Hikâyenin başında, Bowen’ın masasında bir roman dosyası durmaktadır. Kehanet Gecesi gibi anlamlı bir ad taşıyan bu kısa romanın yazarı sözümona Sylvia Maxwell’dir, yirmili-otuzlu yılların sevilen bir romancısı olan bu kadın öleli neredeyse yirmi yıl olmuştur. Dosyayı gönderen ajans, bu kayıp romanın, Maxwell’in Jeremy Scott adında bir İngiliz’le Fransa’ya kaçtığı 1927 yılında tamamlandığını söylemiştir. Scott, dönemin sıradan bir sanatçısıdır, daha sonra İngiliz ve Amerikan filmlerinde dekor tasarımcısı olarak çalışmıştır. İkisi arasındaki ilişki on sekiz ay sürmüş, bitince de Sylvia Maxwell, romanını Scott’un yanında bırakarak New York’a dönmüştür. Scott romanı ölene kadar saklamış, hikâyemin başlamasından birkaç ay önce seksen yedi yaşında öldüğü zaman vasiyetinde, dosyayı Maxwell’in torunu olan Rosa Leightman adında genç bir Amerikalı kadına bıraktığına ilişkin bir madde olduğu görülmüştür. Ajansa romanı gönderen bu kadındır, başka kimse okumadan romanın Nick Bowen’a gönderilmesi konusunda kesin talimat veren de odur.
Paket bir cuma günü akşamüzeri ulaşır Nick’in masasına, Nick birkaç dakika önce hafta sonu tatiline çıkmıştır. Pazartesi sabahı işe geldiğinde dosya masasının üzerinde durmaktadır. Nick, Sylvia Maxwell’in öteki romanlarını hayranlıkla okumuştur, bu yüzden buna başlamak için can atar. Ancak daha ilk sayfayı çevirdiğinde telefonu çalar. Asistanı, Rosa Leightman’ın resepsiyonda olduğunu, kendisini birkaç dakikalığına görmek istediğini bildirir. İçeri gönder, der Nick ve romanın başlangıç cümlelerini (Savaş bitmek üzereydi, ama biz bunu bilmiyorduk. Hiçbir şey bilemeyecek kadar küçüktük, savaş her yerde olduğundan bilemezdik de…) henüz okuyamadan Sylvia Maxwell’in torunu kapıdan içeri girer. Üzerinde çok sade bir elbise vardır, neredeyse makyajsızdır, kısa kesilmiş saçları günün modasına uygun değildir, ama Nick onun yüzünü o kadar güzel, insanın içini acıtacak kadar genç ve savunmasız bulur, umudun ve katıksız insan enerjisinin simgesi olarak (birden düşünmüştür bunu) görür ki bir an soluksuz kalır. Ben de Grace’i ilk gördüğümde böyle olmuştum, beynime yediğim darbe beni hareketsiz bırakmıştı, soluk alamıyordum, bu yüzden bu duyguları Nick Bowen’a aktarmak ve öteki hikâyenin koşulları içinde hayal etmek hiç de güç gelmedi bana. Durumu daha da kolaylaştırmak için Rosa Leightman’a Grace’in bedenini vermeye karar verdim; dizindeki çocukluktan kalma yara izinden hafifçe yamuk sol kesici dişine ve çenesinin sağ tarafındaki lekeye kadar en küçük, en ince özelliklerini aktardım ona.[3]
Bowen’ı ise, özellikle kendime benzemeyen biri olarak yarattım, benim zıddımdı. Ben uzun boyluyum, bu yüzden Bowen’ı kısa boylu yaptım. Benim saçlarım kızılımsıdır, onunkilerse koyu kahve oldu. Ayakkabı numaram kırk beştir, Bowen’ınki kırk oldu. Onu bildiğim birine benzetmedim (en azından bilerek yapmadım bunu), ama onu zihnimde oluşturmayı tamamlayınca şaşırtıcı derecede gerçek göründü gözüme, neredeyse görebilecek gibiydim onu, sanki odaya girmiş ve yanıma gelmişti, elini omzuma koymuş masaya bakıyordu, yazdığım sözcükleri okuyordu… kendisine kalemimle hayat vermemi izliyordu.
