Wallander midesine bir yumru oturduğunu hissetti. Sten hasta mıydı? Aşırı alkol kullanımı sonunda karaciğerini bitirmiş miydi?
“Neden? Neden veda ediyorsun?”
“Evimi satıp buradan ayrılıyorum.”
Widén son birkaç yıldır şehirden ayrılmaktan bahsediyordu. Babasından miras kalan çiftlik, yıllardır ona kâr getirmiyordu. Wallander sayısız konuşmalarını, yeni bir yaşam kurma hayallerini dinlemiş ancak Widén’in fikirlerini hiçbir zaman ciddiye almamıştı, tıpkı kendi hayallerini ciddiye almadığı gibi. Görünüşe bakılırsa, bu bir hata olmuştu. Sten sarhoşken, ki çoğunlukla sarhoştu, abartırdı. Gelgelelim şimdi ayıktı ve enerji doluydu. Konuşmasındaki olağan yavaşlık ve pelteklik yoktu.
“Ciddi misin?”
“Evet. Gidiyorum.”
“Nereye?”
“Daha karar vermedim.”
Wallander midesindeki yumrunun gittiğini fark etti ama şimdi içinde kıskançlık belirmişti. Sten Widén’in hayali onunkinden daha canlıydı.
“En kısa zamanda gelirim. Birkaç gün içinde.”
“Burada olacağım.”
Wallander uzun süre oturup kara kara düşündü. İçindeki kıskançlıktan kaçamıyordu. Polisliği bırakma hayalleri son derece uzak görünüyordu ona. Widén’in şu anda yaptığı şeyi Wallander asla ama asla yapamazdı.
Çayını içti, fincanını mutfağa geri götürdü. Pencerenin dışındaki termometre bir dereceyi gösteriyordu. Ekim ayının ilk günlerine göre soğuktu.
Wallander tekrar koltuğa yürüdü. Müzik hâlâ usul usul çalıyordu. Wallander televizyon kumandasına uzandı. Elektrikler kesildi.
Önce sigorta attı zannetti fakat el yordamıyla cam kenarına ulaşınca sokak lambalarının bile kapkara olduğunu gördü. Tekrar koltuğa oturup bekledi.
Skåne’nin büyük bir bölümü karanlıkta kalmıştı.
7
Telefon çaldığında Olle Andersson uyuyordu.
Baş ucu lambasını açmaya çalıştı ama yanmadı. Böylece arayan kişinin hangi konuda onu aradığını anlamış oldu. Her zaman yatağının baş ucunda duran güçlü feneri yaktı ve ahizeyi kaldırdı. Tam tahmin ettiği gibi, Sydkraft’ın yirmi dört saat çalışan operasyon merkezinden arıyorlardı. Arayan Rune Ågren’di. Andersson, o gece, 8 Ekim gecesi, Ågren’in nöbetçi olduğunu zaten biliyordu. Malmö’lüydü ve 30 yılı aşkın süredir kamu hizmeti veren çeşitli kurumlarda çalışmıştı. Önümüzdeki yıl emekli olacaktı. Doğruca sadede geldi.
“Skåne’nin yüzde yirmi beşinde elektrik yok.” Andersson şaşırmıştı. Son birkaç gündür çok sert rüzgârlar esiyordu ama fırtınaya yakın bir durum yoktu.
“Ne olduğunu Tanrı bilir,” dedi Ågren. “Ancak Ystad trafosu bu durumdan etkilenmiş. Giyinip oraya bir bakmaya gitsen iyi olur.”
Andersson durumun acil olduğunun farkındaydı. Şehirlere ve kırsal kesimdeki evlere elektrik aktaran karmakarışık ağ içinde Ystad ana trafosu, başlıca bağlantı noktalarından biriydi. Eğer buraya bir şey olursa, Skåne’nin çoğu öyle ya da böyle etkilenirdi. Bunun olmaması için birileri hep görev başındaydı. Bu hafta Ystad bölgesi için nöbetteki isim Andersson’du.
