banner banner banner
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler

b. Şeyh Evhadüddin el-Kirmani ve Türkmenler

Evhadüddin-i Kirmani’nin kurduğu “Evhadiyye” tarikatı ve bu tarikattaki eğitim ve öğretim metodu (seyr-i süluk-i afaki) Anadolu’da, Türkmenler arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Evhadüddin’in, Türk asıllı olması ve Türkmenlerle Türkçe olarak konuşması, onun Türkmenler arasında tanınmasına vesile olmuştur. Art düşünceleri olmadığı ve samimi oldukları için Türkmenleri irşat etmenin daha kolay olduğunu ve kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerleyebildiklerini söylüyordu. Bu tasavvufi yol ve düşünce tarzı Türkmenlerin yaşayış tarzına daha uygun olduğu için Türkmenler arasında daha fazla ilgi toplamaktaydı. Türkmen dervişler coşkun bir iman ile Evhadüddin’e bağlanmışlardı. El-Veledü’ş-Şefik’in sahibi Niğdeli Kadı Ahmed (740/1241) Tapduklu dervişlerin, Evhadüddin-i Kirmani’nin yolunda olduklarını çeşitli vesilelerle belirtmiştir. Ayrıca Ebussuud Efendi, Evhadüddin-i Kirmani’ye ait bir risalede Tapduk Emre’nin Evhadüddin ve İbnü’l-Arabî’den ders almış olduğunu, İbnü’l-Arabî’nin kendisine öğrettiği dört duayı Yunus Emre’ye öğrettiği ve Yunus Emre’nin bu duaları öğrenince dili çözülüp şiir söylemeye başladığının yazılı olduğunu belirtmiştir.[89 - Bk. Konya Yusufağa Ktp. No. 6730, 43b.]

Hayatı kırda, bayırda tabiatla baş başa, hayvan sürüleri ile göçebe olarak veya kırsal bölgelerde geçen insanların bu tasavvufi yolu tercih etmeleri gayet tabii idi. Bu yolun Türkmenler tarafından kolay anlaşılır olması da yayılmasına vesile olmaktaydı. Yunus Emre:

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni

derken “seyr-i afaki” yolunda olduğunu ifade etmiş olmakta ve bu tasavvufi anlayışa göre düşündüğünü göstermiş olmaktadır. Yunus, pek çok şiirinde bu anlayışı terennüm etmekte ve suretçiliği (cemalperestlik) benimsediğini belirtmektedir.

İşte bu şiirlerden biri:

Su’ret toprakdır diyeni gönlüm kabul itmez anı
Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm ahi
Ben de bakdum, ben de gördüm benüm ile ben olanı
Su‘retime canvireni kimdüğini bildim ahi.

Yunus Emre “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü.” o çok meşhur sözünde yaratılmışı hoş tutarak ve onlara muhabbet ve şefkati, Allah’a kavuşmaya vasıta kıldığını ifade etmektedir. Bu tasavvufi meşrep Türkmenlere yeni bir duyuş ve düşünüş biçimi veriyordu. Evhadüddin gibi diğer Türkmen dervişler bu yolla Türkmen halkın düşüncesini terbiye ediyor, ahlaki yaşayışlarına yön veriyordu. Böylece Türkmenler çevrelerindeki eşyaya (suretlere) tasavvufi-İslami bir bakış ile bakıp manalandırıyorlardı. Kısaca Türkmenler kültür değişimine uğruyorlardı. Bu değişim Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasını hızlandırmaktaydı. Türkmenlerin gönülleri ve akılları yeni bir dünya ve hayat telakkisi ile tanışıyordu. Hayatları tabiatla baş başa geçen, göçebe ve köylü Türkmen halk, bu tasavvufi meşrep vasıtası ile İslam’ı daha kolay anlıyorlar, ahlaki inceliklerle tanışma imkânı buluyorlardı. Eşyaya karşı merhamet ve şefkat duyguları kuvvetlenmekteydi. Baba İlyâs-i Horasânî’nin çoban olarak güttüğü koyunlara karşı şefkat ve merhameti, ona muhalif olanlar tarafından dahi takdirle yâd edilmiştir. Bir hikmete mebni olarak yaratılmış olduğunu düşünerek karıncayı bile incitmeme anlayışı da bu düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu suretcilik (cemalperesti) meşrebi, müritlerde eşyanın yaratılış hikmetini inceleme ve öğrenme isteği uyandırmaktaydı. Evhadüddin’in damadı ve önde gelen talebelerinden olan Ahi Evren (Şeyh Nasîrüddin Mahmud) Letâif-i Gıyâsiyye adlı eserinde; insanın ve insan uzuvlarının, hayvanların, bitkilerin gök cisimlerinin yaratılışındaki hikmetleri ve bunların Allah’ın varlığı, birliği ve yüceliğine delalet eden yönlerini dile getirirken bu düşünce tarzını detaylandırmayı düşünmüş ve eserini bu maksatla kaleme almıştır.[90 - Bu eserin bir nüshası Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1728’de kayıtlıdır.]