Nick sonunda Rosa’ya oturmasını işaret eder, Rosa masanın karşı tarafındaki bir koltuğa oturur. Uzun bir süre duraksarlar. Nick yeniden soluk almaya başlamıştır, ama aklına söyleyecek hiçbir şey gelmez. Sessizliği bozan Rosa olur, hafta sonunda kitabı okuyup okumadığını sorar Nick’e. Hayır, der Nick, çok geç ulaşmış büroya. Benim elime ancak bu sabah geçti.
Rosa ferahlamış gibidir. Çok iyi, der, bu romanın bir kandırmaca olduğunu, büyükannem tarafından yazılmadığını söylüyorlar. Ben de emin olamadım, özgün elyazmasını incelesin diye bir elyazısı uzmanı tuttum. Raporu cumartesi günü geldi, müsveddenin gerçek olduğunu söylüyor. Bilin diye anlatıyorum bunu. Kehanet Gecesi’nin yazarı Sylvia Maxwell’dir.
Kitap hoşunuza gitti galiba, der Nick; Rosa da evet der, çok etkiledi beni. 1927’de yazıldıysa, der Nick, Yanan Ev ve Kurtuluş’tan sonra olmalı, ama Ağaçlı Manzara’dan öncedir, böylece bu onun üçüncü romanı oluyor. O sırada otuz yaşında bile değildi, değil mi?
Yirmi sekizdi, der Rosa. Şimdi benim olduğum yaşta.
On beş-yirmi dakika daha konuşurlar. Nick’in o sabah yapacak yüzlerce işi vardır, ama bir türlü kıza gitmesini söylemek gelmez içinden. Bu kızın öyle bir içtenlikli, aklı başında, dürüst hali vardır ki, Nick onu biraz daha seyredip varlığını dolu dolu özümsemek ister. Kız olağanüstü güzeldir, Nick buna karar verir, özellikle de kendisi güzelliğinin ve başkalarının üzerinde bıraktığı etkinin kesinlikle farkında olmadığı için. Önemli bir şey konuşmazlar. Nick, Rosa’nın, Sylvia Maxwell’in büyük oğlunun kızı olduğunu öğrenir (Maxwell’in tiyatro yönetmeni Stuart Leightman’la yaptığı ikinci evliliğinin meyvesidir bu oğul), Chicago’da doğup büyüdüğünü de. Nick ona, bu kitabın neden önce kendisine gönderilmesinde ısrar ettiğini sorduğunda kız ona yayıncılıktan hiç anlamadığını, ama yaşayan yazarlar içinde en çok Alice Lazarre’ı sevdiğini, Nick’in o yazarın editörü olduğunu öğrendiğinde büyükannesinin kitabını teslim edeceği kişinin o olduğuna karar verdiğini söyler. Nick gülümser. Alice’in hoşuna gidecek bu, der; birkaç dakika sonra Rosa gitmek üzere ayağa kalktığında, Nick bürosundaki raflardan birinden birkaç kitap alıp Rosa’ya verir, Alice Lazarre’ın kitaplarının ilk baskılarıdır bunlar. Kehanet Gecesi umarım sizi hayal kırıklığına uğratmaz, der Rosa. Niye uğratsın ki, der Nick, Sylvia Maxwell birinci sınıf bir romancıydı. Eh, der Rosa, bu kitap ötekilerden farklı. Hangi bakımdan, diye sorar Nick. Bilmiyorum, der Rosa, her bakımdan. Okuduğunuzda kendiniz göreceksiniz.