Trafoya varması on dokuz dakika sürdü. Alan tamamen karanlıktı. Ne zaman elektrik kesilse ve Andersson sorunun kaynağını anlamaya gitse aynı soru aklına takılırdı: Daha yüzyıl öncesine değin bu zifiri karanlık normaldi. Elektriğin icadı her şeyi değiştirmişti. Şu anda hayatta olan hiç kimse artık elektriksiz hayatın nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Ama aynı zamanda toplumun ne kadar hassas olduğunu da düşünürdü. En kötü durum senaryosunda güç kaynağındaki bir tek kopukluk sonucu ülkenin üçte biri karanlığa gömülebilirdi.
“Geldim,” dedi telsizden Ågren’e.
“Acele et o zaman.”
Trafo bir tarlanın ortasındaydı. Düzenli aralıklarla “İzinsiz Girmek Yasaktır” ve “Tehlike! Yüksek Akım!” tabelaları konmuştu. Andersson rüzgâra karşı kendini siper etti, elinde bir anahtar takımı ve gözünde kendi tasarladığı, çerçevesine iki küçük pilli fener takılmış koruyucu gözlük vardı. Doğru anahtarı bulup demir kapıların dışında durdu. Kapılar açıktı. Andersson etrafına bakındı. Herhangi bir araba görünmüyordu, insandan eser yoktu. Tekrar telsizini alıp Ågren’e seslendi.
“Demir kapılar kırılıp açılmış,” dedi.
Ågren rüzgâr sesinden onu duymakta zorlanıyordu. Andersson söylediklerini tekrar etmek zorunda kaldı.
“Burada birisi olduğunu sanmıyorum. İçeri giriyorum.”
Demir kapılar daha önce de zorlanmış ve açılmıştı, her seferinde de durum polise bildirilirdi. Bazen polis suçluları yakalardı, genelde sağa sola sataşan bir avuç sarhoş yeni yetme çıkardı altından. Ancak sabotaj ihtimalini de göz önüne alırlardı. Hatta Andersson’un daha bu eylülde katıldığı bir toplantıda Sydkraft güvenlik teknisyenlerinden biri yepyeni bir güvenlik sistemi kurmalarını önermişti.
Andersson başını yana çevirdi. Elinde fener de olduğundan trafonun metal çerçevesinin üstüne üç ışık hüzmesi düştü. Çelik kulelerin ortasında kurulmuş, küçücük gri bir yapı trafonun merkeziydi. Trafo buradaydı. İki farklı anahtarla açılan ya da açılması için çok güçlü patlayıcılar kullanılması gereken çelik bir kapısı vardı. Andersson anahtarlığındaki çeşitli anahtarları renkli bantlarla işaretlemişti. Kırmızı bantlı olan demir kapıları açıyordu, sarı ve mavi olanlarsa çelik kapıyı açmak içindi. Andersson etrafına baktı. Kimse yoktu. Tek duyduğu ses rüzgârdı. Yürümeye başladı ama birkaç adım sonra durdu. Bir şey dikkatini çekmişti. Tekrar sağa sola bakındı. Arkasında birisi mi vardı? Ceketinden sarkan telsizden Ågren’in çatlak sesini duydu. Cevap verme zahmetine girmedi. Durmasına sebep olan neydi? Karanlıkta hiçbir şey yoktu, en azından onun seçebileceği hiçbir şey. Ne var ki ortada kötü bir koku vardı ama muhtemelen tarlalardan geliyordur, diye düşündü Andersson. Çiftçi kısa süre önce toprağı gübrelemiş olmalıydı. Andersson trafo binasına doğru yürümeye devam etti. Kötü kokuyu alabiliyordu hâlâ. Derken Andersson ânında durdu. Çelik kapı aralıktı. Birkaç adım geri gidip telsize sarıldı.
“Kapı açık,” dedi. “Duyuyor musun?”
“Duydum. Ne demek kapı açık?”
“Ne dediysem o işte.”
“Kimse var mı?”
“Bilmiyorum. Kapı zorlanmışa benzemiyor.”
“Peki ama nasıl açık olabilir o zaman?”
“Bilmiyorum.”
Telsiz sessiz kaldı. Andersson kendini çok yalnız hissetti.