Yukarıda da görüldüğü üzere Şeyh Evhadüddin ve onun tasavvufi meşrebine muhalefet eden mutasavvıflar, Molla Cami’nin de belirttiği gibi eşyanın suretine aşırı muhabbet duymaları, onların bu muhabbete kendilerini kaptırarak gerçek muhabbete (Allah sevgisi) ulaşmalarına engel olacağı endişesine dayanmaktaydı. Bu endişelerini ısrarla öne sürmekteydiler. Bu yüzden de onları “suretperest”likle itham ediyorlardı. Yine Molla Cami Evhadüddin, Ahmed Gazali, Fahrüddin İrakî gibi büyük mutasavvıflar eşyaya duydukları muhabbeti Allah sevgisine vasıta kılmışlardır. Ancak müritlerin ve mukallitlerin, kendilerini eşyanın muhabbetine kaptırıp o sevgiyi aşamayacakları tehlikesinden söz etmektedirler. Bir kısım mutasavvıfların onlara muhalefet etmeleri bu tehlikeden kaynaklanmaktadır. Onlar, bu şeyhlerin yolunda giden müritlerin şaşkınlık içinde kalabileceklerini ve Muhabbetullah’a ulaşamayacaklarını öne sürüyorlardı.

Moğolların Anadolu’yu işgalinden sonra Türkmenlerin Moğol iktidarına karşı direnmeleri sonucu Moğollar, o dönemde Türkmen halkı organize eden şeyhler ve fikir adamlarına karşı amansız bir mücadele başlatmışlardı. Türkmenlerin ellerinde bulunan tekke, medrese, iş yeri gibi müesseseleri ellerinden alınarak onlara muhalif olan Mevlana ve etrafındakilerin hizmetine veriyorlardı. Bu dönemde (1260-1350) pek çok Türkmen, Ahi, şeyh ve dervişlerin ya katledildikleri ya da ülke dışına sürüldükleri görülmektedir. İşte bu yüzden “Evhadiyye” tarikatı ve Evhadüddin’in yarattığı fikir hareketi Anadolu’da yaşama ve devam etme imkânı bulamamıştır. Ahi Evren, Tapduk Emre, Yunus Emre ve daha birçok Türkmen ileri gelenleri bu fikir akımının mümessilleri oldukları için tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edilmişlerdir.

2. Konya’da Bektaşilik

Kırşehir ve Suluca Karahöyük’te (Bugünkü Hacıbektaş ilçesi) bulunan Hacı Bektaş-ı Horasânî tasavvufi meşrep bakımından Ahilerden farklı değildir. Bu bakımdan onun da dostu ve gönüldaşı Ahi Evren gibi Mevlana ve çevresi ile arasının iyi olmadığı görülmektedir. Eflâkî, Mevlana ile Hacı Bektaş arasındaki muhalefeti kısmen yansıtmaktadır.[91 - Menakibü’l-arifın, 1, 497-498; I, 381-383.] Buna karşılık Sadreddin-i Konevî ile aralarında muhabbet bulunmaktadır. Konevî ile defaatle görüştükleri de Velâyetnâme’de anlatılmaktadır. İbn Bibi Konevî’nin bir defasında Kırşehir’e gittiğini yazmaktadır.[92 - el-Evamirü’l-alâiyye, s. 613.]Velâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın, halifelerinden Pir Ebi’yi Konya’ya gönderdiği nakledilmektedir.[93 - Hacıbektaş İlçe Halk Ktp. No. 200, yp. 202a.] Pir Ebi’nin hanikâhı, bugün kendi adı ile anılan caminin bulunduğu yerdeydi.

Hacı Bektaş-ı Horasânî ve halifeleri “Türkmen Meşâyih Taifesi” (Tabakât-ı Meşâyih-i Etrâk) diye anılıyorlardı. Bunlar da “Evhadiyye” tarikatı mensupları gibi “seyr-i süluk-i afaki” metodu uygulayarak eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorladı. Bunların Fakih Ahmed’e (1221) bağlılıkları vardı. Konya’da Türkmen çevrelerde tanınan şeyhlerden biri de Bahâüddin Toğan’dır. Hacı Bektaş ile ilgisi bulunduğu anlaşılan bu zatın Sadreddin-i Konevî’ye yazdığı iki mektubu günümüze gelmiştir.[94 - Bk. Konya Mevlana Müzesi Ktp, No. 1633’teki mecmua.] Konevî’nin ona saygı duyması ve bilgisine başvurması onun bilgili bir zat olduğunu göstermektedir.

