câzü’l-Beyan, Yusufağa Ktp. nr. 5025, yp. la.]

Konya’yı ilim ve irfan merkezi hâline getiren bir diğer kişi de Ahi Teşkilatı’nın kuruluşunda başmimar rolünü üstlenen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud b. Ahmed el-Hoyi’dir. Önceleri Kayseri’de bulunuyordu. I. Alâeddin Keykubad 1219’da iktidara gelince Ahi Evren’i Konya’ya celbetmiştir. O daha önce Kayseri’de kurduğu Ahi Teşkilatı’nı Konya’da da kurmuştur. Ahilere ait iş yerleri bugünkü İsmet Paşa İlkokulunun bulunduğu bölgedeydi. Ahi Evren Konya’daki Hanikâh-ı Ziya ile Hanikâh-ı Lala’nın müderrisliğini de yürütüyordu. O ayrıca Saray muallimi yani lala (Lala-i Sultanî) idi.[68 - Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 108-109.] Şehzadelerin eğitim ve öğretimi ile uğraşıyordu. Bu yüzden onun ders verdiği hanikâha “Hanikâh-ı Lala” denmiştir. Mevlana da Mesnevi’sinde birçok yerde onu “Lala” diye anmıştır. Etrafında çok sayıda muteber talebeleri vardı. Eflâkî, onun ilmî kişiliğini “Her türlü ilimde Sadreddin Konevî ile atbaşı giderdi.” diyerek ifade etmektedir.[69 - Menakibü’l-Arifin, 1, 188-190.] Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un latifeleri ile ünlü Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu da burada hatırlatalım.

Selçuklular zamanında Konya’daki ilmî çevrede hatırlı bir yeri bulunan bir diğer şahıs da Kadı Seraceddin el-Urmevi’dir (1284). Daha önce Malatya’da ve Sivas’ta kadılık yapmış, Konya’ya geldikten sonra kırk yıl daha kadılık yapmıştır. Bu makamda bulunduğu sürece birçok siyasi ve sosyal olaylarda rol almıştır. Şafii ve Eş’arî mezhebindendi. Birçok telif eserleri bulunmaktadır. Hace Cihan, Hace Hasan, el-Hac Tacüddin-i Kâşi gibi tacir olan kişiler de mescit, hanikâh, hanlar ve imaretler yaparak, vakıflar kurarak halka ve bilim adamlarına hizmet etmektelerdi. Bilim alanındaki gelişmelere katkıda bulunuyorlardı. Bugünkü Hoca Cihan Mahallesi’nin olduğu yer Hace Cihan’ın mülkü idi. Türbesi de oradadır. Alâeddin Keykubad zamanında şehir muhafızlığı yapmıştır. Şerhu’t-Taanuf adlı eseri 616’de (1219) Sadırlar Mahallesi’ndeki “Sadriyye” hanikâhına bu zat vakfetmiştir. Kitabın kapak sahifesinde Hoca Cihan’ın vakıf kaydı ve imzası bulunmaktadır. Bu kayda göre Hace Cihan’ın tam adı Ahmed b. Kayser b. Süleyman olup Hace Cihan diye ünlenmiştir.[70 - Konya Yusufağa Ktp, Nr. 5467, yp, la. Ayrıca Bk. Burada Levha, IX.] El-Hac Tacüddin-i Kâşi ise Sadreddin Konevî’nin arkadaşıdır. S. Konevî, mektuplarında onu “seyyidü’l-akran” diye anmaktadır. Karaman yolu üzerinde “Kâşinin Hara” diye anılan bir han inşa etmiştir. Bugün bu hana Kaşınhanı denmektedir. Tacir olan bu zatın bilge bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin felsefeye dair olan Tuhfetü’ş-Şekur adlı eserini ona ithaf etmiştir. Onu Moğollar öldürüp emvalini müsadere ettiler.

c. Filozof ve Fikir Adamı Olarak Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud

Ahi Evren çok yönlü bir fikir ve aksiyon adamıdır. Aslen Azerbaycan’ın Hoy kasabasından olup tahsilini Horasan ve Mâverâünnehir’de tamamlamıştır. Burada iken ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’ye talebe olmuştur. Bilahare Bağdat’a gelen Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, halifenin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’na girmiştir. 1204 (H. 601) yılında kayınpederi ve hocası olan Şeyh Evhadüddin-i Kirmani ile Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da önce Kayseri’ye yerleşmiş ve Ahi Teşkilatı’nı burada kurmuştur. 1225 yılında Alâeddin Keykubad’ın isteği ile Konya’ya gelmiş ve burada da Ahi Teşkilatı’nı oluşturmuştur. II. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında Babaîler İsyanı ile ilgisinden dolayı beş sene süre ile tutuklanmıştır. Tutukluluk hâli kalktıktan bir müddet sonra Kırşehir’e göçmüş, 1261 yılında Ahilerin başlattıkları isyanın bastırılışı sırasında Ahi Evren Hace Nasîrüddin de öldürülmüştür.