Ågren söze girdi. “Yani kapı kilitlenmemiş mi diyorsun?”
“Öyle görünüyor. Ayrıca garip bir koku var.”
“İçeri girip ne olduğuna bakmak zorundasın. Şu anda yukarıdan çok büyük bir baskı var, durumun hemen çözülmesi isteniyor. Patronlar arayıp duruyor, ne halt oldu diye hesap soruyorlar.”
Andersson derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdü, kapıyı biraz daha açtı ve fenerini içeri tuttu. Önce neye baktığını anlayamadı. Kötü kokudan burnunun direği kırıldı. Ne olduğu yavaş yavaş kafasına dank etti. Bu ekim akşamı Skåne’de elektrik kesintisi yaşanıyordu çünkü elektrik hatlarının arasında yanmış bir ceset uzanıyordu. Bu kesintiye bir insan sebep olmuştu.
Sendeleyerek dışarı çıktı ve Ågren’le konuşarak oraya çağırdı.
“Trafo binasının içinde bir ceset var.”
Birkaç saniye geçtikten sonra Ågren cevap verdi. “Tekrar edebilir misin?”
“Orada yanmış bir ceset var. Birisi kısa devre yaptırtıp bütün bölgenin elektriğini kesmiş.”
“Ciddi misin?”
“Duydun işte. Güvenlik önlemlerinde bir aksaklık yaşanmış olmalı.”
“Polisi arıyoruz. Sen olduğun yerde kal. Biz buradan elektriği yeniden vermeye çalışacağız.”
Telsizin sesi kesildi. Andersson tir tir titriyordu. Ne olduğuna inanamıyordu. Bir insan hangi akla hizmet bir trafonun içine girip yüksek voltaj elektrik akımıyla kendini öldürmeye kalkardı? Elektrikli sandalyeye oturtulup idam edilmeyi seçmek gibi bir şeydi bu. Andersson’un midesi bulandı ama arabasına yürüyerek kusmasına engel olmaya çalıştı.
Rüzgâr hâlâ esiyordu ve yağmur başlamıştı.
Ystad emniyetine gece yarısı haber verildi. Sydkraft’ın telefonuna cevap veren polis bilgileri not etti ve hızlı bir değerlendirme yaptı. İşin içinde ölü biri olduğu için nöbetçi komiser Hansson’u aradı. Hansson hemen oraya gideceğini söyledi. Telefonun yanında mum vardı. Ezbere bildiği Martinson’un numarasını çevirdi. Martinson’un telefonu açması biraz uzun sürdü. O da Hansson’u dinleyince durumun ciddi olduğuna kanaat getirdi. Konuşma bitince de Wallander’i aradı.
Wallander elektriğin gelmesini beklerken koltukta uyuyakalmıştı. Telefon çalıp onu uyandırdığında hava hâlâ karanlıktı. Wallander ahizeye uzanırken telefonu yere düşürdü.
“Benim, Martinson. Az önce Hansson aradı.”
Wallander ciddi bir durum olduğunu hissetti.
“Ystad’ın dışında, Sydkraft trafolarından birinde bir ceset bulunmuş.”
“O yüzden mi elektrikler kesik?”
“Bilmiyorum. Ama hasta bile olsan, sana da haber verilmesi gerek diye düşündüm.”
Wallander yutkundu. Boğazı hâlâ acıyordu ama ateşi normale dönmüştü.
“Arabam bozuldu,” dedi. “Beni alman lazım.”
“On dakika sonra oradayım.”
“Beş olsun,” dedi Wallander. “Haber doğruysa, bütün bu bölge elektriksiz kalmıştır.”
Karanlıkta giyindi ve beklemek için sokağa indi. Yağmur yağıyordu. Martinson yedi dakikada geldi. Karanlık şehrin sokaklarından geçtiler. Hansson şehrin çıkışındaki bir kavşakta onları bekliyordu.
“Atık merkezinin kuzeyindeki trafolardan birindeymiş,” dedi Martinson.