Genel olarak Hacı Bektaş ve diğer Türkmen şeyhlerin Sadreddin Konevî’ye muhabbet ve bağlılıkları vardı. Nitekim Tarihçi Aksaraylı Kerîmüddin Mahmud, Türkmen şeyhlerin kendilerini Konevî’ye nispet etmeye çalıştıklarını yazmaktadır. Bu bakımdan Konya’daki Hacı Bektaş’ın halife ve öğrencileri hem S. Konevî ile hem Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve yakınları ile fikrî ve gönül birliktelikleri bulunmaktadır. Konya’daki Ali-i Gav Hanikâhı da başlangıçta Bektaşilerin elindeydi. Bilahare Moğollar tarafından Bektaşilerden alınıp Kalenderîlere verilmiştir.

3. Konya’da Kalenderîler

Anadolu Selçukluları zamanında, Anadolu’nun muhtelif yörelerinde köy köy, kasaba kasaba dolaşan ve kendilerine Cavlakî denilen Kalenderî dervişler bulunmaktaydı. Bunlar genel olarak tufeyli (asalak) idiler. Ellerinde keşkül, bellerinde zembil halk arasında gezerek ve dilenerek geçiniyorlardı. Kendilerine şiş batırarak ateşle oynayarak harikuladelikler sergileyerek halkın ilgisini çekiyorlardı. Saç, sakal ve kaşları tıraşlı olan bu dervişler giyim kuşam olarak da değişik bir görünüm içindelerdi. XIV. asırda ortaya çıkan Baraklı dervişler de Kalenderlerden çok farklı değillerdi.

Mevlana’nın hocası olan ve Mevlana üzerinde derin bir etki yaratarak meşhur olan Şemsüddin Muhammed b. Melikdad et-Tebrizî, yani Şems-i Tebrizî de Kalenderî, diğer adıyla Cavlaki idi.[95 - A. Gölpınarlı, Mevlana Celâleddin, s. 59-66.] Bunların lideri Şam’da bulunan Şeyh Cemâleddin-i Sâvî idi. Anadolu’da da çok etkililerdi. Konya’da da karargâhları vardı. Konya’daki karargâhları Cumhuriyet İlkokulu civarında bugün Kalender Cami denilen yerdeydi. Konya’daki liderleri olan Şeyh Osman-ı Rumî’nin türbesi de buradadır. Bu Şeyh Osman Şam’dan gelmişti. 715 (1315) yılında Kâhta’da kadı olan İbnü’s-Serrac’ın bildirdiğine göre Konya’da 40 sene kadılık yapmış olan Siraceddin Urmevî (682/1283) bir defasında sur dışındaki Kalenderî dervişlerin şeyhi olan zatın yanına gitmiş, Siraceddin-i Urmevî, o zatın kerametlerini görmüş ve onların hakkaniyetine şehadet etmiştir.[96 - Teşviku’l-ervah Ve’l-kulub, Köprülü Hüseyin Paşa Kütüphanesi (Süleymaniye), No. 272, yp. 195a-196a.] Burada bahsi geçen sur dışındaki Kalenderî dervişler Konya’da Kesikbaş, Kalender Baba ve Ulaş Baba diye anılan zatların türbeleridir. Bugün Kalenderhane denilen mahalle Kalenderî dervişlerin ikamet ettikleri bölge idi. (Bk. Burada Levha, XVII.) Bu Kalenderî dervişler Hululi inanca sahiptiler. Allah’ın eşya ve insanlara hulul ederek belli bir surete ve kalıba girdiğine inanıyorlardı. Bu inanış Mecusilikten gelmektedir. İran kökenli bazı sufilerde bu Mecusi eğilimlerin kuvvetli olduğu görülür.

Tasavvuf tarihinde ilk büyük ve etkili Hulûliyeci Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. Bu felsefe Allah’ın varlıklara ve insana hulul ettiği inancına dayanmaktadır. Hüseyin b. Mansur el-Hallâc o çok meşhur olmuş “Ene’l-Hak”. (Ben Hakk’ım.) sözünü derken bu felsefesini ifade etmektedir. Keza Bâyezid-i Bistâmî, “Cübbemin içinde Allah’tan gayrı nesne yoktur.” derken gene bu hulul felsefesini dile getirmektedir. Yani Allah’ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Şems-i Tebrizî’nin de Hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır.