Başka şeylere de karar vermem gerekiyordu kuşkusuz, bulup ortaya çıkarmam ve o sahneye eklemem gereken bir dizi önemli ayrıntı vardı, anlatımı doldurması, inandırıcılık katması, safra oluşturması için. Örneğin Rosa ne kadar zamandır New York’ta yaşıyordu? Orada ne yapıyordu? İşi var mıydı, varsa işini önemsiyor muydu, yoksa bu iş kirasını ödemesine yarayan bir araç olmaktan öteye gitmiyor muydu? Aşk hayatı ne durumdaydı? Bekâr mıydı, evli mi, biriyle ilişkisi var mıydı yok muydu, av peşinde miydi, yoksa doğru insanın karşısına çıkmasını sabırla bekliyor muydu? İçimden önce Rosa’yı fotoğrafçı yapmak geldi ya da belki filmlerde editör yardımcısı, Grace’in işinde olduğu gibi sözcüklere değil de imgelere bağlı bir işi olabilirdi. Kesinlikle bekâr, hiç evlenmemiş olmalıydı, ama belki biriyle ilişkisi olabilirdi; en iyisi uzun ve üzücü bir ilişkiyi yeni bitirmiş olabilirdi. Şimdilik ne bu sorulardan birinin ne de Nick’in karısıyla ilgili benzer soruların üzerinde oyalanmak istiyordum: meslek, aile geçmişi, müzik zevki, kitap zevki filan. Hikâyeyi henüz yazmıyordum, kaba hatlarıyla kurgunun taslağını yapıyordum, ikincil ayrıntıların içine gömülmem doğru olmayacaktı. Böyle yaparsam durup düşünmek zorunda kalacaktım, oysa şimdi tek amacım ağır da olsa sürekli ilerlemek, zihnimdeki resimlerin beni nereye götüreceğini görmekti. Kendimi denetim altında tutuyor değildim, bir seçim de yapmıyordum. O sabahki işim, içimde olanların peşine düşmekti, bunu yapabilmek için de elimden geldiğince hızlı kullanmalıydım kalemimi.
Nick serseri değil, kadınları baştan çıkarmaya da çalışmaz. Evlilikleri süresince karısını aldatmaya kalkışmadı hiç, şimdi de Sylvia Maxwell’in torunuyla ilgili birtakım planlar kurmuyor. Ama kızın cazibesine kapıldığı kesin, onun ışıltılı ama iddiasız tavrı onu çekmiş; Rosa ayağa kalkıp bürodan çıktığı anda Nick’in zihninden ansızın –gökgürültüsü gibi gürleyen şehvet– bu kadınla yatağa girmek için büyük olasılıkla elinden geleni yapacağı geçer, evliliğini feda etmek pahasına bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini göstermez, yine de bu düşünce Nick’in aklına düşer düşmez kendisinden tiksinir, suçluluk duygusu saplanır yüreğine. Vicdanını rahatlatmak için karısını bürosundan arar (–avukatlık firması, borsa şirketi, hastane– hangisi olacağına sonra karar verilecektir) ve ona, şehirde en sevdikleri lokantada yer ayırtıp kendisini o gece akşam yemeğine götüreceğini söyler.
Saat sekizde lokantada buluşurlar. İlk içkilerini alıp iştah açıcılarla oyalanırlarken her şey yolundadır, ama sonra evle ilgili önemsiz bir konu üzerinde tartışmaya başlarlar (kırılan bir iskemle, Eva’nın kuzenlerinden birinin New York’a gelecek olması, sıradan bir şey), çok geçmeden kavga başlar. Şiddetli bir kavga değildir belki, ancak seslerinin yükselmesi tatlarının kaçmasına yeter. Nick özür diler, Eva da özrü kabul eder; Eva özür dileyince de Nick kabul eder; ama sohbetin keyfi kaçmıştır, birkaç dakika önceki uyumlu havayı yeniden yakalamaları olanaksızdır artık. Ana yemek masaya getirildiğinde her ikisi de hiç konuşmadan oturmaktadırlar. Lokanta ağzına kadar doludur, insanların konuşmalarıyla uğuldamaktadır, Nick gözlerini salonda gezdirirken birden köşedeki bir masada beş-altı kişiyle birlikte oturmakta olan Rosa Leightman’ı görür. Onun hangi yöne baktığını fark eden Eva tanıdığı birini mi gördüğünü sorar. Şu kızı, der Nick. Bu sabah büroma gelmişti. Eva’ya, Rosa’yla ilgili bir şeyler söylemeye başlar, büyükannesi Sylvia Maxwell’in yazdığı romandan söz eder, sonra konuyu değiştirmeye kalkışır, ama Eva o zamana kadar başını çevirip Rosa’nın masasına bakmıştır bile. Çok güzel bir kız, değil mi, diye sorar Nick. Eva da, fena değil, der. Ama saçları bir tuhaf Nick, giysileri de korkunç. Hiç önemi yok, der Nick. Hayat dolu, son aylarda tanıdığım insanlar içinde en hayat dolu olanı. Bir erkeğin içini dışına çevirebilecek türden biri.