d. Filozof olarak Ahi Evren

Her şeyden önce Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un Anadolu’ya geldiği dönemlerde (602/1205) Anadolu’da felsefi, ilimci zihniyetin himaye ve destek göreceği bir iktidar ve bu iktidarın yarattığı elverişli bir ortam vardı. O dönemde başta Anadolu Selçukluları sultanları felsefeye ve felsefi düşünceye ilgi duymakta ve itibar etmektelerdi. Bu ortamın Ahi Evren’in yetişmesinde çok önemli bir etken olduğu muhakkaktır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü fikir adamıdır. Onun için “Dânişmend-i Rumî” diye anılmaktadır. O, ünlü filozof ve tabip İbn-i Sina ile Eş’arî kelamcısı Fahruddin er-Razî’nin takipçisidir. Mevlana, Ahi Evren’in Fahruddin er-Razî’nin talebesi olduğu gerçeğini ifade ederek onu ve hocasını “iblis” diye anmakta ve akliyecilikte hocasını geride bıraktığını dile getirerek şöyle demektedir:

“Önce bir iblis benim üstadım idi. Daha sonra iblis önümde bir hiç oldu.”[71 - Mesnevi, V, 831.] Şüphesiz Ahi Evren’in İbn-i Sina’ya duyduğu hayranlık, yukarıda adı geçen eseri Farsçaya tercüme etmekten ibaret değildir. Muhtelif eserlerinde İbn-i Sina’yı “Şeyhu’r-Reis”, “Şeyh”, “Hatemu’l-Hukemâ”, “Hulâsatu’l-Ukalâ” gibi unvanlarla anmakta ve onun görüşlerine pek çok atıflarda bulunmakta, şiir ve sözlerini şahit olarak göstermektedir. Ahi Evren, insanların kurtuluşa ermeleri ve ebedî saadete kavuşmaları için iki yol bulunduğunu dile getirir, bunlardan biri peygamberlerin yolu (iman yolu), diğeri akıl yolu yani filozofların belirttiği yoldur. Akıl gücü ile kurtuluşa eren, istikameti bulanların başında İbn-i Sina’yı görmekte ve onu bu yolun en büyük ve en üstün insanı saymaktadır. Ancak bu yolun tehlikeleri bulunduğunu, akli delilleri yanlış kullanma ve akıl gücünün yeterli olmaması gibi sebeplerden ötürü herkesin bu yolda başarılı olamayacağını ve sapıtabileceğini, bu yüzden peygamberlere uymanın zaruri olduğunu iddia etmektedir. Mevlana ile aralarındaki ihtilaf konularından biri de bu husustur. Ahi Evren peygamberlerin yolunun filozofların yoluna kıyasla çok emin ve kestirme olduğundan bahisle şöyle demektedir:[72 - Metali ül-İmân, Tere. M. Bayram, Konya, 1996, s. 71-72.]

“Tur-i Sina’ya uçmak (Hz. Musa’ya gitmek) istiyorsan, İbn-i Sina karşısında eğilme.” “Gönlünü Muhammed’in sözüne bağla. Ey Ali’nin oğlu, Ebû Ali’ye uyman daha ne kadar sürecek?”

“Yolunu gösterecek bir göze (akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli Önder (Hz. Muhammed) Buharalı önderden (İbn-i Sina) daha iyidir.”

Vaktiyle Konevî’nin hocası İbnü’l-Arabî ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Râzî birbirlerine mektupla tenkitler yöneltmişlerdi. Sadreddin Konevî ile Ahi Evren birbirlerine yazdıkları mektupların bazıları güncel konulara ait olmakla beraber büyük çoğunluğu bu iki bilginin bazı ilmî ve felsefi konulardaki münakaşalarını ihtiva etmektedir. Kastamonulu Lâtîfî de bu mektupların Tûsî ile Konevî arasında teati edildiğini sanarak mektupların konularını şöyle ifade etmektedir: “Nasîrüddin-i Tûsî ile rumuz-i emr-i künden ve künûz-i ilm-i ledünden miyanlarında akli ve naklî çok sual ve cevap ve bahs u hitap geçmiştir.”[73 - Age. İstanbul, 1914, s. 43.]