Hulûli fikirler genel olarak aşk ve şiire zengin malzeme ihtiva eder. Bu düşüncede olan âşık, sevgilisinin farklı ve cazip görüntüleri ile buluşur. Onun için Şems’in hulûli fikirleri, bir anda Mevlana’yı cezbetmiş ve celbetmiş, dünyasını değiştirmiş ve onda şafak doğmasına vesile olmuştur. Mevlana’daki o zengin ve yüksek hayal gücünün kaynağı buraya dayanmaktadır. Bu felsefi boyutun Mevlana’nın yaradılışından kaynaklanan özel kabiliyeti ile buluşması onu şiir dünyasına götürmüştür. Onun için Şems’in öldürülmesinden sonra Mevlana Şam’a gitmiş ve orada Şems’in şeyhi ve hocası olan Kalenderî şeyhi Şeyh Cemâlüddin-i Savî’nin talebelerinin bulunduğu çevre ile temas kurmuş olmalıdır. Hulûli fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şems’ten sonra Anadolu’da faaliyet göstermektelerdi. Ebû Bekr-i Niksârî, Şeyh Osman-ı Rumî bunlardandı. Mevlana’nın bunlarla ilgisi de devam etmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Şems-i Tebrizî’ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine “Şemsî” denilen dervişler Anadolu’da yaygınlardı. Abdu’l-Vahid Çelebi Menâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netice-i Can adlı eserinde[97 - Bu eserin değerli bir nüshası Selçuk Merkez Kütüphanesi’nde bulunuyor.] onları anlatmaktadır.

Eflâkî, Şems’in öldürülmesinin sebepleri arasında bardağı taşıran son damla olarak zikrettiği olaydan anladığımıza göre Şems, Nasîrüddin’in yani Ahi Evren’in tekkesinde bulunmuş, orada araştırma ve nakle dayanan ilmî konuşmalar olmuş, Şems de onlara karşı: “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip övünecek ve atsız eyere binip erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde, kalbim bana şu haberi veriyor diyecek kimse yok mu? Ve ne zamana kadar başkasının asasıyla yürüyeceksiniz?” demiş ve orada bulunanların tepkisiyle karşılaşmıştır. Orada bulunanlardan biri de Adliye Nazırı Nusratüddin Ahmed’dir. Şems bu sözleriyle Ahi Evren’in meşrebine muhalif sözler sarf etmiş yani Hulûl inancını açığa vurmuştur. Bu olaydan üç gün sonra da öldürülmüştür.[98 - Menakibü’l-arifîn, I, 278-279. Ayrıca Bk. Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi, s. 152-157.]

4. Medreseler ve Hanikâhlar

Selçuklular zamanında Konya’nın fikrî hayatında medreselerin de önemi büyüktür. Anadolu’nun ilk medreseleri Dânişmend Oğulları zamanında ve Dânişmend ilinde yapılmıştır. XIII. yüzyılda Konya’da medreseler inşa edilmiştir. Genel olarak bu medreseleri yaptıranlar medreselerini vakfederek toplumun hizmetine sunmuşlardır. Hemen her medresenin hizmet faaliyetleri, o medresenin “Vakıfnâme”sinde belirtilen esaslara göre yürütülmekteydi. Medrese kurucuları muhkem “Vakıfnâmeler” düzenleyerek medreselerinin hayatiyetini garanti altına almaya çalışmışlardır.

Moğollar Anadolu’yu işgal edince zaman zaman zenginlerin mallarını müsadere ediyorlardı. Sadreddin Konevî ve Ahi Evren’in dostu olup devrin en zengin ve namlı taciri olan el-Hac Tacüddin-i Kâşi’nin öldürülüp servetinin yağma edildiğini Ahmed Eflâkî yazmaktadır.[99 - Menakibü’l-arifîn, II, 99.] Ahi Evren Tuhfetü’ş-Şekûr adlı eserini bu zata ithaf etmiştir. Bu durumda zenginler mallarını Moğollara kaptırmamak için servetleriyle bir müessese kuruyor ve onu vakfediyorlardı. Bu yüzden Moğolların Anadolu’yu işgal ettikleri dönem olan XIII. yüzyılın ikinci yarısı, Anadolu’da ve Konya’da vakıf kurumlarının hızlı bir şekilde artış gösterdiği bir devredir. Bazen bu tedbir de çare olmuyor, Moğollar bir vakıf kuruluşuna da el koyuyor ve onu vakfın koyduğu şartlara ve belirlediği hizmetlere aykırı tasarruflarda bulunuyorlardı. Bu durumu Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ağaz u Encam adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Zamanımızın kurt tıynetli yöneticileri, kişilerin vârisleri olsa bile onların mülk ve servetlerine el koymaktalar. Şeriatın hükümleri tamamen ortadan kalktı ve şeriatın sadece adı kaldı.”[100 - Ağaz u Encam, Fatih (Süleymaniye) Ktp. No. 5426, 198a.]