Bir erkeğin karısına böyle bir şey söylemesi çok korkunç, özellikle de kocasının kendisinden uzaklaşmaya başladığını hissetmekte olan bir kadına. Eh, der Eva, savunmaya geçerek, ne yazık ki benimle evlisin. Kızın yanına gidip masamıza çağırmamı ister misin? Daha önce içi dışına çevrilen bir erkek görmemiştim. Belki de öğrenecek bir şeylerim vardır.
Az önce ağzından çıkan sözcüklerin ne kadar düşüncesizce ve gaddarca olduğunun farkına varan Nick hatasını tamir etmeye çabalar. Ben kendimden söz etmiyordum, der, herhangi bir erkekti benim dediğim. Soyut anlamda yani.
Yemekten sonra Nick ile Eva, West Village’deki evlerine dönerler. Barrow Sokağı’nda düzgün, eksiksiz bir dubleks dairedir burası, aslında masalımda John Trause’nin evini örnek almıştım, bu fikri bana veren adama sessiz bir selam olarak. Nick’in yazılacak mektupları, gözden geçirilecek faturaları vardır, Eva yatmaya hazırlanırken Nick bu ufak tefek işleri halletmek için yemek masasına oturur. Bu iş kırk beş dakikasını alır. Ama saat ilerlemiş olsa da Nick huzursuzdur, uyumaya hazır değildir. Başını yatak odasına sokar, Eva’nın hâlâ uyumamış olduğunu görür, mektupları postalamak üzere dışarı çıkacağını söyler ona. Köşedeki posta kutusuna kadar gideceğim der, beş dakikada dönerim.
İşte her şey o zaman olur. Bowen çantasını eline alır (Kehanet Gecesi’nin müsveddesi hâlâ çantadadır), mektupları çantaya atar ve postalamak üzere dışarı çıkar. İlkbahar başlarıdır, sert bir rüzgâr esmekte, sokak tabelalarını takırdatıp yerden kâğıt parçalarını ve çöpleri kaldırmaktadır. Hâlâ o sabah Rosa ile tanışmasının verdiği tedirginliği düşünen, o gece onunla bir kez daha tesadüfen karşılaşmasına bir anlam bulmaya çalışan Nick sisin içinde köşeye kadar yürür, sağına-soluna pek dikkat etmemektedir. Mektupları çantasından çıkarır ve posta kutusuna atar. Kendi içinde kırılan bir şeyler vardır, Eva ile arasında sorunlar başladığından bu yana ilk kez içinde bulunduğu durumun gerçeğini itiraf etmeye hazırdır: Evliliği başarısız olmuştur, hayatı çıkmaza girmiştir. Dönüp doğruca evinin yolunu tutacağına birkaç dakika daha yürümeye karar verir. Sokak boyunca yürür, köşeyi döner, bir sokağı daha geçer ve bir sonraki köşede yine döner. Tam on bir kat yukarıda, bir apartmanın önyüzünde yer alan kireçtaşından ufak bir çörtenin kafası, esen sert rüzgârın yardımıyla bağlı olduğu gövdeden yavaş yavaş kopmaktadır. Nick bir adım daha atar, bir adım daha, çörtenin kafası yerinden koptuğunda düşmekte olan parçanın tam altından geçmektedir. Böylece, hafifçe değiştirilmiş biçimde, Flitcraft efsanesi başlar. Nick’in başının birkaç santim uzağından geçen çörten, onun sağ kolunu sıyırır, çantayı elinden düşürtür ve sonra kaldırımda tuzla buz olur.