Wallander neresi olduğunu biliyordu. Bir keresinde o yakınlardaki bir ormanda yürüyüşe çıkmıştı, Baiba’nın onu ziyarete geldiği günlerden biriydi.
“Tam olarak ne olmuş?”
“Ayrıntıları bilmiyorum. Sydkraft’tan gelen telefonda arızayı düzeltmeye gittiklerinde orada bir ceset bulunduğu söylendi.”
“Geniş bir alana mı etki etmiş?”
“Hansson’a göre, Skåne’nin dörtte biri karanlıkta.”
Wallander inanamıyordu. Elektrik kesintisi nadiren bu kadar geniş alanı kapsardı. Çok büyük bir kış fırtınasından sonra kırk yılda bir yaşanırdı. 1996 sonbaharındaki kasırgadan sonra olmuştu mesela. Ama hava böyleyken değil.
Ana yoldan saptılar. Artık yağmur daha hızlı yağıyordu. Martinson sileceklerini en hızlıda çalıştırıyordu. Wallander yağmurluk almadığına pişman oldu, emniyette park ettiği arabasının bagajında tuttuğu çizmelerine de ulaşamayacaktı.
Hansson arabasını durdurdu. Karanlıkta farlar açıktı. Wallander iş tulumu giymiş bir adamın, onu takip etmelerini işaret ettiğini gördü.
“Burası yüksek voltaj merkezi,” dedi Martinson. “Göreceğimiz manzara hiç de hoş olmayacak.”
Yağmura adım attılar. Buradaki açık arazide rüzgâr daha da sertti. Onlara doğru gelen adam resmen sarsılmıştı. Wallander’in olayın ciddiyeti konusunda şüphesi kalmamıştı artık.
“İçeride,” dedi adam arkasını işaret ederek.
Wallander önden gitti. Yağmur yüzüne kamçı gibi vuruyor, görüşünü etkiliyordu. Martinson ve Hansson arkasında bir yerlerdeydi. Sarsılmış rehberleri de yandan yürüyordu.
“İçeride,” diye tekrar etti, hepsi trafonun önünde durunca.
“İçeride sağlam bir şey var mı?” diye sordu Wallander. “Bağlantı kablolarını kastediyorum.”
“Hayır. Artık hiçbiri çalışmıyor.”
Wallander, Martinson’un fenerini alıp içeri girdi. Yanmış insan etinin iğrenç kokusu burnuna çarptı. Hiçbir zaman alışamayacağı bir kokuydu bu, oysaki evler yandığında ve insanlar içeride mahsur kaldığında defalarca bu kokuya maruz kalmıştı. Hansson büyük ihtimalle kusar, diye düşündü Wallander. Yanık ceset kokusuna dayanamazdı.
Ceset tam anlamıyla kararıp kavrulmuştu. Suratı yoktu. Kablolar, düğmeler ve şalterlerin ortasında kalmıştı.
Wallander, Martinson’un da bakabilmesi için yana çekildi.
“Of Tanrım,” diye inledi Martinson.
Wallander, Hansson’a seslenip Nyberg’i aramasını ve destek kuvvetlerin buraya gelmesinin organize edilmesini istedi.
“Bir de jeneratör getirmelerini söyle,” dedi. “Buraya biraz ışık lazım.”
Tekrar Martinson’a döndü.
“Adamın adı ne, cesedi ilk bulan adam yani?”
“Olle Andersson.”
“Burada ne yapıyormuş?”
“Sydkraft sorunu çözmesi için göndermiş. Acil durumlara karşı hep eğitimli adamları oluyor.”
“Onunla bir konuş. Olayların sıralamasına dair bakalım detay alabilecek misin? Burada çok fazla gezinme, yoksa Nyberg alnını karışlar.”
Martinson, Andersson’u arabalardan birine götürdü. Wallander yalnız kalmıştı. Yere eğilip fenerini cesedin üstüne tuttu. Giysilerden geriye bir şey kalmamıştı. Âdeta bir mumyaya ya da bin yıl sonra bir turba bataklığında bulunmuş bir cesede bakıyor gibiydi. Fakat burası modern bir trafoydu. Elektriğin kesildiği ânı düşünmeye çalıştı. Saat on bir civarlarıydı. Şimdiyse saat bire geliyordu. Eğer elektrik kesintisine bu ceset sebep olmuşsa, demek ki olay yaklaşık iki saat önce yaşanmıştı.