Medrese ve hanikâhlar, Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin bu uygulamalarından daha çok nasip almaktaydı. Bu uygulama toplumda büyük bir güvensizlik, tedirginlik ve hatta karışıklıkların çıkmasına sebep olmaktaydı. Ahilerin elinde ve yönetiminde olan Konya’daki Hanikâh-i Ziya ve Hanikâh-ı Lala, Moğolların Anadolu’ya vezir olarak tayin ettikleri Tâceddin Mu’tez’in iradesi ile sahiplerinin elinden alınması sırasında Konya’da bu uygulamayı protesto gösterileri olmuştur.[101 - Menakibü’l-arifın, II, 934; 945-946.] Buna benzer olaylar taşra illerde sık sık meydana gelmiştir. Bu şekilde medreseleri, hanikâh ve iş yerleri ellerinden alınanlar, isyanlar çıkardıkları gibi ülkeyi terk edenler de oluyordu. Ülkeyi terk edenler uç bölgelere göçüyorlar veya Suriye ve Mısır’a gidiyorlardı. Bu uygulamalardan dolayı çok sayıda değerli ilim ve fikir adamları Anadolu’yu terk etmiştir.

5. Eş’arîler ve Şafii Medreseleri

Genel olarak itikatta Eş’arî olanlar amelde de Şafii mezhebini tercih etmekteler. Diğer bir deyişle Şafii olanlar çoğunlukla Eş’arî mezhebine tabi olmuşlardır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nizamiye medreseleri, itikatta Eş’arî amelde Şafii mezhebini yaymak ve yerleştirmek amacına matuf olarak kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin dinî politikasını nizamiye medreseleri belirlemiştir. Bu bakımdan Selçuklular asrı dediğimiz yüzyıllarda Eş’arî ve Şafii mezhebi Büyük Selçuklular döneminde devletin himayesinde revaç bulmuş ve yayılmıştır. Anadolu da bundan nasibini almıştır. Selçuklular zamanında Anadolu’da da en yaygın dinî mezhep Eş’arî ve Şafii mezhebidir. Bu durum Konya’da da kendini göstermektedir.

Konya’daki medreselerde dinî eğitim öğretim faaliyetleri belli bir itikadi ve fıkhi mezhebe göre sürdürülmekteydi. Medreselerin çoğu Eş’arî ve Şafii mezhebini esas almışlardı. Ahiler genel olarak itikatta Eş’arî amelde Şafii idiler. Ahilerin lideri Ahi Evren Menâhic adında bir Şafii ilmihâli yazmıştır, Metali’ül-İman adlı eseri ise Eş’arî mezhebi esasları çerçevesinde iman esaslarına dair bir eserdir. Ünlü Eş’arî kelamcısı Fahreddin-i Râzî’nin pek çok talebesi Anadolu’ya gelmişler ve hocalarının dinî ve felsefi görüşlerini yaymışlar ve başına geçtikleri medreseleri, Eş’arî ve Şafii bir temele oturtmuşlardır. Konya’da Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan müderris ve fikir adamları bulunmaktaydı. Ahi Evren, Seyyid Şerefuddin Herevî, sonradan vezirliğe getirilen Kadı İzzeddin bunlardan birkaçıdır. Malatya, Sivas ve son olarak da uzun bir süre Konya’da kadılık yapan Sirâcüddin Mahmud el-Urmevi de Eş’arî ve Şafii mezhebine mensup idi. Keza Hacı Bektaş’ın Konya’daki temsilcisi Pir Ebi de Fahruddin-i Râzî’ye talebe olmuş bir kişidir. Konya’nın tanınmış tacirlerinden Hâce-i Cihan ve Kaşın Hara’yı yaptıran Hace el-Hac Tacüddin-i Kâşi de Eş’arî ve Şafii mezhebinden idiler.

Sadreddin-i Konevî ve etrafındaki pek çok talebesi genel olarak Eş’arî ve Şafii mezhebinde idiler Ancak S. Konevî gençliğinde Maliki mezhebinden olan hocalardan ders almıştı. Fakat Şafii ve Eş’arî mezhebini tercih etmiştir. Ömrünün sonunda Malikiler gibi Selefiliğe meylettiği görülmektedir. Durum öyle gösteriyor ki Selçuklular zamanında Anadolu’da Eş’arî ve Şafiilerin etki ve nüfuzları daha yaygın idi. Böyle olunca halkın dinî inanç ve yaşayışı bu mezhebe göre şekillenmekteydi. Bunun sonucu olarak sonradan Müslüman olan Rum kökenli kişilerin de Eş’arî ve Şafii mezhebinde oldukları görülmektedir. Rum kökenli olanlardan Celâleddin Karatay ve oğlu Rükneddin Ahmed ve Uç Emiri Mehmed el-Mevrazemî’nin de Eş’arî ve Şafii oldukları anlaşılmaktadır.[102 - Selçukluların Uç Emiri Denizlili Mehmed el-Mevrazemî, Ahi Evren Hace Nasîrüddin’in üç eserini okuduğuna dair bir kayıt bulunmaktadır. Bk. Halet Ef İlavesi (Süleymaniye) Ktp. No. 92, la.] Rum asıllı olan bu emirlerin gayet iyi Farsça ve Arapça bildikleri de dikkat çekmektedir. XIII. asrın sonlarında Karatay ve Mavrozomes ailesinden bazı kişilerin Konya’da yaşamakta oldukları görülmektedir.[103 - Karatay ailesinden olduğu anlaşılan el-Hac Mahmud b. Emir Hasan el Karatayî adlı bir zat Zevzenî’nin Kitabü’l-nıesadır adlı Farsça eserini kopya ettiği görülmektedir. Bk. Yusufağa Kütüphanesi no. 4707. Mavrozomes ailesinden Emir Arslan (Komnen Mavrozomes) adlı bir zatın da 697 (1297) tarihli mezar taşı Sille’de Eflatun Manastırı civarında bulunmaktadır. Bk. Konya Tarihi, s. 1086.]