Darbenin etkisiyle yere düşer Nick. Şaşırmış, sersemlemiş, ürkmüştür. Önce, başına ne geldiğini anlayamaz. Taş koluna değdiğinde duyduğu bir anlık korku, çantası elinden fırladığında duyduğu bir anlık şok ve sonra kaldırıma çarpıp parçalanan çörtenin çıkardığı gürültü. Olayların hangi sırada olduğunu kavrayana kadar aradan birkaç dakika geçer, kavrayınca da kaldırımda bulunduğu yerden doğrulup kalkar, ölümden dönmüş olduğunu anlamıştır. O taş onu öldürmek üzere düşmüştür. O gece evinden çıkmasının tek nedeni o taşla buluşmasıdır ve eğer ölümden kurtulmuşsa bunun tek anlamı kendisine yeni bir hayat bahşedilmiş olmasıdır, eski hayatının bittiği, geçmiş hayatının her ânının artık bir başkasına ait olduğudur.
Bir taksi köşeyi dönüp sokakta Nick’e doğru ilerler. Nick başını kaldırır. Taksi durur, Nick biner. Nereye, diye sorar sürücü. Nick’in hiçbir fikri yoktur, bu yüzden aklına ilk gelen şeyi söyler. Havaalanına, der. Hangisine, diye sorar sürücü. Kennedy mi, LaGuardia mı, Newark mı? LaGuardia, der Nick, böylece LaGuardia’ya doğru yola koyulurlar. Alana varınca Nick bilet satılan bankoya gidip ilk uçağın ne zaman kalkacağını sorar. Nereye olan uçak, diye sorar bilet satan görevli. Nereye olursa, diye yanıtlar onu Nick. Görevli, tarifeye bakar. Kansas City’ye, der sonra, on dakika sonra yolcu almaya başlayacak bir uçak var. Tamam, der Nick, görevliye kredi kartını uzatıp, bir bilet kesin. Gidiş mi, gidiş-dönüş mü, diye sorar görevli. Yalnız gidiş, der Nick, yarım saat geçmeden de uçaktaki koltuğuna oturmuş, gecenin içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır.
O sabah onu orada bıraktım, havada, belirsiz, inanılması güç bir geleceğe doğru çılgınca uçarken. Ne kadar zamandır yazmakta olduğumu kestiremiyordum, ama istimimin bitmekte olduğunu hissediyordum, bu yüzden kalemimi elimden bırakıp ayağa kalktım. Mavi defterin topu topu sekiz sayfasını doldurmuştum, bu, iki-üç saatlik bir çalışma demekti, ama zaman öylesine hızlı geçmişti ki bana sanki ancak birkaç dakikadır defterin başındaymışım gibi geliyordu. Odadan çıkınca koridordan geçip mutfağa girdim. Hiç ummuyordum ama Grace ocağın başındaydı, çay hazırlıyordu.
“Evde olduğunu bilmiyordum,” dedi.
“Bir süre önce döndüm,” dedim. “Odamdaydım.”
Grace şaşırmış göründü.
“Kapıyı vurduğumu duymadın mı?”
“Duymadım, özür dilerim. Yaptığım işe kendimi kaptırmış olmalıyım.”
“Senden yanıt gelmeyince kapıyı açıp odana göz attım. Ama sen içerde değildin.”
“Elbette ki içerdeydim. Masamın başında oturuyordum.”
“Ama ben seni görmedim. Belki başka yerdeydin. Banyodaydın belki de.”
“Banyoya gittiğimi hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla masamdan hiç kalkmadım.”
Grace omuzlarını silkti. “Öyle diyorsan öyledir, Sidney,” dedi. Belli ki tartışacak havada değildi. Zeki bir kadındı Grace, o muzaffer, gizemli gülümsemelerinden biriyle bana baktı, sonra yine ocağa dönüp çay hazırlamayı sürdürdü.