Wallander ayağa kalkıp fenerini yere koydu. Burada ne olmuştu? Biri uzaklardaki bir trafoya girmiş ve intihar ederek muazzam bir elektrik kesintisine sebep olmuştu. Wallander suratını buruşturdu. Hiç mantıklı değildi. Sorular yığılmaya başladı. Feneri almak için yere çömeldi. Yapılacak tek şey Nyberg’i beklemekti.
Aynı zamanda bir şey içini kemiriyordu. Fenerden çıkan ışık hüzmesinin, kararmış kalıntıların üstüne düşmesini izledi. Bu duyguya neyin sebep olduğunu bilmiyordu fakat sanki bir şeylerin artık orada olmadığını ama daha önce orada olduğunu hissediyordu.
Wallander binadan çıktı ve güçlendirilmiş çelik kapıyı inceledi. Zorla girildiğine dair bir iz bulamadı. İki tane çok esaslı kilit vardı. Wallander geldiği yerden dönmek üzere yürümeye başladı. Adımlarını izlemeye çalıştı ki orada olabilecek başka ayak izlerini bozmasın. Demir kapıların önünde kilidi inceledi. Bu kilit zorlanarak açılmıştı. Bu ne anlama geliyordu? Demir kapılar zorlanarak açılmıştı ama nasıl oluyor da güçlendirilmiş çelik kapı hiç sorun teşkil etmemişti?
Martinson, Andersson’un arabasındaydı. Hansson kendi arabasından telefonları hallediyordu. Wallander paltosuna düşen yağmuru silkelemeye çalıştı, Martinson’un arabasına bindi. Motor çalışıyordu, silecekler hâlâ en son ayardaydı. Wallander kaloriferi sonuna kadar açtı. Boğazı acıyordu. En son haberleri almak için radyoyu açtı. Ancak radyoyu dinlediğinde olayın muazzamlığı kafasına dank etmeye başladı.
Skåne’nin dörtte birinde elektrik yoktu. Trelleborg’dan Kristianstad’a kadar her yer karanlıktaydı. Hastaneler acil durum jeneratörlerini kullanıyordu ama onun haricinde elektrik kesintisi vardı. Sydkraft yöneticilerinden birine ulaşılmıştı ve adam sorunun tespit edildiğini açıklamıştı. Yarım saat içinde bütün bölgelerdeki kesintinin düzelmesini ümit ediyorlardı.
Yarım saate kadar buradan herhangi bir elektrik gelmeyecek, orası kesin, diye düşündü Wallander. Yönetici, gerçekten ne olduğunu biliyor mu acaba diye merak etti.
Lisa Holgersson’a bunu haber vermeliyim, diye düşündü. Martinson’un cep telefonuna uzanıp kadının numarasını çevirdi. Telefonun açılması biraz uzun sürdü.
“Ben Wallander. Elektrik kesintisini fark ettin mi?”
“Elektrik kesintisini mi? Uyuyordum.”
Wallander durumu açıkladı. Holgersson alarma geçmişti.
“Oraya gelmemi ister misin?”
“Bence Sydkraft’la temasa geçip bu elektrik kesintisinin artık bir polis soruşturmasına karıştığını haber vermelisin.”
“Sence ne olmuş? İntihar mı?”
“Söyleyemem. Bilmiyorum.”
“Sabotaj olabilir mi? Bir terör eylemi?”
“Bence henüz bu soruya da cevap veremeyiz. İşin aslı, bu ihtimallerin hiçbirini eleyemeyiz.”
“Ben Sydkraft’ı ararım. Gelişmeleri bana bildirirsin.”
Wallander telefonu kapattı. Hansson yağmurun altında koşup arabaya geldi. Wallander kapıyı açtı.
“Nyberg yolda. İçeride durum nasıldı?”
“Bayağı kötü. Geriye hiçbir şey kalmamış, bir surat bile.”