Selçuklular zamanında Konya’da kurulan medreselerin kitaplıklarından, günümüze gelmiş ve bugün Konya Yusufağa, Mevlana Müzesi ve İzzet Koyunoğlu Kütüphanelerinde birçok kitap bulunmaktadır. Bu kitaplar o dönemde medreselerde ne tür kitaplar okunduğu hakkında bir fikir vermekte ve bu vesile ile medreselerin dinî ve fikrî yönlerini öğrenmemiz de mümkün olmaktadır.

Ünlü Şafii mezhebi hukuk bilginlerinden Kazvinli Necmeddin’in el-Hâvî adlı eseri Konya medreselerinde okunmaktaydı. Nitekim Alâeddin Ali el-Konevî (729/1330) bu eseri şerh etmiştir. Yusufağa Kütüphanesi 4812 numaralı kayıtlı nüshasında bu eserin Konya’da “Sadriyye” zaviyesinde okunduğu kayıtlıdır. O dönemde ilimle meşgul olanların hizmetine kitaplar sunmak çok makbul bir hizmet alanı sayılıyordu. Bu anlayıştan dolayı zenginlerin ve gücü yetenlerin ilim adamlarının hizmetine sunulmak üzere kitaplar vakfettikleri görülür. Bu cümleden olarak dönemin Maliye Nazırı el-Hac Celâleddin Mahmud, 670 (1272) yılında Ahkâmü’l-kubmfı’l-hadis adlı eserin ciltlerini Ahmedek Hanikâhı’nda okunmak ve yararlanılmak şartıyla Konyalıların hizmetine vakfetmiştir.[104 - Bk. Yusufağa Kütüphanesi no.4679, yp. la.]

Siraceddin el-Urmevî’nin kendi telifi olan eserleri ve kütüphanesine ait eserleri torunları vasıtası ile Konya’daki Atabekiyye Medresesi yakınındaki Darü’l-huffaz’a vakfedilmiştir.[105 - Bk. Yusufağa Ktp. No. 4812, la.] Urmevî’nin kendi telifi olan Metali’ül-Envâr adlı mantığa dair eseri en çok okunan bir eser idi. Bu eser Osmanlılar zamanında da medreselerde en çok okunan ders kitaplarından biri olmuştur.

Fahreddin-i Râzî’nin Tefsir-i Kebir adlı hacimli eserinden başka birçok eserin de Konya’daki medreselerde okunan gayet değerli el yazması nüshaları, bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Ahi Evren Hace Nasîrüddin ve Seyyid Şerefeddin Herevî, Fahreddin-i Râzî’nin fikirlerini en çok savunan ve onun eserlerini okutan bilim adamlarıydı. Eflâkî, Şeyh Nasîrüddin diye Ahi Evren’den bahsederken onun Vezir Ziyaüddin Hanikâhı ve Hanikah-i Lala’nın şeyhi olduğunu ve etrafında çok sayıda muteber talebeler bulunduğunu bildirmektedir.[106 - Menakibü’l-arifin, II, 188-190.] Ahi Evren Hace Nasîrüddin, Lala-i Sultanî olduğu için saraya mensup çocuklar onun hanikâhında yani Hanikâh-i Lala’da eğitim görüyorlardı. Ayrıca Nasîrüddin’in Konya’da kendi adıyla anılan bir medrese inşa ettiği ve burada “naklî” ilimler okuttuğunu da gene Eflâkî bildirmektedir. Seyyid Şerefüddin-i Herevî de bugün onun adı ile anılan caminin bulunduğu yerde bulunan medresesinde talim ve tedris ile meşgul idi. Mezarı da kendisine ait caminin bitişiğinde idi. Cumhuriyet Dönemi’nde Selçuklu yapısı olan türbesi kaldırılmıştır. Ulvî Sultan’ın medrese ve türbesi de hükûmet binasının batısında, Kayalı Park’ta bulunuyordu. Onun medrese ve türbesi de Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında tamamen yok edilmiştir.