İkindinin ortalarında yağmur kesildi, birkaç saat sonra da mahallemizdeki taksi duraklarından birinden gelen köhne bir mavi Ford, bizi John Trause ile iki haftada bir gerçekleştirdiğimiz akşam yemeğine götürmek üzere Brooklyn Köprüsü’nden geçirdi. Hastaneden çıktığımdan beri üçümüz iki haftada bir cumartesi geceleri buluşmayı âdet edinmiştik, bir bizim Brooklyn’deki evimizde (John’a yemekler pişiriyorduk) buluşuyor, bir West Village’de yeni açılan pahalı bir restoran olan Chez Pierre’de (oraya gidince John hesabı ödemekte ısrar ediyordu) bol çeşitli keyifli yemekler yiyorduk. O gecenin özgün programı saat yedi otuzda Chez Pierre’in barında buluşmaktı; ama John hafta sonundan birkaç gün önce arayıp bacağında bir sorun olduğunu ve yemeği iptal etmek istediğini söylemişti. Sorunun bir flibit krizi olduğu anlaşıldı (bir kan pıhtısı yüzünden damarın iltihaplanması); ama John cuma günü öğleden sonra arayıp kendini biraz daha iyi hissettiğini söyledi. Yürümesi doğru olmayacaktı, ama evine gidip Çin yemeği ısmarlamaktan rahatsız olmayacaksak geleneksel yemekli buluşmamızı yine de gerçekleştirebilirdik. “Gracie ile seni görmemek beni sinir eder,” dedi. “Zaten bir şeyler yemem gerek, o zaman evimde buluşup birlikte yiyelim. Bacağımı yukarı kaldırdığım sürece çok fazla ağrımıyor.”[4]
John’dan izin almadan evini mavi deftere yazdığım öyküde kullanmıştım; Barrow Sokağı’na gittiğimizde John bize kapıyı açınca hayali bir yere girmişim, var olmayan bir odaya adım atmışım gibi tuhaf ve pek de rahatsız edici diyemeyeceğim bir duyguya kapıldım. Daha önce Trause’nin evine defalarca gitmiştim, ama Brooklyn’deki evimde onun evi üzerinde saatlerce düşündükten, o evi öykümdeki kurmaca karakterlerle doldurduktan sonra orası bana kurmaca dünyaya olduğu kadar somut nesnelerin ve kanlı canlı insanların dünyasına da aitmiş gibi geliyordu. Bu duygunun kalıcı olması beni şaşırttı. Hatta gece ilerledikçe güçleniyordu; saat sekiz buçukta Çin yemeği geldiğinde, (daha iyi bir terim bulamadığım için) çifte bilinç diye adlandırabileceğim bir konuma geçmeye başlamıştım bile. Hem çevremde olan bitenin bir parçasıydım hem de çevremden kopuktum; hem kendimi Brooklyn’deki çalışma masamın başında oturmuş, mavi defterime burayı yazdığımı hayal ederken kendi zihnimin içinde serbestçe dolaşıyor, hem de Manhattan’daki dubleks bir dairenin üst katında bir koltuğa oturmuş, bedenimin içine sıkıca yerleşmiş, John’la Grace’in konuşmalarını dinliyor, hatta ben de arada bir lafa karışıyordum. Bir insanın, bulunduğu yerde değilmiş gibi görünecek derecede dalgın olması alışılmadık bir şey değil, ama işin aslı şu ki ben orada değilmiş sayılmazdım. Oradaydım ben, olan bitenin tam ortasındaydım, aynı zamanda da orada yoktum, çünkü ortada hakiki bir orası yoktu artık. Benim kafamın içinde var olan, hayali bir yerdi ve ben oradaydım da. Aynı anda iki yerde birden. Hem evde hem de öyküde. Kafamın içinde hâlâ yazmakta olduğum evin içindeki öyküde.
John itiraf etmese de çok acı çektiği belliydi. Bize kapıyı açtığında koltuk değneğine dayanıyordu, merdiveni topallaya topallaya çıkıp kanepenin –bacağını dayaması için yastıklar ve battaniyelerle donatılmış kocaman, bel vermiş bir şey– üzerindeki yerine güçlükle oturmasını izlerken yüzünü acıyla buruşturduğunu, attığı her adımın canını yaktığını görebiliyordum. Ama John bunu gösteriye çevirecek türden biri değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, on sekiz yaşında bir er olarak Pasifik’te savaşmıştı, kendisine acımamayı onur meselesi yapan, üzerine fazlasıyla düşen biri çıktığında irkilip geri çekilen, böyle bir davranışı kınayan erkeklerin kuşağındandı. Yönetimde olduğu yıllarda flibit sözcüğüne nedense gülünç bir tını vermiş olan Richard Nixon hakkında üç-beş şaka yapmak dışında John hastalığından söz etmemekte direndi. Yo, tam olarak doğru değil bu. Üst kattaki salona girdiğimizde kanepeye otururken Grace’in kendisine yardım etmesine ve yastıklarla battaniyeleri düzeltmesine izin verdi, bir yandan da kendi deyimiyle ‘moronca sarsaklığı’ için özür dileyip duruyordu. Yerine yerleşince, bana dönüp “İyi bir ikiliyiz, değil mi Sid?” dedi. “Sen yalpalıyorsun ve burnun kanıyor, benim de şu bacağım var. Amma da cesaret verici halimiz.”