Hansson cevap vermedi. Yağmurun altında tekrar arabasına koştu.
Yirmi dakika sonra, Wallander, Nyberg’in arabasının ışıklarını dikiz aynasında gördü. Wallander arabadan inip onu selamladı. Nyberg çok yorgun görünüyordu.
“Tam olarak ne olmuş? Hansson’dan doğru düzgün bir cümle duyamadım.”
“İçeride bir ceset var. Yanıp kavrulmuş. Geriye bir şey kalmamış.”
Nyberg etrafına bakındı. “Yüksek voltajlı transformatörler varsa genelde böyle olur. Bu yüzden mi elektrikler kesik?”
“Öyle görünüyor.”
“Yani bu durumda Skåne’nin yarısı benim işimi bitirmemi mi bekleyecek?”
“Bu konuyu düşünmeyeceğiz şimdi. Bence zaten elektriği tekrar vermenin bir yolunu arıyorlar, bu trafo çevresinde bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.”
“Çok hassas bir toplumda yaşıyoruz,” dedi Nyberg ve ânında teknisyen ekibine talimatlar yağdırmaya başladı.
Erik Hökberg de aynısını söyledi, diye düşündü Wallander. Hassas bir toplumda yaşıyoruz. Bu sebeple bilgisayarları kapanmıştır, geceleri karşısında oturup para kazanmaya çalışıyorsa tabii.
Nyberg çok hızlı ve etkin çalıştı. Kısa süre sonra bütün spot ışıkları yanmış, gürültülü bir jeneratöre bağlanmıştı. Martinson ve Wallander tekrar arabaya gitti. Martinson notlarını karıştırdı.
“Andersson, merkezden Ågren adında bir çalışandan telefon alıyor. Elektrik kesintisinin bu trafodan kaynaklandığını tespit ediyorlar. Andersson, Svarte’de yaşıyor. Buraya gelmesi yirmi dakika sürüyor. İlk geldiğinde dış kapıların kurcalandığını ve içerideki çelik kapının kilitli olmadığını görüyor. İçeriye bakınca da ne olduğunu anlıyor.”
“Başka bir şey görmüş mü?”
“O geldiğinde ortada başka kimse yokmuş ve etrafta yürüyen birilerini de görmemiş.”
Wallander bir an düşündü. “Şu anahtar meselesinin içyüzünü öğrenmeliyiz,” dedi.
Wallander arabasına bindiğinde Andersson telsizden Ågren’le konuşuyordu. Adam hemen konuşmayı bitirdi.
“Olay anladığım kadarıyla seni çok sarsmış,” dedi Wallander.
“Hayatımda hiç bu kadar berbat bir şey görmedim. Tam olarak ne olmuş?”
“Henüz bilmiyoruz. Şimdi, sen geldiğinde demir kapılar zorlanarak açılmış ancak çelik kapıda hiç zorlanma izi yok. Bunu nasıl açıklıyorsun?”
“Açıklayamıyorum.”
“Bu anahtarların bir kopyası başka kimde var?”
“Sadece Moberg adında bir başka tamircide. Ystad’da oturuyor. Bir de merkez ofiste tabii. Orada da güvenlik çok sıkıdır.”
“Ama birisi çelik kapının kilidini açmış?”
“Öyle gözüküyor.”
“Bu anahtarların kopyalanamayacağını tahmin ediyorum.”
“Kilitler Amerika’da üretildi. Zorla açılması imkânsız diyorlar.”
“Moberg’in ön adı ne?”
“Lars.”
“Birisinin bu kapıyı kilitlemeyi unutmuş olması mümkün mü?”
Andersson hayır anlamında başını salladı. “Böyle bir durumda ânında işten atılır. Güvenlik çok sıkı ve titizdir. Hatta son birkaç yıldır daha da titiz hareket ediyorlar.”
Wallander’in o an için başka sorusu yoktu. “Şimdilik burada kalmanı istiyorum,” dedi, “başka durumlar çıkarsa diye. Aynı zamanda Moberg’i aramanı ve çelik kapının anahtarlarının onda olup olmadığını da öğrenmeni istiyorum.”