Atabey iken Sâdeddin Köpek tarafından Ankara’da öldürülen (1238) Tâceddin el-Mervezî de Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Bu medrese “Tacü’l-Vezir”, diye anılan bugün fuar içinde bulunan Tâceddin el-Mervezî’nin türbesinin bulunduğu yerdeydi. Bu vezirin Mahmud Beg ve Zeynüddin adlarında iki oğlu bulunmaktaydı. Bunların Sadreddin Konevî ve Ahi Evren ile ilgileri vardı. S. Konevî’nin Zeynüddin’e yazdığı bir mektubu günümüze gelmiştir. Bu mektuptan, Zeynüddin’in âlim bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Ahi Evren’in Kırşehir’den S. Konevî’ye yazdığı 1255 tarihli bir mektupta Mahmud Beg’den bahsetmektedir.[107 - Bk. Mevlana Müzesi Ktp. No. 1633, yp, 111b.] Bu tarihte Mahmud Beg’in Kırşehir’de olduğu anlaşılmaktadır. Mahmud Beg’in Sultan Hanı Savaşı’nda Baycu Noyan tarafından öldürülen 14 komutandan biri olduğunu tahmin ediyorum.

6. Hanefiler ve Mâtürîdîler

Eskiden beri Hanefi mezhebinden olanlar ekseriya itikatta Mâtürîdî mezhebini tercih etmişlerdir. Şafiilerin Eş’arî mezhebine yöneldikleri gibi.

Selçuklular zamanında Hanefi ve Mâtürîdî mezhebinin de mevcut olduğu gözlenmektedir. Mevlana ve çevresindekiler çoğunlukla Hanefi ve Mâtürîdî idiler.

Mâtürîdî mezhebinin kurucusu İmam Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd adlı eserinin Selçuklular döneminde Farsçaya tercüme edildiğini biliyoruz. Ayrıca Abdullah el-Konevî adlı bir zatın yine bu dönemde Hanefi mezhebinin tanınmış fıkıh kitaplarından olan el-Menâr’ı şerh ettiği görülmektedir.[108 - Bu eserin bir nüshası Ayasofya (Süleymaniye) Ktp. No. 2052’dedir.]

Sadreddin-i Konevî’nin talebelerinden Saidüddin el-Fergânî’nin Minhâcü’l-İbâd adlı eseri Hanefi ve Şafii esaslara göre bir ilmihâl olarak düzenlenmiştir.[109 - Bu eserin çok değerli bir nüsnası Bursa Eski Eserler (Haracçıoğlu kısmı), Nr. 825’dedir. İdris-i Bitlisi bu eseri Türkçeye tercüme etmiştir. Bk. Keşfu’z-zunûn, 11,1846.] Bu durum Şafii mezhebinin yanında Hanefi mezhebinin de yaygın olduğunu göstermektedir. Abdu’l-Aziz el-Farsî de sırf Hanefi mezhebi ilmihâli olan bir eser yazmıştır. Bütün bu kitapların Farsça olarak kaleme alınmış olması da o dönemde tahsil dilinin Farsça olduğunu göstermektedir. Mâverâünnehir bölgesinden Anadolu’ya göçenler genel olarak Hanefi ve Mâtürîdî idiler. Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Orta Asya ve Mâverâünnehirliler Anadolu’da Hanefilerin nüfusunun artmasına ve Hanefi fıkhının yayılmasına sebep olmuştur. O yörelerden gelen insanlar, oralarda yazılmış ve kopya edilmiş pek çok kitapları da beraberlerinde getirmişlerdir. Bugün Konya kütüphanelerinde bu kitaplardan örnekler bulunmaktadır. Bu el yazması eserlerden, Gazneliler ve Karahanlılar ülkesinde Hanefi mezhebinin çok yaygın olduğunu öğreniyoruz. İşte bu bölgelerden Anadolu’ya yönelen göçler, Anadolu’da Hanefi mezhebi kültürünün yayılmasını ve hatta zamanla Şafii mezhebinin önüne geçmesini sağlamıştır.

II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in emirlerinden olan Emîri Bedreddin Muslih, Sırçalı Medrese diye anılan medreseyi Hanefi mezhebinden olan fakihlerin hizmetine tahsis etmiştir. Bu durum Hanefi mezhebinin Konya’da yaygın olduğunu göstermektedir. Konya’da tanınmış medreselerden olan Altunaba (İplikçi) Medresesi’nde de Hanefi mezhebi üzerine tedrisat yapılıyordu. Durum böyle olunca Konya’da bazı medreselerde Hanefi mezhebi hukuk sistemi üzere tahsil yapılıyordu. Birçok fakih Hanefi ve Şafii fıkhını karşılaştırmalı olarak okutuyorlardı.