Trause dış görünümüne hiçbir zaman fazla özen gösteren biri olmamıştı, ama o gece gözüme iyice perişan gözüktü, kot pantolonunun ve merserize kazağının buruşukluğuna bakınca –beyaz çoraplarının grileşmiş tabanlarından hiç söz etmiyorum– günlerdir aynı kıyafeti giymiş olduğunu düşündüm. Saçlarının karmakarışık olması ve geçen hafta saatlerce kanepede sırtüstü yattığı için başının arkasındaki saçların yapışıp sertleşmesi beni hiç şaşırtmadı. İşin gerçeği, John bitkin duruyordu, gözüme hiç olmadığı kadar yaşlı görünüyordu, ne var ki insan acı çekerse ve bu acı yüzünden uykusuz kalırsa bundan iyi görünmesi de beklenemezdi doğrusu. Gördüklerim beni korkutmadı ama genelde tanıdığım en sakin insan olan Grace, John’un durumu karşısında telaşlanmış ve heyecanlanmış görünüyordu. Yemeğimizi ısmarlamadan önce tam on dakika ona doktorlar, ilaçlar, teşhisler hakkında konferans çekti, John onu ölmeyeceğine ikna edebildikten sonra da Grace pratik hayatta gerekli olan başka noktalara geçti: alışveriş, yemek pişirme, çöpleri atma, çamaşır yıkama, günlük işler. Madam Dumas bütün bunları hallediyor, dedi John, son iki yıldır evine temizliğe gelen Martinikli kadından söz ediyordu; kadının gelemediği günlerde kızı geliyordu. “Yirmi yaşında kız,” diye ekledi John, “çok da zeki. Bayağı da güzel hem. Yürür gibi değil de süzülür gibi dolaşıyor odalarda, sanki ayakları yere değmiyor. Fransızca’mı kullanma fırsatı buluyorum.”
Bacağını bir yana bırakırsak John bizimle olmaktan mutlu görünüyordu, bu gibi durumlarda olduğundan daha fazla konuşuyordu, gece boyunca gevezelik edip durdu. Emin olamam ama dilini çözen ve onu konuşturan çektiği acı olmalıydı. Konuşurken bacağındaki ıstırabı unutuyordu herhalde, çılgınca bir rahatlama türüydü bu. Hem bu hem de midesine yolladığı bol alkol. Her yeni şarap şişesi açıldığında kadehini ilk uzatan John oluyordu, o gece içtiğimiz üç şişe şarabın neredeyse yarısını John tüketti. Bu da bir buçuk şişe şarap demektir, gecenin sonuna doğru içtiği iki kadeh sek viski de cabası. Geçmişte birkaç kez onu böyle içerken gördüğüm olmuştu, ama ne kadar içerse içsin, asla sarhoş gibi durmazdı. Ne dili peltekleşir, ne gözlerine cam gibi bir bakış gelirdi. İriyarı biriydi John, boyu bir doksana, kilosu yüze yakındı, içkiye dayanabiliyordu.