Münakaşaları çoğunlukla İbn-i Sina’nın fikir ve görüşleri etrafında dönmektedir. Sadreddin Konevî daha çok soru sorma durumundadır. Ahi Evren’e yönelttiği sorularda bazen İbn-i Sina’nın belli bir görüşünü reddetmekte ve bu itirazlarında el-Milel ve’n-Nihal sahibi Şehrîstânî’nin İbn-i Sina’ya yönelttiği tenkitlere dayanmaktadır. Bazen de İbn-i Sina’nın belli bir görüşünün açıklanmasını istemektedir. Ahi Evren de onun bu soru ve itirazlarını cevaplandırırken genel olarak İbn-i Sina’yı müdafaa etmekte, bazen “Şeyhu’r Reis’in maksadı şudur veya bunu demek istemiştir.” diyerek onun görüşlerine açıklık getirmeye çalışmaktadır. İki bilgin zaman zaman birbirlerine eserlerini göndererek kritik etmektedirler. Bu fikir alışverişi sonunda Ahi Evren ile Konevî’nin birbirlerini etkiledikleri de söz konusudur.

Ahi Evren’in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkârları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden amillerden biridir. Ahi Evren’in felsefi düşüncelerinin Anadolu’da devlet tarafından himaye görmesi ise ona düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir. Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’da felsefi akımların mahiyeti ve bu akımların Ahilik ve benzeri sosyal ve kültürel kurumların ortaya çıkmasına müspet etkileri araştırılması gereken en önemli konulardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Ahi Evren’in Anadolu’nun Müslümanlaşmasında da önemli bir hizmeti üstlendiği görülür. Letâif-i Hikmet adlı eserini sunduğu II. İzzeddin Keykâvus’a İslam’ı yaymak hususunda yapması gereken işlerden biri olarak Müellefetü’l-kulüb (kalpleri ısındırılanlar) müessesesini çalıştırması gerektiğini savunmakta ve Müellefetü’l-kulüb’ü üç gruba ayırmakta ve şöyle demektedir:

“Müellefe üç taifedir. Birincisi Müslümanlıkları zayıf olanlardır. Bunların İslam’dan çıkmalarından korkulur. Eğer para bakımından bunlara bir şeyler verilirse İslam’a gönül vermeleri sağlanmış olur. İkincisi Müslüman olmayıp İslam’a ilgi duyanlardır. Bunlar da himaye edilirse İslam’a girmeleri temin edilmiş olur. Üçüncüsü de Müslümanlara zarar vermeleri mümkün olanlardır. Bunlara da bir şeyler verip zararları önlenmelidir.” Bu zümrelere para verilmesini ısrarla önermektedir.[74 - Letâif-i Hikmet, s. 190 ilk.] Ahi Evren’in bu ifadeleri gerek Ahilerin (teşkilat olarak) gerek devletin Anadolu’da Müslümanlaştırma faaliyetinin sürdürüldüğünün ifadesi olmalıdır. Müellefenin iki taifesi ile Bogomil denilen Hristiyan (Rum) zümreyi kastetmiş olabilir. Bilindiği gibi Bogomiller İslami anlayışa yakın bir Hristiyan zümre olup Anadolu’da Müslümanlarla Hristiyan halk arasındaki kültür münasebetleri sonucu ortaya çıkmıştır. Ahi Evren’in bu eğitimci vasfı da Ahi Teşkilatı’nın kurulmasında önemli rol oynamıştır. Eserleri ders kitabı olarak asırlarca Ahi Ocakları’nda okunmuş ve okutulmuştur. Eserlerinin yazma nüshalarının istinsah ve kıraat kayıtlarında bu konularla ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Letâifü’l-hikme adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah insanı; yemek, içmek, giyinmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangozluk da birtakım alet ve edevatla yapılabildiği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir. O hâlde toplumun bir kesiminin sanatlara yönelmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.[75 - Age., s. 145.]

Ahi Evren, sanatkârların iş ortamındaki çalışma düzenleri hakkında da şöyle demektedir: “Birçok insanların bir arada çalışması sanatkârlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir. Çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O hâlde bu insanlar arasında ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhur edincede bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberlerin şeriat koymaları bundandır.”[76 - Age., s. 145-146.] Öyle görünüyor ki Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud’un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anadolu’da Ahi iş yerlerininin yönetmelikleri olan “Ahi Şecerenâmeleri” ve “Ahi Fütüvvetnâmeleri” meydana getirilmiş ve Ahilerin çalışma ortamındaki düzenleri, bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçevesinde sağlanmıştır.