Wallander arabadan indi. Yağmur diniyordu. Andersson’la yaptığı konuşma endişelerini arttırmıştı. İntihar etmek isteyen birisinin bu trafoya gelmiş olması mümkündü ancak ellerindeki bilgiler, bu varsayımı desteklemiyordu. Bir kere çelik kapı anahtarla açılmıştı. Wallander bu düşüncenin nereye gittiğini biliyordu. Cinayet. Kurban hiçbir delil kalmaması için kabloların arasında ortada bırakılmıştı.
Wallander tekrar projektörlere doğru yürüdü. Fotoğrafçı fotoğraf ve video çekmeyi yeni bitiriyordu. Nyberg cesedin yanına çömelmişti. Wallander ışığın önünden geçerken gölge yapınca sinirli bir şekilde mırıldandı.
“Ne diyorsun?”
“Patoloğun buradan çıkması uzun sürecek. Arkasında ne olduğunu görmek için cesedi hareket ettirmek istiyorum.”
“Neler olmuş olabileceğini kastediyorum.”
Nyberg bir süre düşündü. “İntihar etmek için çok ürkütücü bir yol. Eğer cinayetse son derece vahşice. Kurbanı elektrikli sandalyeye oturtmakla aynı şey.”
Doğru, diye düşündü Wallander. Bu da bizi intikam ihtimaline götürür. Çok özel bir elektrikli sandalyeyle öldürerek intikam almak.
Nyberg işine devam etti. Teknisyenlerinden biri binayla demir kapıların arasında kalan alanda iz sürmeye başlamıştı. Doktor geldi, Wallander’in daha önce tanışmadığı bir kadındı. Adı Susann Bexell’di ve az konuşan biriydi. Derhâl işe koyuldu. Nyberg çantasından termos bardağını çıkarıp bir fincan kahve içti. Wallander’e de ikram etti. Wallander kabul etti. O gece onlara uyku yoktu zaten. Martinson da yanlarında bitti, sırılsıklam ve gergindi. Wallander kahvesini ona uzattı.
“Elektriği onarmaya başladılar,” dedi Martinson. “Ystad’ın bazı bölgelerine elektrik geldi. Nasıl becerdiler, hiç fikrim yok.”
“Andersson, Moberg adlı arkadaşıyla anahtar konusunu konuşabilmiş mi?”
Martinson öğrenmek için yanlarından ayrıldı. Wallander, Hansson’un direksiyon başında kaskatı oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüyüp Hansson’a emniyete dönmesini söyledi. Ystad’ın büyük kısmı hâlâ karanlıktı sonuçta ve orada daha çok işe yarayacaktı. Hansson şükredercesine başını salladı ve gitti. Wallander patoloğun yanına gitti.
“Adam hakkında bir şey öğrenebildin mi?”
Susann Bexell kafasını kaldırıp baktı.
“Kadın olduğunu anlayacak kadarını.”
“Emin misin?”
“Evet ama şimdi başka soru cevaplamayacağım.”
“Sadece bir soru daha. Buraya vardığında ölü müymüş, yoksa elektrik çarpınca mı ölmüş?”
“Onu henüz bilmiyorum.”
Wallander düşüncelere daldı ve arkasını döndü. Kurbanın erkek olduğunu düşünmüştü.
Tam o anda demir kapıların arasını araştıran teknisyen elinde bir nesneyle Nyberg’e doğru geldi. Wallander yanlarına gitti. Bu bir kadın çantasıydı. Wallander çantaya uzun uzun baktı. Önce yanıldığını sandı. Ardından daha önce bir yerde gördüğünü hatırladı. Tam net olmak gerekirse, dün görmüştü.
“Çitin kuzey tarafında gördüm,” dedi adı Ek olan teknisyen.
“İçerideki ceset kadın mıymış?” diye sordu Nyberg şaşkınlıkla.
“Sırf o da değil,” dedi Wallander. “Artık kim olduğunu biliyoruz.”
Bu çantayı sorgu odasında bir masanın üstünde görmüştü. Meşe yaprağına benzeyen bir tokası vardı. Karıştırmak mümkün değildi.