“Şu bacağımla ilgili sorun başlamadan bir hafta kadar önce,” dedi, “Tina’nın erkek kardeşi Richard telefon etti.[5] Uzun zamandır aramıyordu. Aslında cenaze gününden beri görüşmemiştik, yani sekiz yıldan beri, sekiz yıldan da fazla. Evliliğimiz süresince Tina’nın ailesiyle pek bir araya gelmemiştim, artık o yaşamadığına göre de onlarla bağlantımı sürdürmeyi düşünmemiştim, onlar da benimle; ama umurumda değildi. Springfield Bulvarı’ndaki içi çöp dolu mobilya mağazaları ve sıkıcı karıları ve arsız çocuklarıyla bütün o Ostrow kardeşler. Tina’nın sekiz-dokuz tane kuzeni vardı, ama içlerinde cesareti olan bir tek Tina’ydı, New Jersey’deki o küçük dünyadan çıkacak ve hayatta bir şeyler olmaya çalışacak cesareti gösteren tek kişi. Bu yüzden geçenlerde Richard arayınca çok şaşırdım. Florida’da oturduğunu, New York’a bir iş için geldiğini söyledi. Kendisiyle yemeğe çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Hoş bir yere gideriz, dedi, davetlimsin. Bir programım olmadığından Richard’ın davetini kabul ettim. Neden ettiğimi bilmiyorum, ama etmemem için beni zorlayan bir neden yoktu, böylece ertesi akşam sekizde buluşmaya karar verdik.
“Richard’ı sana tanıtmam gerek. Bana hep tüy sıklet biri gibi gelmiştir, kof biri gibi. Tina’dan bir yaş küçüktü, yani şimdi kırk üçündedir, lisenin basketbol takımındaki birkaç parlak başarısı dışında hayatının büyük bölümünde oradan oraya dolaşmış, iki-üç okuldan atılmış, birbirinden yavan işlere girip çıkmış, hiç evlenmemiş, hiç büyümemiştir. Sevimsiz değil, ama sığ ve ruhsuz, onun o beceriksiz uyuşukluğu hep sinirime dokunmuştur. Tek beğendiğim yanı, Tina’ya olan bağlılığıydı. Onu benim kadar seviyordu, bu kesin, tartışmaya gerek yok, ve Tina’ya iyi bir kardeş olduğunu, örnek bir kardeş olduğunu inkâr edecek değilim. Sen cenazede bulunmuştun Grace. Neler olduğunu hatırlarsın. Yüzlerce kişi gelmişti ve şapeldeki herkes hıçkırıyor, inliyor, dehşet içinde ağlıyordu. Toplu bir keder seliydi akan, daha önce hiç tanık olmadığım ölçüde ıstırap çekiyorlardı. Ama o salonda Tina’nın yasını tutanların arasında en büyük acıyı çeken Richard’dı. En ön sırada oturan Richard, bir de ben. Tören bittiğinde yerinden doğrulmaya çalışırken neredeyse bayılıyordu. Onu güçlükle ayağa kaldırdım. Yere düşmesin diye iki kolumla ona sımsıkı sarılmak zorunda kaldım.
“Ama aradan yıllar geçti. O travmayı birlikte yaşadık, sonra da Richard’ın izini kaybettim. Geçen akşam onunla yemeğe çıkmayı kabul ederken sıkıcı bir akşam geçireceğimi tahmin ediyordum, onunla birkaç saat beceriksizce sohbet etmeye çalıştıktan sonra kalkıp evime giderim, diyordum. Ama yanılmışım. Yanıldığımı söylemekten mutluluk duyuyorum. Önyargılarımın ve budalalığımın yeni örneklerini keşfetmek, sandığımın yarısını bile bilmediğimin farkına varmak bana hep güç verir.
“Daha yüzünü gördüğümde içim ısındı. Kardeşine ne kadar benzediği, yüz hatlarının pek çoğunun aynı olduğu aklımdan çıkmıştı. Gözlerinin biçimi ve çekikliği, yuvarlak çenesi, zarif ağzı, burun kemeri; erkek bedenindeki Tina’ydı karşımdaki ya da hiç değilse Tina’ya ait küçük parıltılar ara sıra kendini belli ediyordu. Tina’yla yeniden bu biçimde bir araya gelmek, yeniden onun varlığını hissetmek, bir parçasının kardeşinin bedeninde yaşamaya devam ettiğini hissetmek beni baskı altına sokmuştu. Birkaç kez Richard belli bir biçimde döndü, belli bir biçimde elini salladı, gözleriyle belli bir hareket yaptı ve ben öylesine duygulandım ki masanın üzerinden uzanıp onu öpmek geldi içimden. Dudaklarından şap diye öpmek; tam hedeften bir öpücük. Belki güleceksin ama onu öpmediğime şimdi gerçekten pişmanım.