7. Malikiler

Malikiler çoğunlukla itikatta selefidirler. Selçuklular zamanında Konya’da Malikilerin de belli karargâhları vardı. Bunlar genellikle Kuzey Afrika’dan Anadolu’ya gelmişlerdi. Antalya ve Alanya liman şehirleri fethedildikten sonra Anadolu ile Kuzey Afrika arasında yoğun bir ticaret başlamıştır. İşte bu ticari münasebetler sonunda bu bölgeden Mağrip kökenli insanlar Anadolu’ya göçmeye başlamışlardı. Konya’da Mağripliler Mahallesi teşekkül etmiştir. Bunlar tamamen Maliki mezhebindelerdi. Bu Malikilere mahsus cami (Mescidü’l Mağâribe) bugün ayakta duruyor ve Zafer Parkı’nın güneyinde apartmanlar arasında sıkışıp kalan ve görünmeyen mescit, Mağripliler Mescidi’dir. Tam bu bölgede belki Gima’nın bulunduğu yerde “Ahmedek Hânikâhı” vardı. Bu hanikâhta Maliki mezhebi tedris ediliyordu. Bu hanikâhtan intikal eden birkaç parça kitap bugün Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunuyor. Bu kitaplardan bir tanesi de Endülüslü Bilgin Abdu’l-Halik Muhammed’in Ahkâmü’l-Kübra adlı eserinin ciltleridir. Bu eserin sema ve kıraat kayıtlarında, Mağripli ve Endülüslü şahısların adları geçmekte ve bu eseri Ahmedek Hanikâhı’nda okumaktalardı. [110 - Konya Yusufağa Ktp. No. 4679.]

Bu kitabı vakfeden zatın Ahmedek Hanikâhı’nın banisi olduğu belirtilen Anadolu’da maliye nazırı olan (Emîru Divani’l-İstifa) es-Sadru’l-Kebir Celâleddin Mahmud olduğu da kitabın kapak sahifesine kaydedilmiştir. Bu vakfın tarihi de 670’dir (1272). (Bk. Burada Levha, X)

Sadreddin-i Konevî’nin iki ünlü hocası Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Ebû’l-Hasan Ali el-İskenderânî de Maliki idiler. Konevî’nin Konya’daki Malikilerle yakınlığı ve dostluğu vardı. Konevî’nin yakınları arasında Mağripli ve Mısırlı kimseler bulunmaktaydı. Konevî’nin kızı Sekine’nin kocası olduğunu tahmin ettiğim Afifüddin et-Telemsânî ve onun arkadaşı Muhyiddin Suraka da Mısırlıydı. Bu zatların da Maliki mezhebinden olduğu anlaşılmaktadır

8. Tabipler ve Darüşşifalar

Ahi Teşkilatı’nın başmimarı olan Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, aynı zamanda bir tabip olarak karşımıza çıkmaktadır. Birçok eserinde tıbbi konulara temas ettiği gibi anatomiye dair İlmu’t-teşrih adlı bir eser de yazmıştır. Ona Ahi Evren denilmesinin de bu tabipliği ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Evren yılan demektir. Tabsire adlı eserinde yılan zehirlemesine karşı, yılandan nasıl panzehir yapıldığını anlatmaktadır. Ayrıca menkıbelerde de onun deri atölyesinin mahzeninde yılan (evren) beslediği anlatılmaktadır. Bir Ahi olarak yılanla meşguliyet içinde bulunduğu için ona “Ahi Evren” dendiğini düşünüyorum. O dönemde daha çok tabiplerin hastaların ayağına gittikleri anlaşılmaktadır. Ahi Evren’in talebesi olan Sadeddin Mesûd adındaki tabip, İmâdüddin adındaki zata yazdığı mektuptan anlaşıldığına göre hastaları tedavi etmek maksadıyla Samsun, Niksar ve Canik havalisinde dolaşmaktadır.[111 - Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 156-167.]

Evhadüddin el-Kirmani’nin Menâkıbnâme’sinden de anlaşılmaktadır ki doktorlar dolaşarak hastaları tedavi etmekteler. I. Alâeddin Keykubad Konya’da bir darüşşifa inşa etmişti. Bu darüşşifa günümüze ulaşmamıştır ancak çini olan kitabesi günümüze gelebilmiştir.[112 - Bu kitabe Konya Karatay Müzesi’ndedir.]

Sadeddin Mesûd’un kendisine mektup yazdığı İmâdüddin de devrin tanınmış tabiplerindendir. Aslen Malatyalı olup Ahi Evren’in talebelerinden olduğu anlaşılmaktadır. Şems-i Tebrizî Makalat’ında “İmâd, Nasir’den mektup almış, o mektubu okuyup okuyup ağlıyordu.” derken İmâdüddin el-Malatî’yi kastetmekte, Nasir dediği de Ahi Evren Hace Nasîrüddin olmalıdır. Şems-i Tebrizî’nin bu iki zata muhalif olduğu da ifadelerinden anlaşılmaktadır.[113 - Şems-i Tebrizî, Makalat, Tahran 1349, s. 60.]