“Bu çanta Sonja Hökberg’e ait,” dedi. “İçerideki kişi o.”
Saat gece ikiyi on geçiyordu, yağmur hızını arttırmıştı.
8
Gece üç sularında Ystad’daki elektrik kesintisi sorunu çözüldü. Bu sırada Wallander hâlâ teknisyen ekibiyle birlikte trafoda çalışıyordu. Hansson emniyetten onları arayıp müjdeli haberi verdi. Wallander uzaktan, bir ahırın dış ışıklarının yandığını görebiliyordu.
Patoloji uzmanı işini bitirmiş, ceset oradan kaldırılmıştı. Nyberg sonunda adli incelemesini yapabildi. Andersson’dan, trafo binasının içindeki karmaşık ağ ve düğme ağını açıklamasını istemişti. Dışarıdaysa teknisyenler geride iz kalmış mı diye araştırmayı sürdürüyordu. Yağmur, çalışma koşullarını zorlaştırıyordu. Martinson çamurda kayıp dirseğini burktu. Wallander hâlâ soğuktan titriyordu, lastik çizmelerine ihtiyacı vardı.
Ystad’a elektrik verilebildikten kısa süre sonra Wallander, Martinson’u polis arabalarından birine götürdü. Arabada o âna değin topladıkları bilgilerin özetini çıkardılar. Hökberg yaklaşık on üç saat önce emniyetten kaçmıştı. Yürüyüp trafoya ulaşmış olabilirdi ama ne Wallander ne de Martinson bunun mantıklı olduğunu düşünüyordu. Sonuçta burası Ystad’a sekiz kilometre mesafedeydi.
“Onu gören olurdu,” dedi Martinson. “Devriye arabaları onu arıyordu.”
“Bu taraflara doğru gelen devriye arabası var mıymış, gene de sor, öğren bakalım.”
“Diğer seçenek ne?”
“Birisi onu buraya bırakıp gitmiş olabilir.”
İkisi de bunun ne demek olduğunu anlamıştı. Hökberg’in nasıl öldüğü sorusu hâlâ en acil soruydu. İntihar mı etmişti, öldürülmüş müydü?
“Anahtarlar,” dedi Wallander. “Demir kapı zorlanmış ama çelik kapı zorlanmamış. Neden?”
Mantıklı bir açıklama aradılar.
“Anahtarlara erişimi olabilecek herkesin listesi lazım,” dedi Wallander. “Buranın anahtarına sahip herkesin şüpheli sayılmasını ve dün gece ne yaptıklarının öğrenilmesini istiyorum.”
“Parçaları birleştirmekte güçlük çekiyorum,” dedi Martinson. “Hökberg cinayet işliyor. Sonra kendisi cinayete kurban gidiyor? İntihar seçeneği daha mantıklı sanki.”
Wallander cevap vermedi. Birçok şey düşünüyordu ama düşüncelerini birbirlerine bağlayamıyordu. Hökberg’le yaptığı ilk ve tek konuşmayı kafasında evirip çevirip başa sardı.
“Onunla ilk sen konuştun,” dedi Wallander. “Nasıl bir izlenim edinmiştin?”
“Seninkiyle aynı. Hiç pişmanlık duymuyordu, ha bir taksiciyi öldürmüş ha bir böcek öldürmüş, aynı duygular içindeydi.”
“Bu bana intihar gibi gelmiyor. Hiç pişmanlık duymadıysa neden intihar etsin ki?”
Martinson silecekleri kapattı. Andersson’un arabasında beklediğini ve daha ileride Nyberg’in bir projektörün taşınmasına yardım ettiğini görebiliyorlardı. Hareketleri hızlıydı. Wallander onun hem sinirli hem de sabırsız olduğunu anlayabiliyordu.
“Eh, cinayet olduğuna işaret eden herhangi başka ipucu var mı?”
“Yok,” dedi Wallander. “İki ihtimali de gösteren hiçbir işaret yok, dolayısıyla ikisini de değerlendirmeliyiz. Ama bence kazara ölüm seçeneğini eleyebiliriz.”